PİRHA – 1975 yılında yayın hayatına son vermek durumunda kalan ‘Aşıkça’ dergisinin serüveni sürüyor. Derginin emektarları Hüseyin Gürbüz ile Ozan Selahattin Dündar, ozanlık geleneğini ayakta tutmak için mücadele yürüttüklerini belirterek “Dadaloğlu’nun yazdığı bir şiir Karacaoğlan’a ya da Ruhsati’nin yazdıkları başka birisine mal edilmişse bunları belgeleri ve doğruları ile yansıtmak istiyoruz” dedi.
İlk sayısı 1975 yılında çıkan ve aynı yıl yayın hayatına son vermek durumunda kalan ‘Aşıkça’ dergisi bugün yeniden serüvenine devam ediyor. Üç ayda bir okuyucuya ulaşan dergide, ozanların yaşantılarından kesitler, kültür-sanat dünyasına dair makaleler ve şiirler bulmak mümkün.
44 Yıl aradan sonra yeniden hayat bulan Aşıkça kültür ve sanat dergisinin tarihçesini Hüseyin Gürbüz ve Selahattin Dündar’dan dinledik.
Hüseyin Gürbüz, derginin sahibi ve aynı zamanda halk ozanı Ali Gürbüz’ün oğlu. Ozan geleneğini aileden yakinen bilen Gürbüz, aynı zamanda Ankara’da matbaacılık yapmakta.
44 YILIN ARDINDAN OLUŞAN ISRARIN NEDENİ…
Hüseyin Gürbüz, Aşıkça dergisini ilk olarak 1975 yılında çıkartabildiklerini, ancak dönemin şartları gereği birkaç sayının ardından tekrar yayına son verdiklerini aktardı. 2019 yılında yeni bir sayfa açan Gürbüz, “Aşıkça dergisinin ortaya çıkma nedeni içimizdeki bu uhde aslında” diyerek amaçlarını anlattı. Hüseyin Gürbüz, “Babamın anılarını, ozanlık geleneğini yaşatmak adına” yola çıktıklarını söyleyerek şu aktarımda bulundu:
“Eksik olan bir şeyi gündeme getirmek, tarihe yazılı bir belge sunmak adına yola çıktık. Ozan olarak saygı duyduğum Selahattin Dündar ile birlikte bu işi netleştirdik ve aramıza sevgili üstat Hasan Kaplani’nin de katılımıyla hızlı bir yol aldık. Genel Koordinatör olarak işe başlayan Hasan Kaplani’nin katkıları ile dergi bugüne kadar geldi. Eksik olan bir şeyi ortaya net olarak çıkarttığımıza inanıyoruz. Akademik bir unvana sahip olan bir dergi Aşıkça. Bütün akademik ortamda ve okuyucular tarafından ciddi olarak beğenilmekte. Burada tek amacımız var o da yanlış bilinen bazı durumların doğrularını yazmak ve tarihe mal etmek.
Geçmiş yıllarda yazılı bir meta olmadığı için ozanların şiirlerini, türkülerini başkalarına mal edip bunun üstünden okuyan arkadaşlarımız oldu. Biz de doğruları belgeleri ile ortaya koymak istedik. Zaten yazı kadromuzda da Türkiye’nin en önemli şahsiyetleri var. Halk folklorü adına ozanlık geleneği ile ilgili bilgi ve becerilere sahip, ellerinde belgeleri olan insanlarla yola çıkarak bu dergiyi ortaya getirdik. Tek dileğimiz, derginin çok uzun ömürlü olması yönünde. Buna halk ozanlarımız, akademisyenlerimiz, yazarlarımız, halkımız sahip çıkar diye umuyorum.”
