RIZA HÜSEYİN
Tarihsel süreç içerisinde din toplumsal kontrol mekanizmalarından en önemlisidir. İlk günlerde insanların pratik dünyada anlamlandıramadığı olaylar karşısında örgütlenmenin sonucu olarak doğmuştur. Zamanla gündelik hayatın tamamını kaplamakla birlikte tamamen pratik hayatın kendisi olmuştur. Evlilikten ticarete sosyal hayatın bütün pratiklerini belirleyen bir niteliğe bürünmüştür. Örneğin ilk muhasebe defterlerini Sümer tapınaklarının rahiplerinin tuttuğu artık herkesin malumudur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, her dinin ortaya çıkmış bir ekonomik altyapının sonucu olmasının yanında, o yapının sağlamlaştırıcı harcı olmasıdır da aynı zamanda.
Bir anlamda din sınıflı toplumun veya toplumsal örgütlülüğün sonucu devletin ortaya çıkmasıyla da ilişkilidir. Sınıflı toplum öncesinde belirli bir tecrübeye veya ortak kabule dayalı, tamamen eşitlikçi olan topluluk liderliği olgusu, sınıflaşan toplumla beraber kendisine daha güçlü bir referans bulma ihtiyacı duymuştur. Bu referans doğal olarak Tanrı kavramını yedeğine alırken, devlet ve yönetici sınıfın konumunu daha da sağlamlaştırmıştır. Kısacası doğal örgütlenmeler zamanla insanların üzerinde ve onlardan tamamen uzaklaşan bir yapıyı doğurmuştur. Burada toplumların kendilerine yabancılaşmasının ürünü olarak oluşan iki yapıdan bahsediyoruz; bu yapılardan birisi din diğeri devlettir. Bu iki yapı da zorunlu olarak birbirine ihtiyaç duyar, birbirini gerektirir. Çünkü ikisi de zorunlu bir hiyerarşinin sonucu olmakla beraber, kendisine koşulsuz itaat edilmesini dayatır. Geçmişe gitmeden de günümüzde her devletin bir dini olduğu gibi, her dinin de bir devlete ihtiyacı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Tabi bütün bu değerlendirmeler, ortaya çıktıkları zamanlarda (en azından) tek tanrılı dinlerde bir başkaldırı veya itiraz olmadığı anlamına gelmemektedir. Günümüz itibariyle bu olumlu durum da tek başına dinleri masum kılmamaktadır. Sosyolojik olarak her yapı gerekli zaman ve mekânda dönüşümünü sağlayamadığı sürece yozlaşır ve özünden uzaklaşır. Dinlerin günümüzdeki durumu buna en iyi örnektir.
İslam bu topraklarda sadece emperyal bir devlet algısının malzemesi olmaktan öteye bir anlam taşımamıştır. Sonuç itibariyle İslam da bir dindir ve birden fazla devletin ideolojik altyapısını oluşturmaya da devam etmektedir. Öyle bir dindir ki Cumhuriyet’in kuruluşunda referans olmaktan çıkarıldığı söylendiği zaman bile en güçlü referans olma özelliğini kaybetmemiştir. Bu güç tam olarak nereden gelmektedir, kendi doğasında olan bir güç müdür yoksa sınıfsal ilişkilere aracı olma yeteneğinin bir sonucu mudur, bu konuda farklı değerlendirmeler mümkündür. Yukarıda da değindiğimiz gibi devlet ve dinin içiçeliği özellikle yaşadığımız topraklarda daha belirgindir. İslam’ın bu toprakların baskın inancı olmaya başladığı zamandan günümüze devletle olan ilişkisi çok güçlü olmuştur. Elbette bu sadece İslam’a özgü bir durum değildir fakat önemli devrimler yaşamış, toplumsal dönüşümler geçirmiş Batı’da bu durum 500 yıllık bir kesintiye uğramıştır. En azından göreceli olarak din devletin bir meşrulaştırma aracı olmaktan çıkarılarak, bireyin gündelik yaşamı içerisine yerleştirilmiştir. Çünkü dinin yerini almış olan kocaman bir kapitalizm olgusu ortaya çıkmıştır orada ve bu da uzun bir tartışmayı gerektirir. Toplumsal dinamiklerin yetersizliği veya devlet mekanizmasının toplum içerisindeki örgütlü yapısı (buna devletin ideolojik ve zor aygıtının sıkı örgütlenmiş olması da diyebiliriz) Batı’da yaşanan durumun bu topraklarda yaşanmasına engel olmuştur. Bir nevi devlet dininin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çünkü Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar devletin içinde bulunduğu bütün çıkmazlarda İslami söylemden vazgeçilmemiştir. Peki, böyle olmasının nedeni ne olabilir? İslam’ı bir devlet argümanı haline bu kadar kolay getiren nedir? Elbette öyle kısa cevaplarla geçiştirilebileceğimiz sorular değil bunlar fakat elimizden geldiğince, en azından üzerinde bulunduğumuz topraklar açısından durumu irdeleyebiliriz.
