Alevi Haber Ajansi

Reklam

‘Gazeteciler toplama kampında değil ama cezaevinde’

PİRHA-Hayatın Sesi Televizyonu Avrupa Temsilcisi, aynı zamanda Evrensel Gazetesi yazarı Yücel Özdemir ile kapatılan televizyonlar, gazetecilerin durumu, Almanya- Türkiye ilişkileri, Almanya’nın seçim gündemi üzerine konuştuk. 

Geçtiğimiz günlerde OHAL kapsamında hazırlanan 687 sayılı yeni Kanun Hükmünde Kararname (KHK), Resmi Gazete’de yayımlandı.

Kararnameye göre kapatılarak el konulan yayınlar Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından satılacak. Bu televizyonların arasında Hayatın Sesi Televizyonu’da yer alıyor.

Reklam

Kararın ardından Hayatın Sesi Televizyonu Avrupa Temsilcisi, aynı zamanda Evrensel Gazetesi yazarı Yücel Özdemir ile konuştuk. Söyleşimizin rotası sadece kapatılan televizyonlar değildi elbette. Almanya Türkiye’liler açısından önemli bir ülke. Buradaki gelişmeler Türkiye gündemini önemli ölçüde etkiliyor. Özdemir ile Almanya- Türkiye ilişkileri, Almanya’nın seçim gündemi üzerine de konuştuk.

Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi sonrası muhalif yayın yapan bütün yayınlar kapatıldı, mallarına da el konuldu. Şimdi yeni yayınlanan KHK’ye göre el konulan yayınlar satışa çıkarılacak. Hayatın Sesi Televizyonu, TV 10 da bu yayınlar arasında. Öncelikle bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunun adı düpedüz gasptır. Televizyonumuza gönül veren işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların ve çalışanlarının emeğiyle, alınterleriyle kurduğumuz Hayatın Sesi, hiç bir mahkeme kararı olmadan Kanun Hükmünde Kararname’yle kapatılmakla kalınmadı, el koydukları mallarımızı TRT’ye verdiler. 10 yıl için aldığımız lisansın parası da yeni ödenmişti. Şimdi lisans parasını ödediğimiz televizyonumuz yandaş birisine ‘lisanslı televizyon’ diye satılırsa şaşırmayız. Belki el koydukları mallarımızı da bu yandaşa hibe ederler. Böylece dört dörtlük bir gasp tamamlanmış olacak. Çünkü bir gecede onlarca televizyonları ve radyoyu kapatan, gazetecileri, siyasetçileri gözaltına alan, akademisyenleri işten atan anlayıştan her şey beklenir.

Türkiye’de yaşananlar sık sık Hitler dönemi ile karşılaştırılıyor. Siz de Evrensel ve Yeni Hayat gazetelerindeki köşe yazılarınızda zaman zaman bu karşılaştırmaları konu edindiğiniz yazılar yazıyorsunuz. Ben de sizden iki dönemi karşılaştırmanızı isteyeceğim. Zira bir çok benzerlikler bulunuyor…

 Bu benzerliği aslında bakarsanız Erdoğan’ın kendisi yaptı. Cumhurbaşkanlığı ile başbakanlığın birleştirilmesinin mümkün olduğunu ve bunun tarihte örneklerinin olduğunu söyleyerek, Hitler Almanya’sının “Uniter Başkanlığı”nı işaret etmişti. Gerçekten de tarihe baktığımızda gücün tek elde toplanmasını ifade eden “Uniter Başkanlık”, Hitler’i “Führer” yapmıştı.
Almanya’daki tarihçiler ve analizcilerin çoğu bugünün Türkiye’sinde olanları Hitler faşizminin erken dönemine (1933-35) benzetiyor. 30 Ocak 1933’te bir koalisyon hükümetiyle başbakanlık koltuğuna oturan Hitler, 5 Mart 1933’teki erken seçimlerde salt çoğunluğu elde ediyor. Bunun için 27 Şubat 1933’deki Reichtag Yangınını etkili şekilde kullanıyor. Bir provokasyon olduğu sonradan ortaya çıkan bu yangınla, önce Almanya Komünist Partisi (KPD) sonra sendikalar, aydınlar ve Sosyal Demokrat Parti’ye (SPD) karşı bir cadı avı başlatılıyor. O zaman faşizme karşı mücadelenin en dinamik gücü olan KPD’nin başına gelen, bugün diktatörlüğe karşı çıkan en önemli aktör olan HDP’ye yapılanlara çok benziyor. KPD’nin milletvekilleri de meclisten atılıyor, tutuklanıyor. Ve sonra da toplama kamplarında öldürülüyor.
Yangından sonra çıkarılan “Yetkilendirme Yasası” ile parlamento, bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi devre dışı bırakılıyor ve her şey Hitler tarafından KHK’lerle yönetiliyor.
O günün Almanyasın da sadece parlamento içinde olanlar değil, dışındaki gelişmeler de bugünün Türkiyesi’nde olanlara çok benziyor.

