Alevi Haber Ajansi

Hapislikten firari yazarlığa: Hüseyin Edemir’in adalet mücadelesi-VİDEO

PİRHA – ODTÜ Tarih Bölümü’nden mezun olan ve yüksek lisans yaparken DHKP/C üyesi olmakla suçlanarak tutuklanan, 23 Haziran 2011’de serbest bırakılan ve 10 Eylül 2012’de cezası Yargıtay’da onanan Hüseyin Edemir yeniden yargılanmak istiyor. Edemir, cezaevindeki izlenimlerini, çıktıktan sonra yaşadığı zorlukları ve yeniden yargılanma isteğini PİRHA’ya anlattı.

Haberin Videosu

ODTÜ Tarih Bölümünden mezun olan Hüseyin Edemir Almanya’da Humbolt Üniversitesi’nin ve ODTÜ’nün ortak bir yüksek lisans programına başlamış ilk yılını ODTÜ’de ikinci yılını ise Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayacaktı. Yarıyıl tatilinde nişanlanmak için geldiği İstanbul’da nişanlanacağı gün gözaltına alınıp hemen ardından da tutuklanan Edemir DHKP/C üyesi olmakla suçlanıyordu.

31 Ocak 2010 tarihinde gözaltına alınıp çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklanan Edemir 23 Haziran 2011’de hem 6 yıl 3 ay ceza aldı hem de serbest bırakıldı. Edemir’in tutuklanmasına gerekçe gösterilen belgeler Edemir’in avukatlarına ve kendisine hiçbir zaman gösterilmedi. Tutukluluğu süresince 3 tane cezaevi değiştiren Edemir önce Metris, ardından Tekirdağ F Tipi Cezaevi ve son olarak da Edirne F Tipi Cezaevi’nde yattı.

Edemir’in davasına bakan 12 hakimden 11’i 4 savcıdan da 3’ü FETÖ davasından tutuklu ve çoğu müebbetle yargılanıyor. Cezası Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde 10 Eylül 2012’de onanan Edemir hala firari. Firari halde “C-84” ve “Aşağıdan” olmak üzere iki tane kitap yazan Edemir şimdi tekrar yargılanmak istiyor. Bu yılki Kadıköy Kitap Fuarında imza günü düzenleyen Edemir’in ailesi tekrar yargılanma talebiyle “Adalet Yürüyüşü’ne” de destek verdi. Edemir PİRHA’nın sorularını yanıtladı.

Tutuklanma sürecinden biraz bahseder misin?

Biz nişan yapmak için İstanbul’a geldiğimizde apar topar bir şeyleri halledelim istedik. Arkadaşımla birlikte alış veriş yaparken caddenin başında polisler kimlik sordu. Biz de arkadaşla beraber çıkarttık, uzattık kimliklerimizi. Sonra dediler ki ‘Bizimle karakola gelmeniz gerekiyor.’ Gittim o gece karakolda kaldım. Pazar günü de erkenden işimizi halledelim diye polis arabası falan beklemedik. Ağabeyim geldi arabayla yanımıza da bir polis verdiler. Beraber Beşiktaş’a gittik. Orada bir şeyler yedik, içtik, sohbet ettik. Polis dahil hepimiz şunu bekliyoruz: Gideceğiz mahkemeye, ifade vereceğim ve çıkacağım. Sonra bizi çağırdılar. Küçücük bir odaya girdim. Üç tane hakim vardı. Ama bir mahkeme salonu gibi değildi. Bana birkaç tane basit soru sordular ad soyad falan. Sonra da böyle çok yaygın isimlerden bazılarını sordular. Mesela ‘Ahmet’i tanıyor musun?’ Ben de ‘Hangi Ahmet?’ yani doğal olarak böyle sorular sordum. Bir iki isim daha sordular. Dedim ‘Bu isimlerde tanıdığım insanlar var. Türkiye’deki insanların epey bir kısmı Ahmet.’ ‘Tamam, dışarı çıkıp bekle’ dediler. Dışarı çıktım. Polis geldi dedi ki ‘Tutuklusun. Kusura bakma kelepçe vurmak zorundayım.’ Ellerimi uzattım, kelepçeyi vurdu polis.

Ama şimdi ben bunu nişanlanacağım kıza nasıl söyleyeceğim. Gelmemizi bekliyorlar. Cesaretimi topladım ve Sevgi’yi aradım. Çığlıklar, ne oldu falan filan, bir pat küt ses duydum. Anladım ki Sevgi bunu duyar duymaz bayılmış.