“OZANLARIMIZIN ŞİİRLERİ DEĞİŞTİRİLEREK OKUNMUŞ”
Hüseyin Gürbüz, mücadele amaçlarını “sanat adına doğruları ortaya dökmek” sözleriyle özetleyerek şöyle devam etti:
“Bu dergi ortaya çıktığı zaman sanatsal değerini de ortaya çıkartmak zorundayız. Doğru insanlarla, yazım ve belgelerle sunum yapmak asıl amacımız. Bunu yaparken salt işte ‘dergi bir çıksın da okur iyi bulur ya da bulmaz’ meselesi değil amacımız. Geçmiş yıllarda ciddi anlamda bize ait kaynakların olmaması sebebiyle şikayet edip ‘bizim sadece belgelerimiz mezar taşları falan’ deniliyordu. Şimdi ise bazı şeylerin dinlenerek, söylenenleri burada belgeleri ile ortaya koymayı amaçlıyoruz. Örneğin Dadaloğlu’nun yazdığı bir şiir Karacaoğlan’a mal edilmişse ya da Ruhsati’nin bir şiiri başka birisine mal edilmişse bunları belgeleri ile doğrularını orada yansıtmak istiyoruz. Hatta belli dönemlerde geçmişteki ozanlarımızın şiir ve türküleri kelimeleri, cümleleri değiştirilerek okunmuş. Biz bunların belgeleri ile doğrularını yazmak istiyoruz.
Bizim okuyucu kitlemiz halkımız ama ozanların dışında bu işe gönül veren birçok akademisyen var. Ne yazık ki bizim temsil ettiğimiz, onların doğruları bilmesini istediğimiz ozanlarımız, sitem ederek söylüyorum, dergimize pek gönül vermediler.”
“BU GELENEĞİN YAŞAYACAĞINI İNANIYORUZ”
1975’te yola çıktığımızda bir sendikacı arkadaşımız vardı. Selahattin Dündar yine yanımızdaydı. O dönemde güçlü bir kadro bulmak çok zordu. Şiir yazıyor ve çok basit meseleleri sadece dile getirebiliyorduk. Örneğin ‘TRT’de neden ozanlar yok’ başlığı gibi. Örneğin ‘Konserler düzenlendiği zaman ozanlar emeğinin karşılığını alamıyor.’
Türkü söylendiği zaman ozanlar içeriye atılıyordu. O dönem bu konular vardı. Bu dönem ise çok farklı. Çünkü çağımız bir anda ortaya görsel ve yazılı basını ile hemen kitlelere ulaşabilen bir duruma geldi. Bunun yanında biz ozanlık geleneğinin de gelişmesini istiyoruz. Geçmiş yıllarda ‘İşte Aşık Veysel öldü ozanlık bitti. Mahsuni gitti türkü bitti’ gibi söylemler vardı. Bunun bitmediğini, bitmeyeceğini, dünya yaşadıkça bu geleneğin yaşayacağını inanıyoruz. Onun için buradayız ve bunu yapmak istiyoruz.”
“GÜVERCİN SOKAKTAKİ O MATBAA ADETA KÜLTÜR NOKTASIYDI”
Derginin emektar isimlerinden birisi de Halk Ozanı Selahattin Dündar. Asıl mesleği öğretmenlik olan Dündar, lise çağında ozanlığa heves saldığını belirtti. “Şu anda bir halk ozanı olarak toplumun kültürel deryasına hizmet etmekteyim” diyen Dündar Aşıkça dergisi serüvenine nasıl dahil olduğunu şu sözlerle anlattı:
“Çeşitli platformlarda kültür üzerine yoğunlaşıp çalıştıktan sonra 1973 senesinde Aşık Ali Gürbüz ve ardından Hüseyin Gürbüz ile yolumuz kesişti. 1972 senesinde Halkevleri genel merkezinde hem saz hem de ses kısmında halk ozanı olarak görev yapıyordum. Darendeli bir dostumuz Remzi Yazıcıoğlu beni Ali Gürbüz ile tanıştırdı. Ali Gürbüz’ün Ankara’nın Ulus semtinde Güvercin Sokak’ta bir matbaası vardı. Mütevazi bir matbaaydı ama bir anlamda kültür noktasıydı orası. Bütün ozanlar, sanatçılar orada buluşurdu. Dolayısıyla Hüseyin Gürbüz’le de orada tanıştım. 1975’te Ozanların Sesi isimli bir dergi çıkartıyordu. İçerisinde ben de vardım. Birkaç sayı çıkardı fakat o günkü koşullarda çok fazlaca yürütülemedi. Aradan yıllar geçti ve Hüseyin Gürbüz bana ‘İçerimde bir uhde kaldı. Hem babamın zamanında çıkardığım dergiyi çıkarmak, onun da ötesinde kültüre hizmet etmek istiyorum. Bir boşluk var’ dedi. Halk ozanlarının kültür gelenekleri ile ilgili bir çalışma ile yapmak istedi. Bir karar aşamasında olduğunu ve ‘Bana destek olur musunuz? diye sordu. Benim destek oluşum ise daha çok yazı, döküman toparlama ve şiirler konusunda oluyor.”
