PİRHA- İdris Yiğit, Korsakoff hastası. 19 Aralık cezaevi operasyonları sırasında İstanbul Ümraniye Cezaevi’ndeydi. Yiğit, yaşananları anlatırken, “Açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını gündemden çıkarmak ve insanlarımızı bu eylemlerde kaybetmek istemiyorsak dışarıda demokrasi bilincini geliştirmeliyiz, kitle hareketini geliştirmeliyiz” diyor.
19 Aralık Katliamı’nın üzerinden 18 yıl geçti. O gün cezaevlerine yapılan operasyonlar ile 30 kişi öldürüldü, yüzlerce kişi ağır şekilde yaralandı. Katliamın yıldönümünde dönemin tanık ve mağdurlarından Wernicke Korsafoff hastası İdris Yiğit yaşananları PİRHA’ya anlattı.
Yaklaşık 10 yıl hapishanede kalan İdris Yiğit, 19 Aralık operasyonunda İstanbul Ümraniye Cezaevi’ndeydi. Yiğit, “Biz devletin F tipi hazırlığını biliyorduk, operasyonla bizi F tiplerine göndereceğini de kestiriyorduk ama operasyonu önlemek için bazı siyasi hareketler açlık grevine başlamıştı” diye sözlerine başladı.
Daha sonra bu açlık grevinin ölüm orucuna çevrildiği o süreçte devlet ile görüşmelere başladığını söyleyen Yiğit, “Oysaki bir tarafta da devlet yaklaşık 1 yıl önce de ‘Nasıl bir operasyon yaparız?’ onun hazırlığı içerisinde. Kamuoyuna ‘biz görüşmek istedik, daha iyi koşullar sağlamak istedik ama bunlar kabul etmedi’ mesajını vermek için görüştü.” dedi.
“HER TARAFTAN SİLAH SESLERİ GELİYORDU”
Ümraniye Cezaevi’nde 3 gün yaşadıkları süreci şöyle anlattı:
“Sabaha doğru çoğu zaman yaptıkları gibi saat 05.00’te hapishaneyi silahlarla bastılar ve biz yataklarımızdan uyandık. Ben çoğu zaman siyasi hayatımda sormuşumdur ‘Bu kadarı da olmaz’. O gün de kendime sormuştum, ‘Ya bu kadarı da olur mu?’ diye. Gerçekten de oluyormuş. Her seferinde devletin uyguladığı şiddet boyutu bizi şaşırtıyor. Aslında şaşırmamamız gerekir ama nedense böyle bir duyguya kapılıyoruz. Her taraftan silah sesleri geldi. Biz hemen koştuk barikat kurabilecek kapıları tutabileceğimiz kadar tuttuk. Ondan sonra gaz sıkmaya başladılar ulaştığı yerlere kadar. Biz daha önce de gaz maskesine benzer şeyler yapmıştık aslında pet şişelerden ama pek işe yaramadı. Durduğumuz kadar durabildik. Duramadığımız yerlerde de başka koğuşlara gittik. Devlet bir yandan da aslında şunu yapmaya çalışıyordu; hem silah sıkarak, hem gaz sıkarak bizi teslim olmaya zorluyordu. Daha sonra da ‘işte bak teslim oldular’ görüntüsü vermek istiyordu. Ama biz de elimizden geldiği kadar bir direniş sergiledik, her girdiğimiz koğuşta hem üstte hem yanda matkapla duvarları deliyor, deldikten sonra da içeriye gaz sıkıyorlardı. Orada duramaz hale geldiğimiz zaman en uygun başka bir koğuşa geçiyorduk.”
“HÜCREDE DUVARA DİZİP İŞKENCE ETTİLER”
“Ümraniye hapishanesinde bu süreç 3 gün sürdü. 3 gün sonra artık gidebileceğimiz hiçbir yer kalmayınca dışarı çıktık. Özel güvenlik güçleri gelmişti oraya. Bunların bir kısmı sözlerinden de anlaşılıyordu, Kürdistan bölgesinde savaşan tiplerdi. Çünkü aralarında ‘bunlar biraz mürekkep yalamış tipler, diğerleri daha farklı’ diye konuşuyorlardı. Ondan sonra da biz arkadan kelepçeyle bağlandık, ringe kadar götürdüler. Ringe giderken de askerler sıraya girmişti tekmeler arasında ringe bindirildik. Ümraniye’den Kandıra F tipine gittik. Kandıra F tipinde de önce askerler arıyor. Bir gerekçe yani aslında amaç orada siyasi kimliğimizi ezmek, kişiliğimizi ezmek. Yaptırımlar tamamen buna yönelikti. Asker ‘soyun’ diyor oysaki daha önce bakmışlardı bize. Yani orada bizim kişiliğimizi ölçüyorlar aslında. Soyunmadığımız zaman tekme tokat kendileri soydular. İki adım ötesine gidiyoruz bu sefer gardiyanlar ‘soyun’ diyor. ‘Biraz önce askerler baktı’ diyoruz aldırmıyorlar. Tabi bunların niyetleri farklı. Sonra gardiyanlar tekme tokat soydular. Örneğin benim orada hiç bir giysimi vermediler. Sadece atlet külotla hücreye gittim. Hatta beni hücreye götüren iki gardiyan vardı duvara dizdiler onlar da hızlarını alarak karate yapar gibi orada da işkence yaptılar.”
WERNİCKE KORSAKOFF TEŞHİSİ
Cezaevinde 1996’da B1 vitamini alamadığı için Wernicke Korsakoff teşhisi de konulan Yiğit, yaşadığı sağlık sorunlarına da değindi:
“B1 almadığımız için vücut çok hızlı düştü. Aldığımız şekerli suyu bir süreden sonra kabul etmemişti. 1996’nın son günlerine doğru çift görmeye başlamıştım çünkü. Bilinçte de gelip gitmeler oluyordu. Aslında o süreçten sonra bize sendikada müdahale ettiler. Ne kadar bilinçli olduğunu bilmiyorum tabi. Ama ondan sonra bende wernicke değil ama korksakoff dediğimiz unutkanlık, yeni bilgileri kaydetmeme başlamıştı. Fakat 2000’de ben daha uzun süre gitmiştim 186 gün. O süreçte de sonlara doğru artık etkilenmiştim kusuyordum, hareketlerimde yavaşlık başlamıştı. Ama o süreçte devlet şöyle bir politika izledi: Eylem çok kitlesel olduğu için eylemi boşa çıkarmanın bir yolu olarak da ölümü yaklaşanları dışarı bıraktı Adli Tıp kararıyla. Yanılmıyorsam 399 diye bir yasa. Sona doğru ben dışarı çıktım artık. Dışarıda ise TİHV’de tedavi gördük. Daha sonra evde tedavi gördüm. Şimdi Wernicke Korsakoff teşhisi olmakla birlikte görece daha iyiyim. Çünkü bazı arkadaşlarım Wernicke gezemiyorlardı, hareketlerinde de zorluk çektiler. Benim onda zorum yok ama Korsakoff boyutuyla unutkanlık ve yeni bilgileri kaydetmem gibi bazı sorunlarım var.”
Yiğit, 2000’de Adli Tıp kararı ile tahliye edildi.
“DEMOKRATİK TOPLUMUN VİCDANINI HAREKETE GEÇİRMEK İSTEDİK”
Ölüm orucunun mahpusların son başvuracağı bir eylem biçimi olduğunu söyleyen Yiğit, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Orada seçeneksiz kalıyorsun aslında. Ya ileriye doğru kişiliğini teslim alacaklar, kişiliğinden siyasi kimliğinden vazgeçeceksin ya da bir eylem koyacaksın ama bu eylem de güçlü bir eylem olmalı. Ölüm orucu dışında da pek böyle keskin bir eylem biçimi olmuyor. Biz orada ölüm orucuna giderken biz ölsek de bu devletin geri adım atmayacağını biliyorduk. Aslında ölüm orucunun amacı dışarıda demokratik toplumun vicdanını harekete geçirmek onları sokağa çağırmak, sokaktaki gücün de devlete karşı bir yaptırıma dönüşmesi ve devletin geri adım atması idi. İçerideki açlık grevi ve ölüm orucunun bir boyutu da kişiliğini kimliğini savunmak yaptırım gücü ile dışarıdaki kitleleri harekete geçirdiği sürece anlamlı olabilir. Fakat o süreçte çok kitlesel bir ölüm orucu eylemine gitmemize karşın dışarıda kitleleri harekete geçiremediğimiz için ölüm orucu maddi anlamda bir kazanımla bitmedi. Ama Seyit Rıza’nın dediği gibi ‘biz de diz çökmedik’. Bunları da devlet hiçbir zaman unutmayacak ve gelecek nesillere de bu boyutuyla aslında siyasi bir miras bıraktık.”
“BU BASKI SÜRDÜKÇE EYLEMLER DEVAM EDECEK”
Devletin baskısı sürdüğü sürece ölüm orucu ve açlık grevlerinin bitmeyeceğini söyleyen Yiğit, konuşmasına şöyle devam etti:
“İşte bugün bir milletvekili meclisin dahi sesini çıkaramadığı Leyla Güven, uzun süreli bir açlık grevinde. Bu eylemin nereye evrileceğini de bilmiyoruz. Ben Leyla Güven’in eylemine baktığım zaman şunu yine görüyorum; bizim gibi ülkelerde, toplumlarda toplumsal kültür, demokrasi kültürü gelişmedikçe sokakta kitlesel olarak hak alma bilincimiz gelişmedikçe galiba içeride daha çok açlık grevleri, ölüm orucu gibi eylemler olacak. Çünkü devlet içeridekileri sadece tutsak almakla yetinmiyor ki onlara dayatmalarda bulunuyor. İşte bugün F tipinde örneğin çok konuşulmasa da ileriye dönük tek tip elbise gündemde. Tek tip elbise de siyasi tutsakların kimliğine yönelik bir saldırıdır. Bunu kabul etmeyeceğini devlet de biliyor. Böyle bir şey gündeme geldiği zaman ne olacaktır yine açlık grevleri, yine ölüm oruçları gündeme gelecektir. Açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını gündemden çıkarmak ve insanlarımızı bu eylemlerde kaybetmek istemiyorsak dışarıda demokrasi bilincini geliştirmeliyiz, kitle hareketini geliştirmeliyiz.”
PİRHA/İSTANBUL
Yoruma kapalı.