Bir süre sonra tekrar aradım, konuştum ‘Çok kendini üzme, yıkma. Bana bir, iki tane kitap getir’ dedim. O da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını getirmişti. İki cilt halinde. Ailemde bir çanta hazırlamıştı. Çantayı, kitapları falan aldım. Oradan da hapishaneye gittim. Sonra beni Metris Cezaevine teslim ettiler. Orada bir ay kaldıktan sonra Tekirdağ’a gittim.

Tekirdağ’a sürgün mü edildin?

Sürgün değil. Metris bir güzergah için oluşturulmuş bir terminal noktası. Yani insanlar oraya geliyorlar oradan çeşitli hapishanelere dağıtılıyorlar. Özellikle siyasi nedenlerle oraya gelenler F tiplerine gönderiliyorlar. Beni de Tekirdağ F Tipi’ne gönderdiler. Tabi ben Metris’teyken hala neyle suçlanıyorum tam olarak neyle yargılanıyorum onu anlayamadım. Metris’ten gitmeden birkaç gün önce iddianame geldi. İddianameyi aldım neyle suçlandığımı oradan öğrendim.

Neyle suçlanıyordun?

Örgüt üyeliğinden suçlanıyordum. İddianame zaten iki sayfaydı. Sonrasında biz mahkeme huzuruna çıktığımızda dedik ki ‘Nedir bu deliller bir öğrenelim.’ Dediler ki ‘Birinci delil yani 1999 tarihli delil bir bilgisayar çıktısıdır. Yani elimizde buna dair kayıtlar var. Yani bu hard disk midir, cd midir, disket midir? Her ne ise bu kayıtlarda senin örgüte özgeçmiş verdiğin gözüküyor.’ İkinci delil de bir bilgisayar çıktısıydı. Sadece adımın geçtiğinden bahsediyorlardı. Zaten iddianamede de suçlama birinci delil üstüne kuruluydu. Onda da ben yaş itibariyle reşit bile değilim. ‘Getirin bu delilleri bir görelim’ dedik mahkeme heyetine.

Deliller gösterildi mi size?

Deliller bize hiçbir zaman gösterilmedi. Dediler ki ‘Bu deliller Hollanda ve Belçika’da ele geçti. Bunları da falan emniyet müdürüyle falan savcı teslim aldı.’ Bahsedilen savcı ve emniyet müdürü şuan tutuklu ve onların hakkındaki iddialar arasında ‘suç uydurmak ve sahte delil üretmek’ var. Bunların hemen hemen hepsi de ağırlaştırılmış müebbetle falan yargılanıyor.

FETÖ davasından mı?

Evet. Benim davamın FETÖ ile ilgili olan kısmını özetleyecek olursak şöyle: 12 tane hakim baktı benim davama toplamda 5 celsede. 12 hakimden 11’i şuan tutuklu. Bu 11 hakimin hepsinin ortak özelliği FETÖ ile olan ilişkisi. 1 tane hakim dışarıda o da zaten benim tahliyemi istiyordu başından beri. O hakim de iki mahkeme sonra dönemin HSYK’sı tarafından görevden alındı.

Senin davan yüzünden mi görevden alındı?

Benim davam yüzünden mi görevden alındı onu bilemem ama aynı zamanda benim davama bakan mahkeme Balyoz davasına bakan mahkemeydi.

4 tane de savcı var benim davamda bir şekilde imzası bulunan. Bu 4 savcıdan da sadece biri dışarıda üçü içeride. Dışarıda olan savcı aynı zamanda benim davamla ilgili mütalaayı da veren savcı. Bu savcı da benim 3. duruşmamda geldi 4. duruşmamda mütalaa verdi ve mütalaada dedi ki;

  1. Böyle delil olmaz. Bunların delil olup olamadığı belli değil. Kabul edilemez.
  2. Bunlar delil kabul edilse bile suçlama için yeterli değil.
  3. Bu dava zaten zaman aşımına uğramış. Dolayısıyla sanığın tahliyesini ve beraatını istiyorum.

Dedikten sonra bir sonraki mahkemeye gün verildi ve ben hapishaneye gittikten kısa bir süre sonra savcının da görevden alındığını öğrendim.