KPD ile SPD birbirini suçlayarak faşizme karşı birleşik cephe kurmaya yanaşmıyor. Bugünün Türkiye’sinde ise HDP ile CHP arasında böylesine bir cephenin tartışması dahi yapılmıyor. Basına, aydınlara, sanatçılara, Yahudiler ve diğer azınlıklara yönelik yapılan baskı ve katliamlarla da bugünün Türkiye’sinde yapılanlar arasında pek çok benzerlik var.

Joseph Goebels’in Mart 1934’te “Propaganda Bakanlığı”na atanmasıyla birlikte, basın ve aydınlar üzerindeki baskı özel plan çerçevesinde sistematik hale getirildi. Goebels her fırsatta basının “Alman ulusunun çıkarına göre yayın yapması”ndan söz etti ve bunu yapmayanları “vatan haini” ilan etti. Liberal basında çalışan gazeteciler ve üniversitelerdeki öğretim üyeleri aşama aşama işten atıldı. Ve sonunda rejime muhalif hiç kimseye yaşama hakkı tanınmadı.

Bugün Türkiye’de gazeteciler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar evlerinden alınıp toplama kamplarına götürülmüyorlar, ama cezaevlerine konularak susturuluyorlar. Bir kısmı da hükümetin dediklerini yapmadığı için işten atılıp, mesleğini yapamaz hale getiriliyor. Bir tek fark: Hitler faşizmi döneminde bunun da yasası çıkarılmıştı. Bizde ise pratikte her şey hallediliyor.

Bütün bu benzerliklere rağmen Hitler faşizminin, bugüne kadar gelmiş geçmiş en büyük barbarlık olduğunu söylememiz gerekiyor. Karşılaştırma ve benzerlikler kesinlikle Hitler faşizminin yaptıklarını hafifletmemeli. Ya da Türkiye’deki durumun o dönem ki gibi korkunç olduğu şeklinde anlaşılmamalı. Benzerlikler gidişatın vahametini gösterme ve girilen yoldan dönme açısından önemli.

Kapatılan Hayatın Sesi Televizyonu Avrupa Temsilcisi Yücel Özdemir

Darbe sürecinin ardından Almanya’ya iltica başvurusu sayısı arttı. Bunların arasında bir çok gazeteci de var. Almanya’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Michael Roth, “Türkiye’deki bütün muhalif zihniyetler, Alman hükümetinin onlarla dayanışma içinde olduğunu bilmeli” açıklaması ile iltica talep edenlere sıcak baktıklarını açıklamış oldu.

Almanya, geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye’de baskıya uğrayanların en çok geldiği ülke. Son sığınmacılar kriziyle birlikte kapıları sığınmacılara kapatan Almanya, Türkiye’deki gelişmeler nedeniyle özellikle gazeteciler ve aydınlara sığınma kolaylığını açıklamak zorunda kaldı. Bunun birinci nedeni elbette Almanya’da gazetecilere yönelik baskılara karşı yükselen dayanışma. Uzun aradan sonra ilk kez Almanya’da Türkiye’deki otoriter sisteme karşı demokrasi güçleri, aydınlar, sendikacılar, halk arasında dayanışma bu denli yükselmiş bulunuyor. Herkes baskılara karşı birşeyler yapmak istiyor. Bu nedenle 2 Şubat’ta Türkiye’ye giden Başbakan Angela Merkel, basına yönelik saldırıları gündeme getirmek zorunda kaldı. Bir taraftan içerideki ve dışarıdaki savaşta kullanılmak üzere Türkiye’ye silah satışını arttıran Merkel hükümeti, diğer taraftan içerideki eleştiriler nedeniyle basın ve düşünce özgürlüğüne yönelik baskınları gündeme getirmiş, muhalefet partileri HDP ve CHP ile bir araya gelmişti. Bu çelişkili durum Alman hükümetinin halen Erdoğan’a açık bir tutum alma niyetinde olmadığını gösteriyor.

Dolayısıyla gazeteciler ve akademisyenler Almanya’ya gelmeye devam edecek. Federal Göç ve Sığınma Dairesi tarafından açıklanan rakamlara göre, 2016’te 5166 kişi Türkiye’den gelerek Almanya’da iltica talebinde bulundu. Bunlar arasında yüksek rütbeli askerler, hakimler, savcılar, gazeteciler var. Ama gelenlerin büyük bir bölümünü Kürtler oluşturuyor. Kasım ayına kadar ilticası değerlendirilen yaklaşık 1500 kişinin 1200’ü kendisini Kürt olarak tanımlıyor. Bu da artan baskı koşullarının Kürtleri bir kez daha göçe zorladığını gösteriyor.

Türkiye’de muhalif basına yönelik baskılara karşı Almanya’daki gazetecilerden büyük destek geldi. Siz de ortak çalışmalar yaptınız. Nasıl bir çalışma yapıldı?

Avrupa’daki en büyük gazeteci örgütü olan Alman Gazeteciler Cemiyeti (DJV) Genel Başkanı Frank Überall, iki kez bizzat Türkiye’ye gitti ve gelişmeleri rapor etti, yetkili kurumlara rapor halinde iletti. Kapatılan Hayatın Sesi, İMC, Özgür Gündem, baskına uğrayan Cumhuriyet’i ziyaret etti. Keza, TV 10 ile birlikte Almanya’da düzenlediğimiz protesto etkinliklerine de Alman gazeteci örgütleri temsilcileriyle katıldı, konuşmalar yaptı.

Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü de Türkiye’deki gelişmeleri yakından izliyor ve sürekli açıklamalar yapıyor. Pek çok gazete, televizyon ve dergi gelişmelere geniş yer vermeye devam ediyor. Ayrıca bu süreçte bazı Alman gazeteleri işten atılan meslektaşlarımızla dayanışmak için köşe yazıları yazdırmaya başladılar.

 

Kapatılan TV 10 ve Hayatın Sesi Televizyonu için düzenlenen protesto 

 

Biraz da Almanya gündeminden konuşalım. Zira hükümetlerden bağımsız, Türkiye Almanya için her zaman önemli bir partner ülke, Almanya’da Türkiye için. Osmanlı’dan bu yana gerek askeri, gerekse ticari anlamda birbirine bağlı iki ülkeden bahsediyoruz. Son dönemlerde ise mülteci krizi odaklı görüşmeler çerçevesinde, Merkel ile Erdoğan ilişkileri çok konuşuldu. Alman kamuoyunda da tepkiler var. Almanya’da sizce Merkel-Erdoğan ilişkisi eyalet ve genel seçim atmosferini nasıl etkiler?

Evet, dediğiniz gibi Almanya Türkiye açısından önemli. Ama Türkiye de Almanya için önemli. Kökleri neredeyse 250 yıl öncesine kadar uzanan Türk-Alman ilişkilerinde hep egemenlerin, tekellerin çıkarları ön planda olmuş.

Alman sermayesi için geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye Ortadoğu’ya, İslam dünyasına açılan kapıdır. Bu nedenle siyasi ilişkiler ne kadar gerilimli olsa da ilişkilerde hep bir denge gözetilir. Örneğin, Fransa ya da başka bir ülke Ermeni soykırımını tanıdığında Türkiye’nin gösterdiği sert tepkinin bir benzeri Almanya’ya gösterilmedi. Soykırımdan yana oy kullanan Türkiye kökenli milletvekiller günah keçisi yapıldı, öfkeler onlara yöneltildi. Merkel de dengeyi kaçırmamak için üst düzeyde oylamaya katılmadı. Son bir-iki yıl içinde Türk-Alman ilişkileri gerilimli olmasına rağmen, ticaret ve yatırımlar aksamadan devam etti, silah satışı arttı.

Merkel ilişkileri dengeli götürme niyetinde olduğunu son Ankara ziyaretinde de gösterdi. Özellikle AB ile Türkiye arasında imzalanan sığınmacılar anlaşmasının sürmesi, Erdoğan’ın AB’nin sınır bekçisi olması konusunda verdiği güvencenin karşılığını ödemekten çekinmiyor. Aksi halde sığınmacı akınının yeniden başlaması, içeride ırkçı AFD’nin oylarının tavan yapmasına yol açabilir ve Merkel de başbakanlıktan olabilir. Merkel böylesine bir durumla karşı karşıya kalmamak için Erdoğan’a karşı verilmesi gereken tavizlerin çoğunu vermeye devam edecek gibi görünüyor.

Kısacası Merkel, iç politik dengelerden ötürü Erdoğan’ı ne tam karşısında ne de tam yanına alıyor. Bir konuda desteklerken diğer konuda eleştirerek dengeyi gözetiyor. Ancak, Erdoğan’ın yaptıkları ve yapacakları bu denge politikasının çok fazla uzun sürmeyeceğini gösteriyor. Referandumdan çıkacak sonuç bu açıdan önemli.

Evet konuya da girmiş olduk. Referandum sürecindeyiz. Almanya göçmen ve mülteciler açısında en kalabalık Avrupa ülkesi diyebiliriz. Almanya’daki doku, referanduma nasıl yansıyacak sizce?

Referandum sürecinde her bir oyun, altın değeri var. Zira, “Evet” ve “Hayır”ın yarıştığı bu süreçte, sonucu gerçekten çok az bir oy farkı da belirleyebilir. Genel olarak yurtdışında 3 milyona yakın oy var ve bu oylar toplam seçmenlerin yüzde 6,5’ine tekabül ediyor. Almanya’da ise yaklaşık 1,5 milyon seçmen var. Almanya’dan yüzde 50 katılım olduğunu varsaydığımızda referanduma yaklaşık yüzde 2 etkide bulunabilir. Durum bu kadar önemli. Bu nedenle özellikle AKP, yurtdışındaki oyları almak için yoğun bir çaba harcayacak. Başbakan Yıldırım bu yüzden Oberhausen’e geliyor.

2015’teki iki genel seçime baktığımızda AKP’nin yurtdışındaki oy ortalaması Türkiye’deki ortalamadan yaklaşık yüzde 10 daha fazla. Ama referandumda bunu koruyacağını sanmıyorum. Katılım oranı arttıkça oy oranı düşecek gibi görünüyor.

Peki son olarak, nasıl bir referandum kampanyası yürütmek gerekiyor?

Erdoğan’ın bütün stratejisi, gerilim üzerinden referanduma gitmek. 1 Kasım seçimlerindeki taktiği izleyecek. Kanımca, “Hayır” cephesinin Avrupa’da gerilimi artırıcı değil, düşürücü, özellikle kararsız seçmenleri kazanacak bir söylem kullanması gerekiyor. Sonuçta, referandum süreci bittiğinde “Evet” ve “Hayır”cılar aynı işyerinde çalışmaya, aynı semtte yaşamaya devam edecekler. İpleri koparmayacak tarzda, bugün “Evet” diyen emekçileri ömür boyu AKP’nin saflarında kalmasını sağlayacak söylemlerden uzak durmak gelecek açısından önemli.

Hayır inisiyatiflerinin mümkün olduğu geniş kesimleri alacak şekilde kurulması, herkesin kendi Hayır gerekçelerini etkili şekilde anlatması durumunda Avrupa’dan otoriterleşmeye, tek adam-tek parti yönetimine karşı önemli bir destek yerine gelmiş olur.

Elif Sonzamancı/KÖLN

 

Reklam

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak