PİRHA- Çevrede kendileri kadar olmasa da yine de Alevilerin çektiklerini gördüklerinde Ezidi olduklarını kesinlikle söylememeleri gerektiğini çocuk yaşta Memo. Psikolojik baskıların üzerlerindeki etkisini, kendini en iyi ifade etme şekli olan müzikle anlatıyor. Böylesine baskılı ve zorlu bir yaşantıyı ve müzikle olan ilişkisini sanatçı PİRHA’ya anlattı.
Ezidiler, baskı ve zulmün onlara yaşattığı sorunlardan genel anlamda müzikle sıyrılmışlar. Anadolu türkülerinin yanıklığı veya felsefesi de diyebiliriz. Koma Zerdeştê Kal da duygularını müzikle dile getiren ve baba desteğiyle 1993 yılında kurulan bir müzik grubu. Zerdüştlük felsefesini benimseyen grup aynı felsefeyi müziğine de yansıtıyor. 2007 yılında Şengal için söyledikleri türkü ile geniş kitlelere seslenme imkânı bulan grubun üyelerinden Memo da, Ezidi bir Kürt.
Eskiden İslamiyet’i kabul etmek zorunda bırakılan Ezidiler şehirlerde kalırken, kabul etmeyenler ise dağlara, arazilere çekilirmiş. Ezidi köyleri bu yüzden ağırlıklı olarak şehir merkezlerinden uzakta kurulurmuş. Genellikle dağ yamaçları, mağaralar gibi yerlerde yaşayarak kendilerini koruyabilmişlerdir. “Bizim köyde dağ yamacındadır” diyor Koma Zerdeştê Kal’dan Memo…Aslında birçok şeyi anlatıyor gibi bu zorunlu yaşam alanı oluşturma durumu. Birileri zulmünü yaymaya çalışıyor birileri de bu zulümden kendi hayatını, ailesini, geleceğini kurtarmaya çalışıyor…
Memo’ların iş için ailesiyle Malatya’da yaşadıkları dönemde, sırf Mardinli oldukları için en ufak bir siyasi olayda dahi evleri basılırmış. Doğuda yaşayamadıkları dönemde de dinden çok dil konusunda baskı görmüşler. Kürt kimliği sebebiyle zaten baskı gören aile, Ezidi olduklarını söyleyememiş bile kimseye. Malatya’daki lakabı “Mardinli Kürt Memo” ya da “kıro” olan Memo küçük düşürücü ifade olduğu için böyle seslenildiğini belirtiyor. Çevrede kendileri kadar olmasa da yine de sevilmeyen Alevilerin çektiklerini gördüklerinde Ezidi olduklarını kesinlikle söylememeleri gerektiğini çocuk yaşta öğrenen Memo, psikolojik baskıların üzerlerindeki etkisini, kendini en iyi ifade etme şekli olan müzikle anlatıyor. Böylesine baskılı ve zorlu bir yaşantıyı ve müzikle olan ilişkisini bakın sanatçı nasıl anlatıyor…
“BİZİM ALEVİ CANLARLA İLİŞKİLERİMİZ DAHA İYİYDİ”
Sizi tanıyabilir miyiz? Bize ailenizden, çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
Biz, Mardin Midyatlıyız. Kürtçe adıyla Taka Köyü’ndeniz. Babam Nusaybin’deki şeker fabrikasında çalışmaya başlayınca onun işi için 1980 öncesinde Nusaybin’e yerleştik. Köyümüzden başka insanlar da bu fabrikada çalışabilmek için aynı dönem Nusaybin’e taşındı. Midyat ile Nusaybin arası zaten çok uzak değildir. Babam daha 1-2 yıldır çalışırken, 12 Eylül döneminde fabrika kapatıldı. Fabrika kapatılırken babama, “Çalışmaya devam etmek istiyorsan, Malatya’daki şeker fabrikasına gidebilirsin” demişler. Bunun üzerine 1981 yılında annem ve babam Malatya’ya gitti. Babam 2-3 ay Malatya’da çalışıp ardından orada yaşayıp yaşayamayacağımıza karar vereceğini söyledi. Bu yüzden ailemizin geri kalanı, yani dedemler, amcalar Midyat’ta kaldı. Ben Malatya’ya taşındığımızda bir buçuk yaşındaydım. Biz, ikisi kız beş kardeşiz. Üç kardeşim Malatya’da doğdu. Bu arada babam üç-beş ay derken 14 yıl boyunca Malatya’da çalıştı. Dolayısıyla ben de 15 yaşıma kadar Malatya’daydım.
