PİRHA – İHD Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, cemevlerini Kültür Bakanlığı’na bağlayan yasaya ilişkin “Osmanlı’nın devamı noktasında yürüyen bir süreç var. Buna karşı da toplumsal mücadele gerekir. Dünyada İnsan Hakları Hukuku anlamında gelinen nokta şudur; hangi inanç grubu kendisinin nasıl tanınmasını istiyorsa siz onu öyle tanımak zorundasınız” yorumunda bulundu.
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile cemevlerini Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlama girişimi, tartışmaları da beraberinde getirdi. Hukukçular, yasayı inanç özgürlüğüne aykırı olarak değerlendirirken, Alevi toplumunun da itirazları süre gidiyor.
“HUKUKİ GİRİŞİM KONUSUNDA UMUTLU DEĞİLİM”
İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Av. Öztürk Türkdoğan da cemevlerini Kültür Bakanlığı bünyesine alan yasayı eleştirenler arasında. Türkdoğan, mevcut Anayasa’daki cumhurbaşkanının yetkilerine işaret ederek yasal boyutuyla Cemevi Başkanlığı hakkında şu değerlendirmeyi yaptı:
“Yasal boyutu ile birkaç noktadan yaklaşmak gerekir. Birincisi, biliyorsunuz yasa Meclis’te görüşülürken Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Alevi Bektaşi kültür ve Cemevi Başkanlığı kuruldu. Yeni anayasada cumhurbaşkanının bu tarz yetkileri var. Cumhurbaşkanı idari teşkilatla ilgili kararname ile düzenleme yapabiliyor. Bu kanun hükmünde ve dolayısıyla kararnameye karşı ancak ve ancak ana muhalefet partisi, Anayasa Mahkemesi’nde bir dava açabilir teknik olarak. Yine o kararname ile bağlantılı olarak sözleşmeli personel çalıştırılmasına dair esaslar da yönetmelikte mevcut. Orada da çeşitli yeni pozisyonlar ihsas edildi. Buna karşı doğrudan doğruya Danıştay üzerinden bir Anayasa’ya aykırılık iddiasıyla dava açılabilir. Dolayısıyla şu anda Alevi örgütleri sadece ana maalesef partisinin Anayasa Mahkemesi’nde açacağı dava değil, sözleşmeli personel çalıştırılmasına dair usul ve esaslardaki değişiklik üzerinden de Danıştay üzerinden bir dava açabilirler.
Peki bu davanın karşılığı ne olacak? Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir resmi ideolojisi var. Bu ideoloji Anayasa’nın başlangıç kısmında tanımlanmış ve özellikle de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı Anayasal güvence altına almış. Yani Anayasa Mahkeme’sinin yapacağı yorum Anayasa 90. Madde’ye göre mi olacak? Yoksa ‘Anayasa 90’ın usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş uluslararası insan hakları sözleşmeleri kanun hükmündedir. Anayasa’ya aykırılıkları ileri sürülemez’ hükmüne mi dayanacak yoksa doğrudan doğruya uluslararası hukuku bir kenara bırakıp mevcut Anayasa ve kanunlara mı dayanacak?
Bunu göreceğiz ama anlaşılan o ki Anayasa Mahkemesi’nin birleşimine baktığımızda yani atanan yargıçların atanma dönemlerine baktığımızda çok kuvvetle muhtemel bu siyasal iktidarın gerçekleştirdiği kanunlar çok bariz olarak Anayasaya aykırı değilse hep reddedildiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bu noktada açıkçası umutlu olmadığımı belirtmek isterim.”
“BÜTÜN UMUDUN HUKUKSAL BAŞVURUYA BAĞLANMASINI DOĞRU BULMUYORUM”
Öztürk Türkdoğan, geçmiş yıllarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Alevi toplumunun talepleri konusunda aldığı kararlara da işaret etti. Türkdoğan, Türkiye’deki hukuk işleyişinin zayıfladığını ifade ederek şöyle devam etti:
“Çünkü aynı Türkiye, cemevlerinin ibadethane sayılması ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararına uymadı. Yeni aynı Türkiye din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne uymadı. Ve bugün Türkiye bu noktada Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi izlemesi altında. Dolayısıyla bütün umudun hukuksal bir başvuruya bağlanmasını doğru bulmuyorum. Bu bir süreçtir. Meseleye biraz siyasal biraz inançsal biraz da toplumsal mücadele dinamikleri bakımından bakmak gerekir. Türkiye’deki Alevi Bektaşi toplumu ne istiyor ve istekleri ne kadar karşılandı ne kadar karşılanmadı?