Benim hakkımda fezleke hazırlayan polisler, iddianame yazan savcılar, hüküm veren hakimler ve kararı onaylayan Yargıtay üyelerinin hemen hemen hepsi aynı zamanda Balyoz davasına da bakan isimlerdi. Şimdilerde belki unutuldu ama 2010, 2011, 2012, 2013 yılı boyunca insanlar hep şunu tartıştılar: Dijital veri delil olur mu? Olursa nasıl olur? Çünkü Balyoz davası bunun üzerine kuruluydu. Benim kararım onandıktan sonra Zaman gazetesinde, Samanyolu Tv’de, CİHAN Haber Ajansı’nda haberler yapıldı. Yapılan haberlerde şöyle bir şey denildi: ‘Balyoz’a emsal karar. Dijital veri delildir.’ Sonradan ben anladım ki Balyoz davasında yargılanan insanları bir şekilde bertaraf etmek, hapiste tutmak veya da işte askeri alandan tasfiye edip yerine kendi adamlarını getirmek için bu Balyoz davasının hükme bağlanması ve kararın onanması gerekiyor. Bunun için de benim davamı bir manivela olarak kullandılar. Yargıçlar aynı, polisler aynı, savcılar aynı. Benim davamı hep onlardan bir adım önde koşturdular.

 “ÇIRIL ÇIPLAK SOYULMAK YETERİNCE ONUR KIRICI BİR ŞEY”

Bize biraz hapishane izlenimlerinden bahseder misin?

Tekirdağ’da çıplak arama uygulaması dışında fiziksel bir zorlamayla karşılaşmadım. Ama çırılçıplak soyulmak zaten yeterince onur kırıcı bir şey. İşte bir sürü insanın ortasında seni tutuyorlar zorla baştan ayağa bütün elbiselerini çıkartıyorlar. Bazılarına daha fazlasını da yapıyorlarmış ben ona denk gelmedim. Bazı insanlara otur, ıkın, makatında bir şey varsa çıksın gibi şeyler söylüyorlarmış. İnsanlar sanki makatına bir şey saklıyormuş gibi.

“F TİPİ VE HÜCRE BAŞKA BİR ŞEY”

Hücreye girdiğimde şöyle bir algı oluştu bende, “Bak demek ki fiziksel şiddet uygulamadıklarına göre koşullar düzelmiş.” Ama uzun süre kaldıkça anlıyorsun ki zaten fiziksel şiddet uygulanmaması gerekir. Ama F tipi ve hücre başka bir şey. İnsan psikolojisine ve insana dair köklü değişikliklere neden oluyor. Ben hapishaneye girmeden önce başka bir insandım çıktıktan sonra başka bir insan oldum. İnsanların tecride karşı çıkmasının, direnmesinin, hücreler kapansın demesinin nedenlerini çok daha iyi anlıyorsunuz.

“HER ŞEY PROBLEM”

Hapishanede her şey problem. Doktora gitmeniz, tedavi olmanız, mektup yazmanız, araştırmanız, okumanız… En çok sıkıntı çektiğim şey şuydu: Mesela aklıma bir şey geldiyse o an onu öğrenemediysem çok huzursuz oluyorum. Hapishanede bazen aklıma bir şey geliyor cevabını bulamıyordum.

“HAPİSHANEDE HER ŞEY İPOTEK ALTINDADIR”

Hapishanede her şey vardır aslında. Yani kapı, pencere, hava, yemek, kitap vardır ama bunların hepsi ipotek altındadır ve size karşı kullanılır. Kapı vardır ama anahtarı başkasındadır. Kitap vardır ama okuyup okumayacağınız size verip vermemelerine bağlıdır. Mektup vardır ama o mektubu isterlerse gönderirler istemezlerse göndermezler. Dolayısıyla da sizin iradenize yönelik inanılmaz bir saldırı hissediyorsunuz, oluyor da zaten.

Hapishanede yazmaya nasıl başladın?

Aslında hapishanede yazmayı değil okumayı tercih eden bir insandım. Ama hapishanede iletişim kurmak istiyorsanız yazmak zorundasınız. Çünkü yan hücredeki insanlarla yazarak anlaşıyorsunuz. Aradan biraz zaman geçince ben kendi kendime dedim ki ‘Ben bir yazmayı deneyeyim.’ Çünkü eğer ben hapishanede uzun kalacaksam sadece okuyarak bu dönemi geçirmeyeyim. Başladım o zaman bir roman yazmaya. Bir defteri bitirecek kadar da yazdım. 140 sayfalık A5 boyutunda bir defteri bitirdim. Daha çok arkadaşlık, dostluk ilişkileri üzerine giden bir kitaptı. Sonra kendi mahremiyetim gibi hissettim ve aramalarda falan kimsenin eline geçmesin diye yaktım.

‘BENİ DE AL’ KAMPANYASI

Nasıl tahliye oldun?