“KENDİMİ SAVRULAN BİR YAPRAK GİBİ HİSSEDİYORDUM”
Ozanlık geleneğinin devam etmesi için hizmet ettiklerini belirten Selahattin Dündar, dergi çalışmasının kendisinde yarattığı hissiyatı da anlattı. Dündar, “Önceden kendimi savrulan bir yaprak gibi hissediyordum. Her ne kadar kitaplarım kasetlerim yayınlanmış olsa da gelecek nesillere istediklerimizi aktaramama gibi bir his vardı. Ama şimdi kendimi daha güvende hissediyorum. Çünkü yüzyıllar da geçse elimizde Aşıkça dergisi gibi bir dergi var ve bütün geleneğe ait detaylar, arzu ettiklerimiz, gelecek nesillere bu vesile ile aktarılacaktır” ifadelerini kullandı.
Selahattin Dündar, Aşıkça dergisinin büyük bir boşluğu doldurduğunun altını çizerek sözlerini şu cümlelerle sürdürdü:
“Bir arkadaşımız ‘Mezarlıklardan başka geçmişe yönelik materyalimiz yok’ demişti. Geçmişten bu yana yazılı bir kaynağımıza rastlamak çok zor. Hele ki bin yıl öteye gidince hiç yok. Tek tük belki bulabiliriz. Aşıkça dergisinin yazılı kaynak olarak gelecek nesillere aktarılmak üzere önemli bir boşluğu doldurduğunu ifade edebilirim.
“GÜNEŞ BİR GÜN SÖNER, KÜLTÜR VE SANAT ASLA”
Aşıkça dergisi 1975 yılında çıkmış olan Halk Ozanları dergisinin kökleri üzerinde devam etmekte. Ot kökü üzerinde biter hesabı. Bir eğitimci ve ozan olarak şunu söyleyebilirim ki Aşıkça dergisinin şu andaki mevcut konumu büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Kazakistan’dan Azerbaycan’a, İran’dan tutun Makedonya’ya ve Anadolu’nun her yeri, yani aşıklık geleneğinin sürdürüldüğü her yerin mutlaka yazıları, araştırmaları mevcut. Değerli bilim insanları da buralarda yazılar yazmakta. Ayrıca Aşıkça dergisinin üzerinde yürüdüğü bu kadim geleneğin önemine değinmek istiyorum. Bana göre kültür, bir ulusun birlikte olma harcıdır. Ancak o harç ile birlikte olabilir ve ben şöyle diyorum; güneş bir gün söner kültür ve sanat asla. Aşıkça dergisinin çıkışında bir diğer emeği olan kişi Ozan Hasan Kaplani’dir. İftihar ederek söylüyorum ki Kaplani benim de öğrencimdir. Ozan Kaplani de şu anda genel koordinatörümüz olarak bu görevi üstlendi.
Bizim öteden beri sürüp gelen ilişkilerimizde öğretim kurumları ile bağımız var. Ben de aynı zamanda okullarda aşıklık geleneğinin sürdürülmesi için dersler veriyorum. Üniversitelerde dahil olmak üzere her gören akademisyen, kurum-kuruluş Aşıkça dergisini gerçekten bağrına basıyor, hayretler içerisinde karşılıyor. Şu anda sahiplenilme anlamında biraz umutsuz olsak da geleceğe yönelik Aşıkça dergisi büyük bir güçle daha geniş bir kadro ve tiraj ile çıkacak ve nesillere bu geleneği sürdürmek için önemli bir kervanı omuzlayıp götürecektir.”
Eren GÜVEN/ANKARA
Yoruma kapalı.