Şimdi bu isteklerin bazı kısımları karşılanmış gibi gözüküyor. Maddi anlamdaki hususları kastediyorum… Fakat en önemli kısmı karşılanmadı. Neydi o? Tanınma konusu. Yani Alevi Bektaşi inancı kendisinin bir inanç, cemevlerinin ibadethane olarak tanınmasını istiyordu. Aslında istekleri çok basit. Hatta bütün bunlara da gerek yoktu. Mevcut kanunlarda ‘ibadethane’ olarak sayılan cami, kilise, sinagog gibi yerlere sadece ‘cemevleri’ yazılması yeterliydi. Yani bitişik yazılırsa tek kelime, ayrı yazılırsa iki kelimelik bir değişiklik yeterliydi aslında. Talebin özü tanınmaydı. Bu noktada hukuksal bakımdan elbette ki mücadele sonuna kadar yürütülmelidir. Yani Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin din ve inanç özgürlüğü ile ilgili genel yorum ve karar beyanları vardır. Bir topluluk kendi inancını nasıl tanımlıyorsa devlet olarak o tanımı kabul etmek zorundasınız.”
“ASİMİLASYON SÜRECİNİ FARKLI BİR BOYUTTA YÜRÜTMEK İSTİYOR”
İHD Eş Genel Başkanı Türkdoğan, tüm itirazlara rağmen AKP iktidarının Alevilik tanımlamasının da kabul edilemez olduğunun altını çizdi. Türkdoğan, Alevi inancına doğrudan devlet müdahalesi söz konusu olduğunun altını çizerek şöyle devam etti:
“Kendinize göre bir tanım yapamazsınız. Yani Sünni İslam anlayışına göre bir tanım yapamazsınız. Kaldı ki farz edelim ki Sünni İslam anlayışının bir alt mezhebi veya bir alt tarikatı gibi değerlendirdiniz. Böyle mi olmalıydı? O mantıkla bakarsak da yine böyle olmamalıydı. Eğer bu şekilde bakıyorsanız o zaman bir ibadethane olarak cemevlerini tanımanız gerekirdi. Bunu bile yapmadınız. Yani aslında burada doğrudan doğruya bir devlet müdahalesi var. Devlet, resmi ideolojisine uygun bir müdahalede bulunuyor.
Uzun yıllar Alevi toplumu asimile edilemedi. Bu asimilasyonun kırılmasında cemevlerinin çok önemli bir rolü olduğunu saptamak gerekiyor. Çünkü birçok insan, cemevlerindeki pirlerinin inancı öğretmesi sayesinde Aleviliğin ne olduğunu öğrendi ve asimile olmaktan kurtuldu. Şimdi devlet bunu gördü ve cemevlerini bir kültür merkezi haline getirerek doğrudan doğruya kendi bakanlığına bağlayıp aslında bu asimilasyon sürecini farklı bir boyutta yürütmek istiyor. Bunun Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde yapılan uygulamaları var.
Osmanlı padişahı Yavuz’un Türkmen Alevileri katletmesi sürecinden tutalım, bütün bu katliamlara baktığınız zaman bunun Osmanlı’nın devamı noktasında yürüyen bir süreç olduğunu kabul etmek gerekir. Bu da toplumsal mücadeleyi gerektirir. Bir inanç mücadelesi, bir siyasal mücadele gerektirir. Ama dünyada İnsan Hakları Hukuku anlamında gelinen nokta şudur; hangi inanç grubu, hangi topluluk, kendisinin nasıl tanınmasını istiyorsa siz onu öyle tanımak zorundasınız.”
Eren GÜVEN/ANKARA
Yoruma kapalı.