Kısa bir giriş olması itibariyle İslam’ın ilk zamanlarına baktığımızda Peygamber’in ölümüyle beraber başlayan ve sonu neredeyse gelmeyen bir iktidar savaşı görürüz. Öyle bir iktidar savaşı ki kutsal bütün referansları aynı olduğu halde, peygamberin torunlarını katletmekten endişe duymayan bir iktidarla karşılaşırız. Bunu yapmakta olan gücün kendisini Peygamber’in devamı olarak nitelemesi de ayrı bir çelişkidir. Konuyu buradan Osmanlıya kadar getirdiğimizde yaşadığımız topraklarda dinin niteliği hakkında daha net fikirler elde edebiliriz.
Osmanlı tarihte İslami referansı en yoğun kullanan imparatorluk olarak bilinir. Resmi tarihçilere kalırsa ezelden ebede kadar Türkler Müslüman’dır diyebilecekleri gibi, Osmanlı’nın başlangıçta bir İslam devleti olarak kurulduğunda ısrar edecekleri de kesindir. Fakat artık böylesi su götürür gerçeklerin dışında da kaynaklara ulaşabilmek mümkün olduğu için böyle olmadığını rahatlıkla anlamak mümkün. Birbirinden farklı inanç gruplarının şekillendirdiği coğrafyada İslam’la karışık, geçmişten getirdikleri pagan inançlarının bir sentezini yaşamakta olan bir beyliktir Osmanoğulları. Bu beylik de diğer bütün diğer beylikler gibi yok olmamak için genişleme ihtiyacı duymakta ve etrafındaki beyliklerle bu çerçevede ilişkiler kurmaktadır. İçinde bulunduğu coğrafyada İslam dışındaki dinlere mensup yapıların fazla olmasından dolayı onlarla nispeten daha esnek ilişkiler geliştirerek bir nevi ortaklaşa yaşamı kotaran beylik zamanla devletleşir. Devletleşmek aynı zamanda kurumsallaşmış bir dini de dayattığı için İslam vurgusu hız kazanmaya başlar. Bu vurgu öyle bir hal alır ki beylik döneminde ilişki kurmaktan sakınmadığı Hristiyan topluluk “kâfir” olurken, şehzadelerin aralarına girmekte sakınca görmedikleri Batıni mezhepler “sapkın” olur. Öyle ki emperyal bir amaçla işgal edilen Konstantiniye saldırısına dinsel referans dahi ayarlanmıştır; o referans “Konstantiniye elbet bir gün fetholunacaktır, onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır” diye bilinen ve Peygamber’in hadislerinden olduğu iddia edilen sözdür. Fakat burada devreye giren yine devletin referansı olarak kullanılan din argümanından başka bir şey değildir. Çünkü Peygamber’in söylediği iddia edilen yukarıdaki söz başka bir emperyal devlet oluşturmaya çalışan Emevilerin lideri Yezid’in (İstanbul’u işgal eden ilk Müslüman komutan) kendisi için yazdırdığı ve hadis kitaplarına koydurttuğu sözdür. Burada dinin özellikle de İslam dininin iktidar sürecinde araçsallaştırmaya ne kadar açık olduğu da gözler önüne serilmektedir. Osmanlı’ya tekrar gelirsek; daha düne kadar Kalenderi tarikatının içine kadar girmiş, ibadetlerine katılmış ve onlardan biri olmayı bile düşünmüş olan bir padişahın (Fatih) iktidarı alır almaz bütün Kalenderi tekkelerini yıkarak dervişlerini katletmesi de dikkat edilmesi gereken bir husustur. Bu anlatılanları Bektaşi Dergâhı’nda yaşananlar üzerinden de değerlendirebiliriz; örneğin bir zamanlar sapkın diye tabir edilen Batıni hareketlerin merkezi olan dergah, Osmanlı’nın emperyal ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden dizayn edilmiştir. Böylece Osmanlı Balkan topraklarındaki emperyal amaçlarına Bektaşi Dergâhı’nın esnetilerek ucubeye çevrilmiş olan inanç yaklaşımıyla ulaşmıştır.
Geçmişte bunlar olurken yakın tarihte din argümanı daha mı farklı kullanılmıştır acaba diye sorabiliriz ama cevap hiçbir şeyin değişmediğidir. Çünkü sadece bir isim değişikliği söz konusudur. Nitelikler tamamiyle aynı olmakla beraber, ortaya çıkan devlet eskinin daha sınırlı alanda hareket eden ve günün gereklerine uygun şekilde tasarlanmış şeklinden başkası değildir. Cumhuriyet boyunca adı konmamış bir şekilde değişik Sünni tarikatlara mensup isimler, devletin önemli mevkilerinde söz sahibi olmuşlardır ve bu uygulama laiklik adı altında yapılmıştır. Burada da İslam önemli oranda devletin meşruiyetini sağlamak için kullanılırken sadece biraz şekil verilmek istenmiş fakat bugün itibariyle başarısız olduğu ortaya çıkmıştır.
Tarih boyunca devletleşmenin en önemli aracı halindeki İslam’la Kızılbaşlık nerde çatışmıştır? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Devletleşmeden önce güç sahiplerinin rahatlıkla kendilerine yakın buldukları Kızılbaş (veya aynı niteliklere sahip diğer) unsurlar neden devletleşme sürecinden sonra olağan düşman konumunu almaktadırlar? Bu sorunun cevabı inançsal farklılıktan çok devlet olgusunun sınıfsal temellerinde yatmaktadır. Bu sınıfsal ayrımlar doğal olarak İslam’ın içerisinde şekillenmiş ama Peygamber’in ölümünden sonra tamamen netleşmiştir. Örneğin Rafızî ve Harici v.b gibi grupların muhalefeti bunun en iyi örnekleridir. Bu dönemde İslam tam bir ayrışma dönemine girerken sınıflar da gerçek anlamda ortaya çıkmıştır. Kızılbaşlar da günümüze gelmeden önce İslam içerisindeki ilk şeklini bu aşamada almıştır ve ortaya çıkan muhalefeti kendisine koruyucu kimlik olarak benimsemiştir. Ayrıntılara girmeden ifade etmek gerekirse; geçmişten bugüne Kızılbaşlık olgusunu şekillendiren özellikler, sınıfsal anlamda devlet aracına karşı sürekli muhalif olmasından gelmektedir. Bu sınıfsal muhalefet İslam içerisinde tam anlamıyla Kerbela’da doruk noktasına ulaşmıştır. Çünkü yaşanmakta olan esas itibariyle bir devletleşme, coğrafyayı işgal etme çabasından başka bir şey değilken eşitlik, hak ve adalet çerçevesinde muhalefet eden unsurlar tasfiye edilmiştir. Bu tasfiye ilk olmasa da aslında İslam içerisinde yaşanan son tasfiye süreci olmuştur dönem itibariyle. Ondan sonra Emeviler bulundukları coğrafyanın hâkim gücü haline gelirken İslam’ı da yedeklerine alarak devlet olmanın bütün gereklerini yerine getirmişlerdir.
Gelinen aşamada devletleşme anlamında önünde artık hiçbir engel kalmayan İslam modeli yayılmasına (işgale) devam ederken bünyesine dâhil ettiği birçok unsur olmuştur. Bölgesel anlamda emperyal bir güç olan İslam karşısında mücadele veren unsurlar, önemli oranda bir sınıfsal mücadeleyi de beraberinde vermişlerdir. Kızılbaş toplumunun şekillenmesi de bu aşamadan sonra gerçekleşmiştir diyebiliriz. Bu şekillenmeyi önemli kılan; devletleşmiş ve bütün yaşam alanlarına nüfuz etmiş bir İslam karşısında Kızılbaş toplumunun sınıfsal bir duruşa sahip olmasıdır. Kızılbaş toplumunun sınıfsal duruşunun fark edilebilmesi tarihe nasıl baktığımızla doğrudan ilgili bir durumdur. Tarihe bakışımız sadece dinlerin gelişimi, idealist bir bakışın yayılması sürecinde yaşanan sıradan ilişkiler şeklinde olursa bahsedilen sınıfsallığı algılamamız mümkün değil. Dolayısıyla tarihe biraz daha bilimsel çerçeveden baktığımızda yaşanan dönüşümlerin sınıfsal temelde olan, her ne kadar içerisinde tanrı referansı hâkim olsa da meydana gelenin bir mülkiyet ilişkisi olduğunu görmekte zorlanmamış oluruz. Tarihte irili ufaklı belirli alanlarda güç ve iktidar sahibi olma fırsatları yakalayabilmiş olmalarına rağmen, Kızılbaşlar’ın (klasik anlamda) devletleşme ihtimalini dikkate almamış olmaları da tamamen sınıfsal yapılarının gerektirdiği bir olgudur. Bu sınıfsallık, mülkiyeti ve iktidar ilişkisini reddeden bir pencereden hayata bakan bir sınıfsallıktır. Tarihteki bütün Kızılbaş önderler de öz itibariyle bu sınıfsallığın neferi olma konusunda tartışılmaz bir konuma sahiptirler. Referanslarının doğaüstü veya sembollerinin dinsel olması Kızılbaş toplumunu sınıfsal olmaktan çıkarmamaktadır. Aksine varoluş sürecinde meydana geldiği için semboller ve referanslar da ona göre şekillenmiştir. Fakat bugün bile bahsi geçen referanslarını terk etmeden günümüze özgü sınıfsal muhalefet yürütmekten geri durmamışlardır.
Tarihsel süreç içerisinde Kızılbaşlar sahip oldukları sınıfsal özelliklerinden taviz vermedikleri gibi, her dönemde muhalefet argümanlarını dönemin felsefi gelişmelerine denk bir şekilde geliştirebilmişlerdir. Dolayısıyla yaşadıkları her dönemde iktidar sahiplerinin doğrudan saldırılarına da maruz kalmışlardır. Osmanlı’dan bugüne kadar halklara yönelik bütün katliamlarda Kızılbaş toplumu ilk sırada yer almıştır. Devlet algısında meydana gelen hiçbir dönüşüm Kızılbaşların yaşamlarını garantiye almadığı gibi sosyal yaşamdaki faaliyetlerini de daha görünür kılmamıştır.
Sonuç olarak; Kızılbaşlar kendilerini tarif ederken her ne kadar teorik yöntemden yola çıksalar da bin yıllardan beri sürdürdükleri hayat pratikleri, onların kim ve ne oldukları üzerine iktidar sahiplerinde net bir kanı oluşturuyor. Bundan dolayı da iktidarların gözünde daima rahatsız edici unsur olarak görülmelerine sebep oluyor. Bugün itibariyle de bu algı değişmediği gibi günümüzün iktidar içi olan İslami unsurları, Kızılbaş toplumunu tüm anlayışlarından sıyırıp sistemin yedeğine alabilmek için eski ve sorunlu argümanları tekrar devreye sokmaktadırlar. Doğal olarak Kızılbaş toplumunu şekillendiren tarihsel birikimin yeterince farkında değiller. Dolayısıyla bu birikimin, var oldukları müddetçe Kızılbaş toplumunu hayatın bütün haksızlıkları karşısında sınıfsal muhalefet yürütmesini sağlayan en önemli güç olduğunu da anlayamayacaklardır. Bu aşamadan sonra esas sorumluluk Kızılbaşların kendilerine düşmektedir. Geçmişleri boyunca varoluşlarının en önemli özelliği olan sınıfsal muhalefet etme, itiraz etme özelliklerini koruyarak mı var olacaklar? Yoksa bütün niteliklerinden sıyrılıp, özünden uzaklaşarak başka muhalefetleri etkisizleştirmek için kullanılan, sistemin meşrulaştırma araçlarından biri olmayı mı tercih edecekler…
Yoruma kapalı.