Malatya’ya taşındığınızda kimliğinizle ilgili sorun yaşadınız mı hiç? Yani kimliğinizi açıklamış mıydınız yoksa Ezidi olduğunuzu söylememeyi mi tercih ettiniz?
Çevremizdekiler bizim Mardinli olduğumuzu biliyorlardı ama Ezidi olduğumuzu herkese söyleyemiyorduk. Çünkü orada bayağı baskı vardı. Açıkçası ne biz ne de onlar hazırdı buna. O zamanlar ağır bir atmosfer vardı şehirde. Malatya gibi bir yerde Alevi olmak bile dikkat çekiyordu düşünün… Ramazanda oruç tutmayan Aleviler restorana gittiklerinde dışarıdakiler içeridekileri görmesin diye camlara siyah perdeler asılırdı. Bir bakıyordum restoranın içi tıklım tıklım insan dolu. Bizim Alevi kesimle ilişkilerimiz daha iyiydi.
Alevilerin ve Ezidilerin birçok ortak noktaları vardır. Acı da olsa her iki kesimde katliama ve zulme uğradı. Acaba ortak noktalarınız olduğu için mi onlara daha yakındınız?
Var gerçekten, çok ortak nokta var.
O yüzden mi kendinize daha yakın gördünüz Alevileri?
Ben o zamanlar küçük sayılırdım ve bazı durumları çok iyi algılayamıyordum. Almanya’ya geldikten sonra meseleleri daha iyi anlayabildim. Malatya’dayken hatırladığım kadarıyla, çevremiz genellikle Alevilerden oluşuyordu. Dediğiniz gibi ortak yönlerimiz de çoktu. Onlar da baskı altındaydı, biz de özgür sayılmazdık. Malatya’da en küçük bir olay dahi olsa Mardinliler veya Aleviler hedef gösterilirdi. Böyle ağır bir atmosfer vardı. 1990’lardan sonra orası yaşanılmaz bir hal aldı. Biz de 1992’de Malatya’dan ayrıldık.
O dönemlerde aileniz sizi uyarır mıydı? “Ezidi olduğunuzu kimseye söylemeyin” gibi şeyler söylenir miydi?
Onların bir şey söylemesine gerek kalmıyordu; biz zaten Alevilerin yaşadığı zorlukları, baskıları görüyorduk. Hatta onların çektiklerinin yanında bizimki hafif bile kalıyordu. Okulda pek Kürtçe konuşmazdık. Dinden öte dil konusunda problem yaşadığımız zamanlar oluyordu. Sırf bu yüzden terörist muamelesi görüyorduk. Okula giderken, hatırlıyorum bana “Mardinlisin, terörist misin? Malatya’da ne işin var? Hepiniz teröristsiniz” gibi şeyler söylüyorlardı. Malatyalılardan bunları çok duydum.
MALATYA’DA YAŞAMAK MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYANGOZ SATMAK GİBİYDİ!
Ezidi olmakla her zaman dinden dolayı baskı görmüyordu sanatçı Memo ve ailesi, aynı anda Kürt-Türk baskısını da yaşıyordu. Fabrikada çalışan babanın Kürtlüğü konusundaki yürüttüğü kendi halindeki politikası da bu baskılardan nasibini alıyordu. Ezidi olmaktan vazgeçmeleri için hem şakayla karışık hem de baskı cümleleriyle Müslüman olmaya ikna etmeye çalışan komşular, yoğurt yapıp satan Ezidi bir kadının yoğurdunu haram diye almamaya kadar götürüyor ayrımcılığı…
ALEVİLİĞİ BİLE KABUL ETMİYORLARDI, BİZİ NASIL KABUL EDECEKLERDİ?
Peki, Malatya’da yaşarken ibadetlerinizi nasıl yapıyordunuz?
Aile içinde yapabiliyorduk. Zaten sülaleden sadece biz Malatya’da yaşıyorduk. O nedenle kendi aramızda, evdeyken ibadet ediyorduk. Dışarıya belli etmemeye çalıyorduk. Düşünün Mardinli Müslüman ailelerden bile, “Ezidilik nedir, Müslümanlığı seçin?” gibi tepkiler aldığımız oluyordu.
Yani Müslümanlığa geçmeniz için size baskı mı yapılıyordu?
Diğer Mardinliler tarafından direkt baskı olmasa da, sohbetler sırasında ikna etme çabalarına girerlerdi. “Müslümanlığı seçin. Ezidilik zaten çok az, kısıtlı bir din. Onu bırakın, Müslümanlığa geçin” ya da şakayla karışık, “Hadi siz de Müslüman olun, zaten Malatya’da tek bir ailesiniz” gibi şeyler dediklerini hatırlıyorum. Biz de tartışma yaratmak istemediğimiz için sadece gülüp geçiyorduk. Bu arada tabii Malatya gibi bir yerde, “Ben Ezidiyim” demeniz mümkün değildi. Çünkü orada yaşayanlar zaten, Ezidilik nedir, nereden gelir, bu konulardan haberdar bile değillerdi. Düşünün Aleviliği bile kabul etmiyorlardı, bizi nasıl kabul edeceklerdi? Müslüman mahallesinde salyangoz satmak diye bir deyim vardır ya, Malatya’da yaşıyor olmamız işte öyle bir şeydi. Gerçekten zor zamanlar geçirdik. Mardin’deki Ezidiler bile Nusaybin’e ya da şehir merkezine giderlerken, ellerinden geldiğince dinlerini söylemezlerdi. O yüzden böyle bir şeyi Malatya’da söylemek daha bir imkânsızdı.
Aslında neticede Mardin’de bir Ezidi topluluğu vardı. Bu korkunun sebebi neydi?
Bu geçmişten beri böyle süre gelmiyor mu? Şu an bile Şengal’de şehirlere saldırıp, “Müslüman olacaksınız, Müslüman olmazsanız başınızı keseceğiz” diyebiliyorlar ki, aynı olay hatta daha da kötüsü 1000 yıl önce de yaşanmıştı. İslamiyet’i kabul edenler şehirlerde kaldılar ve sonrasında geçmişe nazaran daha rahat yaşadılar. Kabul etmeyenler ise dağlara, arazilere çekildiler. Dikkat ederseniz Ezidi köyleri şehir merkezlerinden uzaktadır. Genellikle dağ yamaçlarında ve mağaralarda yaşayarak kendilerini koruyabildiler. Bizim köy de dağ yamacındaydı. O yüzden Midyat’ta da şehir merkezinde Sünni Müslümanlar, dağ köylerinde ise Ezidiler yaşardı. Köyden Ezidi bir kadın yoğurt yapıp Midyat’ta satmak istese, Ezidi olduğunu anlayanlar “haramdır” diye satın almıyorlardı. Tabi bu anlattıklarım daha çok 1960’lı-1970’li yıllar… Şimdi bu tür önyargılar eskisi kadar kuvvetli değil.
Mardin’de sizi en çok neler etkiledi?
Ben Mardin’de çok bulunmadım. Sadece çocukken iki kez gittim. Dolayısıyla oradaki yaşamı çok bilemiyorum; ancak Malatya’yı anlatabilirim. Oradaki sıkıntılarımız ise dinle ilgili değildi, zaten orada izole olmuştuk. Komşularımıza, “Biz bayramımızı kutluyoruz, buyurun gelin” deme lüksümüz yoktu. Zaten Kürt olduğumuz için sıkıntı yaşıyorduk, bir de Ezidi olduğumuzu söyleseydik sanıyorum hiç yaşayamazdık. O yüzden de bayramlarımızı daha çok ailece kendi aramızda kutluyor, gelenek ve göreneklerimizi gizlice devam ettiriyorduk.
Tek bir aile olarak yaşamak zor olsa gerek
Evet. Bu benim için ilk gurbetti. Her ne kadar doğu tarafında yaşıyor olsak da, Malatya bir sanayi şehriydi. Nüfusu kalabalıktı. O yüzden bizim için gurbet sayılıyordu ve istediğimiz gibi dini ibadetlerimizi de yapamıyorduk. Babam bu konuda bizi hep teşvik ederdi. Mesela Nisan ayında bize, “Bugün Kırmızı Çarşamba” derdi ve bizim için yumurta hazırlardı. Biz de o yumurtaları boyardık. Annem özel yemekler yapardı. Öyle hevesle, keyifle bayram kutlamak bizim için lüks sayılırdı. Dolayısıyla biz, Malatya’da sıkışıp kalmış, hem dini hem politik anlamda baskı altında, gizli yaşayan bir Ezidi ailesiydik. Hem Kürt olarak hem de Ezidi dinine mensup bir aile olarak, Malatya’da rahat ya da yeterince özgür bir şekilde yaşayamadık. 1980 sonrası zaten sağ-sol çatışmalarından dolayı gergin geçen bir dönemdi. Öyle bir dönemde “Ben Ezidiyim. Burada Ezidi gibi yaşamak istiyorum” demek bir hayaldi. Biz de bunun farkında olarak yaşadık.
EZİDİ OLDUĞUMUZU SADECE ALEVİLER BİLİYORDU
Kimliğinizi hiç açıklayamadınız mı?
Kürt olduğumuzu söylüyorduk. Mardinli aileler Ezidi ve Malatyalılar arasında ise yakın olduğumuz dört-beş Alevi aile Ezidi olduğumuzu biliyordu. Yani toplasak, Ezidi olduğumuzu bilen en fazla 10 aile vardı, komşularımız bilmezdi.
Anne babanız Ezidilerin Mardin’de yaşadıkları sorunlardan bahseder miydi?
Tabi, babam Mardin’de başından geçenleri hep anlatır. Özellikle köyden Midyat’a ya da Nusaybin’e giderken yaşadıkları baskıları anlatırdı. Ezidi kadınların giyim tarzı farklı olduğu için kim oldukları kıyafetlerinden anlaşılıyordu. Yaptıkları yoğurt veya tereyağı gibi yiyecekleri Midyat’ta ya da Nusaybin’de satmaları bile zordu. Bazen bu konuları aşmış insanlar, “Benim için sorun değil” diyerek, getirdiklerini satın alıyordu ama çoğu “haram” diye almıyordu. Yoğurt, ekmek ve özellikle de et. Bir Ezidi hayvan ya da kurban kestiyse, düşünün hala Avrupa’da bile bu sorun var, onun kestiği eti yemiyordu insanlar.
Bu durum Avrupa’da hala devam ediyor mu?
Tek tük de olsa devam ediyor. Yemeyenler hala var.
Bütün bunlara rağmen Ezidiler ikramlarından, misafirperverliklerinden vazgeçmediler değil mi?
Doğru, davranışlarımızda hiçbir zaman düşmanlığa yer olmadı. Misafirperverlik Ezidilerin çok önem ve özen gösterdiği bir konudur. Avrupa’da bile bu adet devam eder. Mesela siz bir Erzurumlu olarak buraya gelseniz, Ezidi aileleri size hiçbir konuda kusur etmez. Çok da güzel sahip çıkarlar ama bayağı baskı gördükleri için bir kırgınlık da var.
En çok ne için kırgınlar?
Ezidi dedeleri daha kırgın. Midyat’ta yaşadıkları olayları detaylarıyla anlatıyorlar. Onları babamla kıyasladığımda, babam 30’lu yaşlarında Midyat’tan ayrıldığı için orada uzun yıllarını geçirmiş insanlara göre bu konuda daha az şey görüp, yaşamış.
Onlar neler anlatıyor?
Mesela yaşlı tanıdıklarımdan Şükrü Amca, “Elimizden yemek yemezlerdi. Kurban kestiğimizde etini yemezlerdi. Elimizden su bile içmiyorlardı” derdi. Oysa o zamanlar çok imkân olmadığı için beş kişi bile bir tastan su içermiş. Aynı tastan bir Ezidi su içse, orada bir Müslüman varsa, “Ben o tastan içmem, sen Ezidisin” diyormuş. Böyle durumları çok yaşamışlar. Bayramlarda Ezidilerin evine gelip, “Bayramınız kutlu olsun ama etinizi yiyemeyiz, kusura bakmayın” diyebiliyorlarmış. Ezidiler zaten izole olmuş, hep kendi aralarında evlenmiş ve yakın köylerde yaşamış bir toplumdur. Eğitim seviyeleri bile aynıdır, çünkü o köylerden çıkıp okuyabilen kimse olamadı. O yüzden de eski jenerasyona bakarsanız, hepsinin eğitim seviyesi aynıdır.
Eğitim seviyesinin düşük olmasının tek sebebi korkularından dolayı çocuklarını dışarıya gönderememeleri mi?
Hem çocuklarını gönderemediler hem kendileri çıkamadılar. Aslında kendilerine bir dünya kurmak zorunda kalmışlar. Kendi hallerinde, sadece köylerini bilen insanlar. Dolayısıyla yaşadıkları yerden başka yerler olduğunun bile tam olarak farkında değillermiş. Sadece 1970’lerden sonra askere gidenlerin bazıları dışarıda bir dünyanın olduğunu görebilmişler. Çünkü bazıları Dersim’de, bazıları Manisa’da askerlik yapınca, az da olsa dışarıyı görme imkânı bulmuşlar.
Bu durum nasıl etkiledi Ezidileri?
Her şeyden önce dil konusunda zorlanmışlar. Çünkü askeriyede Türkçe okuma-yazma öğretiliyordu. Onlarda askerden döndüklerinde sanki üniversite okumuş gibi bir psikolojiye giriyorlardı. Gördükleri şehirleri anlatıyorlardı, “Bakın şöyle bir şehir var. Üstelik denizi de var. Ben oralara gidip çalışacağım, para kazanacağım” diyenler oluyordu.
1970 öncesi Ezidiler arasında okuma-yazma bilen yok muydu?
1970’lere kadar hiç yoktu. 1970’lerden sonra, askerlik için farklı şehirlere gidip gelmeler olunca, Ezidiler artık köylerinden çıkma cesareti gösterdiler. Başka şehirlere çalışmaya gittiler. Antalya ve Bodrum’daki otellerde çalışıp, para kazandıktan sonra ise yeni hedefleri Almanya oldu.
YİNE EZİDİ BİR AİLE YİNE ACI BİR GÖÇ HİKAYESİ
Her göç zordur. İster isteyerek yapın bu gidişi ister zorunlu bir şekilde. Özlem ve hasret dediğiniz şey her durumda karşınıza çıkabilecek en koparıp atılamayacak duygulardır. Engel olamazsınız… Memo da henüz 15’li yaşlarında düşmüş gurbet yollarına. Mecbur bırakılmış, üstelik babası tarafından. Baba, dört evladını birden bir akrabasının yanına hem de bambaşka bir ülkeye gönderiyor. Üstelik ağlamalar, sızlamalar hak getire. Tek çıkış yolu budur, çünkü acı vatan Almanya… Bambaşka bir ülke bambaşka bir yaşam tarzı ve bambaşka kültürde üstelik pek de sevilmediği bir ortamda kalmaya çalışan dört kardeş…
Peki, babanız Almanya’ya ne zaman gitti?
İlk önce biz dört kardeş birlikte gittik. Babam o zamanlar çalıştığı için annem ve küçük kardeşimle birlikte Malatya’da kaldılar. Babamlar Almanya’ya 1992’de geldi.
Siz nasıl gidebildiniz?
Almanya’da bir kirvemiz vardı. Onun yardımıyla gidebildik. Zaten yaşlarımız küçük olduğu için vize sorunu yaşamadık.
Kaç yaşlarındaydınız?
Ben 14 yaşındaydım. Kız kardeşlerim 11 ve 12, erkek kardeşim ise 8-9 yaşlarındaydı.
Neden önce kardeşlerinizle birlikte sizi gönderdiler?
Bildiğiniz gibi 1990’lı yıllar her yerde gerginliğin hüküm sürdüğü bir dönemdi. Malatya da bu gerginlikten nasibini almıştı. En küçük bir olayda hemen evlerimiz basılıyordu. Yapılan eylemler için sorgulanıyor, epey bir baskı görüyorduk. Bu durumda artık Malatya’da kalamayacağımızı anladık. O dönemde durum Mardin’de daha da kötüydü, oraya da dönemiyorduk. Amcam da Almanya’da yaşıyordu. Dolayısıyla tek çıkış yolu Almanya gibi görünüyordu.
Anne babanız, çocuklarını göndermeye nasıl karar verdi? O günleri biraz anlatır mısınız?
Ben çok ağladığımı hatırlıyorum. Malatya’da okurken derslerim çok iyiydi. Öğretmenlerimle de iyi anlaşıyordum. Bir gün eve geldiğimde babam, “Sizin pasaportlarınızı hazırlıyoruz” dedi. “Niye?” diye sordum, “Almanya’ya gitmeniz gerekiyor. Burada artık kalamayız” dedi. Ben de, “Hayır, ben gitmek istemiyorum” dedim. Babam, “Gitmeniz lazım. Siz gittikten sonra biz de geleceğiz” dedi. Ben ne kadar, “Gitmek istemiyorum” diye diretmiş olsam da, “Mecbur gideceksin” dediler. Sonuçta bunu annem babam söylüyor. Bu olayın üzerinden bir hafta bile geçmeden, biletlerimiz alınmıştı. Almanya’da yaşayan kirvemizle birlikte otobüse bindik. Çok küçüktük ve çok ağladığımı hatırlıyorum. Malatya’dan İstanbul’a gitmek için otobüse bindik. Bizimle birlikte amcamın oğlu da geliyordu. O da sanırım 10 yaşlarındaydı. Beş çocuk, otobüs yolculuğu süresince ağladık. Ağlamaktan yorulmuştum artık. İstanbul’a varınca iki-üç gün otelde kaldık. Daha sonrada Almanya’ya geldik. Bizi amcam karşıladı. Babamlar da bizden altı ay sonra geldiler. Böylece Almanya’daki hayatımız başladı. Malatya gerçekten güzel bir şehirdi ancak toplumsal olarak geri kalmıştı. Bu da sistemin suçuydu. Eğer okullarda, “Bu ülkede farklı insanlar ve inançlar da var” diye öğretilseydi, insanlar birbirlerine daha farklı gözle bakabilirdi. Bu sebeple ben halkı suçlamıyorum aslında. Çünkü halk çok bilinçsiz bırakılmıştı.
Anne babanız gelmeden önceki altı ay nasıl geçti sizin için?
Zordu. Akrabamın eşi çok stresli bir kadındı. O altı ay boyunca onunla bir türlü anlaşamadık. Babamlar da o sırada vize almaya uğraşıyorlardı. Ben babamları arayıp dönmek istediğimi bile söyledim. Eğer babamlar iki hafta daha gecikmiş olsalardı, belki de dönmüş olurdum.
BİRAZ ALEVİ BİRAZ EZİDİ MÜZİĞİ BİR ARADA
Müzik dünyanın her yerinde kabul görüldüğü üzere evrenseldir. Ancak her nota bir duyguyu, bir kültürü, bir yaşanmışlığı anlatır. Ezidi müziği dendiğinde akla gelen “Koma Zerdeştê Kal” da kendini anlatıyor müziğiyle, dört dörtlük bir Ezidi grubu olmaya çalışıyor. Her gün ilk günkü heyecanla başlıyor mesela müziğe Memo, müziklerini dinleyenlerin direkt Ezidi tınılarını anlaması da belki bu yüzden. Gönülden bağlı kalıyor çünkü sanatçı müziğe ve türkülerden etkilendiği gerçeğini de gönül rahatlığıyla dile getirebiliyor. Kendisine sürekli sorular sorarak daha faydalı bir müzisyen nasıl olabilirimi arayan sanatçı, içinde sadece Ezidi motiflerinin olduğu bir albüm projesi olduğundan da bahsediyor… Ayrıca sözlerini şöyle noktalıyor sanatçı: Ülkemizden uzağız ama buna rağmen çalışmalarımıza devam edeceğiz.
Müzik çalışmalarına Almanya’da mı başladınız?
Hayır, Malatya’dayken de müzikle uğraşıyordum ama sadece evde. Ailece müzikle ilgiliydik, babam saz çalardı.
Babanız dengbejdi değil mi?
Evet, babam 50-55 yıldır saz çalıyor. Dengbej olarak Mardin ve çevresinde oldukça tanınır. O zamanlar mahalli bir sanatçıydı. Malatya’da olduğumuz sürede babam rahat ve özgür değildi. Neticede kendi toprağında değildi ve dengbejlikten kim anlayabilirdi ki? Okuduğu eserler çok anlaşılmadığı için babam da eskisi kadar çok söylemiyordu. Hafta sonları evde olduğunda bize saz çalıyordu. Eski Kürtçe eserleri okurdu, bizde keyifle dinlerdik.
Bağlama ile ne zaman tanıştınız?
Babam bir yerlerden elektrosaz buldu. İçindeki manyetikleri söküp, normal akustik bir saz haline getirdi. Hatta bir çatalı ateşe tutup, sazın üzerine işlemeler yapmıştı ve o sazı bana verdi. İlk sazım oydu. O sazı iki yıl çaldım. Babam Malatya’da dolaşırken bir gün içinde çok güzel sazların olduğu bir saz evi görüyor. İçeri girip o sazları yapan ustayla tanışıyor, adı Adil. Sonrasında o ustayla dost, hatta kardeş gibi oldular. Babam Adil Usta’ya benim için bir bağlama yaptırdı. Alevilerin çaldığı, 19 perdeli bir bağlamaydı. Hiç unutmam, babam o gün eve döndüğünde bana, “Sana bir bağlama sipariş ettim, dört hafta sonra elinde olacak” dedi. Ben de çok sevinmiştim.
EZİDİLİKTE DE ALEVİLİKTE OLDUĞU GİBİ SAZ ÇOK KUTSALDIR
Almanya’ya geldikten sonra müzik çalışmalarınız nasıl devam etti?
Almanya’ya ilk geldiğimde Alevi deyişleri çalıyordum. Babam bana, “Alevi deyişlerini ben de çok seviyorum ama sen artık Ezidi toplumu içinde yaşamaya başladın. Hep birlikte sıfırdan bir başlangıç yaptık” dedi. Çocukluğumda Türkiye’de çok Ezidi kalmamıştı. Almanya’da Ezidiler tekrar bir araya gelmişti. Dolayısıyla babam beni, Almanya’daki Ezidilere deyiş söylememin çok da anlamlı olmadığı konusunda uyardı. Tabii söylemek istediği şey daha ziyade Ezidi müziğine yönelmem gerektiğiydi. Yoksa babam hala bana, “Bize biraz deyiş çal” der ve büyük bir keyifle dinler. Böylece biraz daha yöresel müziğe yöneldim. Çünkü Ezidilerin zaten kendilerine has bir kültürü ve müziği mevcuttu. Bizim de dini sözlerimizin müziğe yansıtıldığı deyişlerimiz vardır.
Ezidi ve Alevi müziği birbirine yakın müzikler. Bağlama ve saz sizin için de Aleviler için de çok önemli, öyle değil mi?
Evet doğru. Ezdilikte de Alevilikte olduğu gibi saz çok kutsaldır. Düşünün, Almanya’da hangi Ezidi evine giderseniz gidin, evde saz çalmasını bilen olmasa bile duvarda kesinlikle bir-iki tane saz asılıdır. Saz olmayan ev yoktur diyebilirim. Çünkü kutsal kabul edilir. Şengal’e gittiğinizde duyduğunuz müzik Ezidi müziğidir, has Kürt müziğidir. Yani başka bir müziğin etkisinde kalmamıştır. O nedenle babam, “Sen yavaş yavaş müziğinle Ezidi toplumunda tanınmaya başladın, artık onlarla beraber yaşıyorsun. Onlara da hitap edecek müzik yapmalısın” dedi. Ben ilk başlarda zorlandım çünkü deyişleri çok seviyordum. Birden bire yaptığım müziği değiştirme düşüncesi bana zor geldi. Bağlamayı bırakıp, kara düzende başka bir parça çalmak oldukça zordu. İlk başlarda tam olarak kendimi veremiyordum. Deyişlerde daha çok kendimi buluyordum, 1-2 yıl içinde yavaş yavaş alıştım. Kültürel programlara katıldım. Ezidi kültürünü daha yakından tanıdım.
KOMA ZERDEŞTE KAL GRUBUNUN FİKİR BABASI, BABAMDIR
Peki, müzik grubunuzu ne zaman kurdunuz?
1993 yılının sonlarına doğru Koma Zerdeştê Kal ile profesyonel müzik hayatıma başladım. Grubumuz o zaman üç kişiden oluşuyordu. Ben, kız kardeşlerim Zini ve Şevin ile birlikte kurduk. Küçük kardeşimizde ara sıra aramıza katılıp, darbuka çalardı.
Koma Zerdeştê Kal ismine nasıl karar verdiniz?
Bu grubun fikir babası, babamdır. İsmini de o verdi. Babam grubumuzun kurulmasında da, okunan eserlerin seçilmesinde de hep yanımızdaydı. Onun bu gruptaki rolü yüzde 95’tir; desteği çok büyüktür. Kendisi eski jenerasyondan bir müzisyen olmasına rağmen, bu döneme de ayak uydurabilen bir insandır. Babam kardeşlerimden birisi için Kürtçe hiphop parça bile yazdı. Düşünsenize 60 yaşındaki bir insan, Kürtçe hiphop nasıl yazabilir? Üstelik çok da güzel yazdı, gerçekten çok yetenekli. Dediğim gibi grubun ismini babam koydu ama hepimiz çok sevdik. O zaman yaşlarımız da küçüktü, bir süre sonra, babamın bu ismi “Zerdüşt” felsefesine olan inancımızdan dolayı verdiğini anladık. Biz Zerdüşt felsefesine inanan ve bunu çok ciddiye alan bir aileyiz. İnancımızı sadece dindarlık kalıpları içerisinde yaşamıyoruz. Koma Zerdeştê Kal olarak da sadece dini müzik yapan bir grup değiliz.
Zerdüştlük felsefesini biraz açar mısınız?
Zerdüşt felsefesinin en çok etkileyen yönü, bahsedilen dört element… Yani güneş, hava, su ve toprak zaten her şeyi açıklıyor. Bunlar olmadan dünya da olmuyor. Mesela güneşsiz bir dünya düşünebilir miyiz? Diğer bazı şeyler olmasa da dünya var olmaya devam edebilir. Zerdüştlükte bahsi geçen bu dört element her şeyin temelidir. Ezidiler de güneşe bakıp dua ederler. Çünkü güneş, aydınlık, Ezidiler için bir semboldür. Biz toprağa tükürmeyiz çünkü günahtır. Yanılmıyorsam bu Alevilikte de var ya da ateşi söndürmeyiz. Bir yerde ateş yanıyorsa, onu söndürmek günahtır. Büyüklerimiz bize böyle anlattılar. Ateş söndürmek günahtır. Niye? Çünkü ateş aydınlıktır. Aydınlıktan korkmamak, karanlıktan korkmak gerekir. Bunlar tabii ki tesadüfen söylenen ya da kabul edilen şeyler değil. Ben dindar değilim ama bu konuya farklı bir açıdan bakıyorum, bu şekliyle de mantıklı buluyorum. Zerdüşlüğün Awesta kitabını da okudum ve çok etkilendiğimi söyleyebilirim. O nedenle gruba bu ismi neden koyduk diye hiç sorgulamadık ve çok da mutluyuz.
Özgür UTUŞ
Yoruma kapalı.