İkinci duruşmadan sonra insanlara mektuplar yazmaya başladım gazetelere, aydınlara, sanatçılara, arkadaşlarıma. Onlar da bir kampanya başlattılar “Beni de al kampanyası.” O kampanya etkili oldu çıkmamda. “Beni de al” şuradan geliyor bununla ilgili bir türkü de yaptılar. Türkünün adı da “Beni de al” idi. “Madem Hüseyin içerde beni de al. Çünkü biz onun masum olduğuna inanıyoruz. Onun hapishanede kalması haksızlıktır, onu alıyorsanız beni de alın.” Bu kampanya sürecinde kamuoyundan gelen tepkilerin güçlü olması üzerine beni bıraktılar.

Cezaevinden çıktıktan sonra toplumun sana bakışı nasıl oldu?

Belirli bir kesim insanın bunu üzüntüyle karşıladığını biliyorum. Hani yazık oldu eğitimine, hayatına falan. Bu cezayı almam, bu cezanın onaylanması, sonrasında yaşadıklarım aynı zamanda beni böyle sosyal açıdan falan da kıskaca aldı. Neredeyse hiç arkadaşım kalmadı gerçekten de. Ben sosyal bir insandım. Telefonumu kapattım, sosyal medya araçlarını kullanmadım falan bunların da etkisi oldu.

Cezaevinden çıktıktan sonra ne yaptın?

Ankara’ya gidip ODTÜ’de derslerime başladım. Meclis’te CHP Milletvekili Veli Ağbaba’nın danışmanlığını yaptım. O sırada şöyle bir şey yapmaya çalıştım: Yargıtay’da benim dosyam var. Avukatlarım zaten duruşmalı istemişlerdi. Duruşmalı cezanın azlığından dolayı kabul edilmeyebilirdi ama ben Yargıtay’da kendimi savunmak istiyorum, karar verecek hakimlere falan kendimi anlatmak istiyorum. Çünkü dedim ki ‘Belki dosyayı açmazlar, belki incelemezler.’ Hala da aklımda o soru işaretleri var. Benim davamdan ceza çıkmaması lazım. Ben bunu bir anlatayım, bir an önce bu iş bitsin, ben de gidip Almanya’da falan eğitimimi tamamlayayım. Bu hesapları yaparken 2012’nin 2 Kasım’ında cezamın onandığını öğrendim.

C-84 ve Aşağıdan olmak üzere iki tane kitabın var. Bu kitaplarda neyi anlattın?

C-84’ü yazmaya başladığım zaman hayatımın en büyük acılarını yaşadığım zamanlardan biriydi aslında. Babamın vefatından iki ay falan sonraydı. C-84 hapishanenin belki de böyle en acı tarafını anlatan ama hapishane üzerinden de aynı zamanda insan gerçekliğini, Türkiye’nin bir dönemini anlatan bir kitap oldu. Kitabı boşanma sürecimin en sıcak döneminde bitirdim. Kitap Notabene yayınlarından çıktı.

C-84’ü bitirdikten sonra başka bir tarzda bir kitap yazmak istiyordum. 28 Şubat’ı İslamcılar açısından değil bir de diğer mazlumlar açısından okuyalım. Ama İslamcıların da o dönemde ne olduğunu, neler yaptığını görelim diye bir kesit romanı yazdım. O dönemi seçmem de bir tesadüf değil. Çünkü mevcut iktidarın söylemsel olarak yükseldiği ve ayaklarını bastığı noktadır 28 Şubat. Ama 28 Şubat’ın yaygın söyleminin ötesinde kalan, gölgelenen hatta üzeri örtülen neymiş onlar açığa çıksın istedim. Çok fazla insandan mesaj aldım kitapla ilgili eleştiriler aldım. En çok ta ‘Bunun devamı ne zaman gelecek?’  tarzında sorulardı.

Peki devamı gelecek mi?

Gelecek. Aşağıdan 1998 yılının Eylül ayını anlatıyor. Eylülün birinde başlıyor Eylülün otuzunda bitiyor.

Bir Türkiye tarihi meselesiyse yani Türkiye’nin son dönemine dair bir şeyse sonu öyle bir son olsun ki dedim hem bir roman sonu olabilsin, hem de istersem ben bunun devamını da yazabileyim öyle bir son yaptım. Başarmışım gibi gözüküyor.

Şuan firarisin. Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?

Yargıtay’dan gelecek cevabı bekliyorum. Yeniden yargılanmak istiyorum. Bana yapılanın büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bunun için de kendimi anlatmak istiyorum insanlara.

Suay ABAK/İSTANBUL

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak