PİRHA-Barış Akademisyeni/Siyaset Bilimci Prof. Dr. Atilla Güney, Türkiye’deki sorunların kalıcı çözümü için alternatif mücadeleyi benimseyen güçlerin seçim ittifakından çıkıp, tabana yayılan, halkla beraber, yerinden yönetilen ve üretilen bir siyasetin de var olması gerektiğini ifade etti. Güney, ittifakları siyaseten çaresizliğin ürünü olarak değerlendirdi.
Türkiye seçim gündemine girdi. Zamanında yapılacak seçime 9 ay gibi bir zaman kalmışken, toplum Kürt ve Alevi sorunu gibi çözülmeyen sorunlarının yanında artan hayat pahalılığı, yoksulluk, açlık, işsizlik gibi sorunlarla boğuşuyor.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, hayata geçirildiğinden bu yana ise, tarihsel olarak varolan siyasal kriz derinleşerek sürüyor. Türkiye siyaseti Cumhur ve Millet İttifakı olarak ikiye bölünmüşken, Emek ve Özgürlük İttifakı her iki ittifaka alternatif bir “Üçüncü Yol” söylemiyle yola çıktı.
Halkların Demokratik Partisi (HDP), Emek Partisi (EMEP), Türkiye İşçi Partisi (TİP), Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP), Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF) ve Emekçi Hareket Partisi’nin (EHP) içerisinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifakı, 24 Eylül’de İstanbul’da “Yol Haritası”nı deklere etti. Açıklanan deklarasyonda, ülkenin en büyük sorunlarının başında gelen Kürt sorunu, ekonomi, emek, kadın, doğa gibi birçok başlığa dair çözüm önerileri yer aldı. Deklarasyonda ayrıca toplumun tüm dinamiklerine mücadele çağrısı yapıldı.
Barış Akademisyeni/Siyaset Bilimci Prof. Dr. Atilla Güney ile yaklaşan seçimleri, Avrupa’da yükselen faşist dalgayı, bunun Türkiye’ye yansımalarını ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nı konuştuk.
“KÜRESEL KAPİTALİZM ÇOK CİDDİ BİR İKTİSADİ VE SİYASİ KRİZLE KARŞI KARŞIYA”
PİRHA- Avrupa’nın çeşitli kentlerinden Norveç’ten, İtalya’ya kadar birçok ülkede seçimler oldu. Özellikle Avrupa’da sağ, aşırı sağ faşist partilerin oylarını arttırdığını, iktidara ortak olduğunu ya da iktidar olduğunu gördük. Türkiye’de de benzer bir süreç uzun zamandır karşımızda duruyor. Birçok aşırı sağ parti var, faşist parti var ve sağ eğilimli iktidarlar gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bugün bunun örtüşüyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani Türkiye’de ve dünyadaki bu hali nasıl yorumluyorsunuz?
Prof. Dr. ATİLLA GÜNEY: Dünyada aşırı sağın özellikle de Batı Avrupa’da yükseldiği bir vaka, bir gerçek. Fakat Avrupa’da sağın yükselişinin kendi içinde tarihsel bir takım nedenleri var. Avrupa’nın tarihsel geçmişiyle bir alakası var. İtalya geçmişten gelen çok ciddi faşist damarı olan bir ülke. Hakeza Almanya benzer şekilde geçmişten gelen bir faşist damarı olan, öyle bir toplumsal tabanı olan bir ülke. Fakat bu son dönemlerde özellikle son on yılda aşırı sağan yükselişinin daha konjonktürel nedenleri de var. 2008’den bu yana batı kapitalizmi ya da küresel kapitalizm çok ciddi bir iktisadi krizle karşı karşıya. Bu krizler karşısında sosyalist ve sol mücadelenin, sol kalkışmaların, ayaklanmaların önüne geçebilmek için batıdaki düzen ya da sistem her zaman bu Neo Nazi grupları ya da yapılanmaları elinin altında bir supap olarak tutar her zaman. Bu soğuk savaş döneminden beri böyledir. Bu yaşananları biraz buna yormak gerekiyor. Bu Türkiye için de geçerli. 1960’lardan 70’lerden bu yana bunu biliyoruz.
Özellikle yine krizle birlikte hatta belki iktisadi krizden önce emarelerini gördüğümüz bir siyasal kriz var. Avrupa’da parlamenter sistemin krizi var. Verili siyasal partilerin yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulu düzen partilerinin artık kitleler nezdinde bir anlam ifade etmediğini de biliyoruz. Parti sistematiğinin girdiği bir kriz var.
Bu siyasal krizle bağlantılı olarak göz ardı edilen bir nokta var. Son 15 yıla baktığımız zaman Amerika’dan tutalım Batı Avrupa’daki seçim
analizlerine baktığımız zaman katılım oranları gittikçe düşüyor. Örneğin Biden’ın seçildiği son seçimde Amerika’da yanılmıyorsam yüzde 40’lar civarında bir katılım vardı. Yani seçmenlerin yüzde elliden fazlası sandık başına gitmedi. Bu da yine sisteme duyulan güvensizlik ya da sistemin bir alternatif ortaya çıkmasının önüne vurduğu ketten kaynaklı bir umutsuzluğun ya da belki de bir seçmenin kinik tavrının bir sonucu. Dolayısıyla aslında bu seçime katılıp da ortaya çıkan oy dağılımı değil, seçime gelmeyen yüzde 60’ın kim olduğuna da bakmak gerekiyor bu ülkelerde.
Türkiye biraz daha farklı tabii. Türkiye’de geçmişinden gelen milliyetçi, ırkçı bir siyasal damar her zaman vardı. Cumhuriyet kurulduğundan beri bu vardı. Çok partili siyasal hayata geçildikten sonra da bu hep oldu zaten.
“TOTALİTER REJİMLERİN ALAMETİ FARİKASIDIR”
-Türkiye’de Avrupa ve ABD’dekinin aksine seçime katılım da çok yüksek. Bu durumu nasıl okuyorsunuz?
Batı Avrupa’da oylar seçime katılım oranları düşerken Türkiye’de bunun yüzde seksen beşlerde hatta zaman zaman yüzde doksanlarda olması şaşırtıcı gibi görünebilir ama bence çok şaşırtıcı değil. Aslında bu kadar katılım oranının yüksek olması parlamenter sisteme ya da liberal demokrasinin seçim sistemine duyulan güven ile alakalı değil. Aslında özellikle AKP’nin neredeyse çeyrek yüzyıla varan bir iktidarı var. Son 25 yılına baktığımız zaman bu seçimlerin hepsinin birer plebisiter seçim yani iktidarı oylama seçimi, gitsin mi kalsın mı oylaması olduğunu görürüz.
Seçime giren partileri test etme, deneme ya da onları bir şekilde iktidara taşıma seçimi olmadığını görüyoruz. Dikkat edelim son 25 yıla baktığımız zaman, yapılan hem yerel seçimler hem genel seçimler aslında AKP’nin gidip gitmemesi üzerinden yapılan seçimler. Aslında bu da totaliter rejimlerin alameti farikasıdır. O yüzden yüksek katılım oranlarını çok da böyle demokrasi sevdasına ya da parlamenter sisteme, liberal demokrasinin seçim sistemine duyulan güven ve sadakate bağlamamak gerekiyor. Bu katılım oranları bazen aslında tam tersine otoriter ve totaliterliğin de bir göstergesi olabiliyor Türkiye örneğinde olduğu gibi.
“SİYASETEN ÇARESİZLİĞİN ÜRÜNÜ!”
-İttifaklar da bu mantık üzerine mi şekilleniyor?
2015 yılından bu yana farklı mecralarda, farklı platformlarda bu ittifak siyasetini eleştiriyorum. Bunun doğru bir siyaset biçimi olmadığını söylüyorum ve çok ciddi tepkiler de alıyorum her taraftan.
“Eğer ittifak siyasetini beceremiyorsanız, diktatörlük istiyorsunuz” gibi bir söylem vardı. Ben buna cepheden itiraz ediyorum. İttifaklar tam da biraz önce konuştuğumuz o çerçevesini kabaca çizmeye çalıştığımız totaliter ya da otoriter siyasetin bir sonucu aslında. Eğer siz 25 yıldır iktidarda olan bir partiyi oylarını koruyarak hatta zaman zaman daha da yükselterek direngen bir biçimde iktidarda duran bir partiyi kendi parti politikalarınız, kendi parti söylemleriniz, kendi parti programınız üzerinden saldırarak, siyaseten rekabet ederek götüremiyorsanız, gönderemiyorsanız, programınız ve söylemleriniz kitle tabanında bir karşılık bulamıyorsa ve siz bunun sonucunda da artık bir ittifak arayışına giriyorsanız, ortada bir sıkıntı var demektir. Bu anlamda da çok sıcak bakmıyorum ittifaklara. Bir çaresizliğin ürünü işin açığı. Siyaseten çaresizliğin ürünü.
“İTTİFAKLAR SEÇİM ODAKLI OLMAKTAN ÇIKMALI”
-Hafta sonu yaptıkları dekorasyonda, açıklamada, halk buluşmasında yoğun bir katılım da vardı. Büyük bir coşku da vardı. Emek ve Özgürlük İttifakını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt siyasal hareketinin özellikle Türkiye’deki sol, sosyalist, demokrat, özgürlükçü yapılarla ve partilerle bir arada bulunma inadının çok eskilere dayandığını biliyoruz. Bugün gelinen noktada kurulan ittifakın, üçüncü yol ittifakının aslında biraz da ben yine HDP’nin ve onun tabanını oluşturan Kürt siyasal hareketinin inadından ve azminden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu anlamıyla elbette ben de halk buluşması adı altında hafta sonu yapılan toplantıyı coşkuyla karşıladım ve selamladım. Fakat bu eleştirilerimin baki olacağı ve bunları yöneltmeyeceğim anlamına da geliyor. Geçmişteki ittifaklara baktığımız zaman bunların ne kadar kısmi olduğunu, ne kadar seçime odaklı olduğunu, ne kadar milletvekili pazarlığı üzerinden yürüdüğünü, seçimler sonrasında bu ittifakların devam etmediğini, bu ittifakların toplumsal yaşamın içerisinde bir taban bulacak düzeyde direnç ile devam ettirilmediğini gözlemlediğim zaman kuşkusuz bu ittifaka da aynı biçimde eleştirel bakmayı bir görev biliyorum kendime.
Bunun değişmesi gerekiyor. Yani ittifaktan çok daha tabana yayılan, daha halkçı, daha halkla beraber belki de yerinden yönetilen, yerinden üretilen bir siyasetin de var olması gerekiyor.
Söylem düzeyinde seçim ittifakı olmadığı söyleniyor ancak bu söylemin ne kadar hayata yansıyacağını geçmiş deneyimlerimizden, geçmiş ittifaklardan, geçmiş birlikteliklerden de çok iyi biliyoruz. Genelleştirilmiş bir dilin bileşen parti ve yapılarda hakim olması gerekiyor.
Aslında beni en çok belki de hayal kırıklığına uğratan şey yayınlanan altı maddelik deklarasyondu. Ülkenin böylesine muazzam bir ekonomik bunalım içerisindeyken halk yoksulluk altında inim inim inlerken, üstüne üstlük inanılmaz hak insan hakları ihlallerinin yaşandığı, totaliterleşmenin gittikçe dozunu arttırdığı bir ortamda, ben çok daha ayakları yere basan, kitlenin ya da seçmenin ya da halkın beklentilerine karşılık verecek, daha oturaklı bir deklarasyon beklerdim.
-Peki nasıl bir yol izlemeli? Yani bu seçim ittifakından öteye, bir toplumsal mutabakata, toplumsal mücadele hattına mı dönüşmeli?
Elbette. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey bu. Bu aslına bakarsan bütün partiler yani bu üçüncü yolu hedef edinmiş “Emek ve Özgürlük İttifakı”na baktığımız zaman bu ittifakın içerisinde yer alan bütün bileşenler, yapılar ve partiler de bunu söylüyorlar. Fakat söylemek başka bir şeydir. Bunu hayata geçirmek, hayata geçirmek için çaba harcamak başka bir şeydir. Bir yandan bunu söylerken bir yandan da kendi yapılarınızı direngen bir biçimde korumak niye? Bu mantığın değişmesi gerekiyor.
Son olarak “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın seçim ittifakı olmadığını sadece deklare etmekle kalmayıp bunu fiiliyatta da gösterecek bir siyaset tarzının izlenmesi gerekiyor.
Diren KESER/MERSİN
Yoruma kapalı.