PİRHA- Sanatına ilk adım attığı yıllarda kadın kimliğinden kaynaklı baskılarla karşılaşan Kürt sanatçı Ayşe Şan’ın ölümünün üzerinden 22 yıl geçti. Ayşe Şan; dengbejliği erkeklerin tekeline bırakmaya razı olmamış ve bu gelenekte kadınlara yer açmak istemiştir. 1979 yılında Irak’ta Kürtçe yayın yapan bir radyoya katılan Ayşe Şan’ın hikâyesine onun ağzından tanık olacağız bu kez.
İçine doğduğu topluma ve toplumun geleneklerine ters düşmek pahasına hayallerinin peşinden giden bir kadın.
Diyarbakır’da doğan Ayşe Şan; yaşadığı toplumun kurallarına ve geleneklerine uymak yerine içinden gelen sesi dinlemiş, “dengbejlik” geleneğini devam ettiren ilk kadınlardan biri olmuştur. Daha çok bölge illerinde yaşatılan; o bölgenin halkının geleneklerini, göreneklerini, yaşam biçimini, duygularını yansıtan ve Kürt kültüründe önemli bir yere sahip olan dengbejlik geleneği, yazılı bir kuralı varmış gibi sadece erkekler tarafından sürdürülmüştür. Ta ki Ayşe Şan, her şeyi göze alıp bu geleneğin bir parçası olana kadar.
Ayşe Şan; etrafındaki herkesi sesine ve yorumuna hayran bırakan bir genç kız olduğu için kadın meclislerinin, dini toplantıların ve mevlitlerin aranan ismi durumundayken sesini çok farklı bir şekilde kullanmak istediğini fark etmiştir. Babasının dengbêj olması nedeniyle küçük yaşta müzikle tanışan, dengbêj divanlarında büyüyen Ayşe Şan; dengbejliği erkeklerin tekeline bırakmaya razı olmamış ve bu gelenekte kadınlara yer açmak istemiştir. Bu uğurda direnişçi bir duruş sergilemiş, tüm baskılara rağmen doğru bildiği yoldan gidip zorlu bir hayatı tercih etmiştir. Ona sunulana razı olmayıp kadın ruhundaki devrimci yanın temsilcisi haline gelmiş ve kendisinden sonraki pek çok kadına umut olmuştur.
Yaşıtları gibi annesinden gördüğü yaşantıyı sürdürmek yerine alışılmışın aksine babasının yolundan gidip bir ilke imza atan Ayşe Şan’ın hikâyesine onun ağzından tanık olacağız.
Ayşe Şan: 1938 yılı Kasım ayında Diyarbakır’da dünyaya geldim. Dört çocuklu bir ailenin üç kızından biriyim. Annem Haciye Hanım, Erzurumlu Hacı Mustafa Bey’in kızıydı. Kendi döneminin tanınmış dengbêjlerinden olan babam Osman ise Cibran aşiretine mensuptu. Ailem son derece dindar ve sofu insanlardan oluşuyordu. Ben ailemin kadınlarından farklı olarak müziğe ilgi duyuyordum. Müziğe olan merakımın babadan gelme olduğuna inanıyorum.
İlk olarak babamın evinde kurulan dengbêj divanlarıyla müziğe “Merhaba!” dedim. Babam dönemin en iyi dengbelerinden biriydi. Onun sesi beni çok etkiliyordu. Tabii ben stranlar, klamlar okuyamıyordum.
Çocukluk yıllarımda iyi bir dini eğitim aldım. Bu eğitimin de etkisiyle mevlitlerde kaside ve Kur’an okuyordum. Ben Kur’an okurken herkes beni ayakta dinliyor ve ağlıyordu ama ben dengbej klamlar söylemek istiyordum. İlk zamanlar bu istediğimi yerine getirebildim ve söyledim ama 9 yaşında babamı kaybettim. Çevremdeki insanlar kadınların şarkı söylemesine şiddetle karşı çıkıyordu ve maruz kaldığım baskılar nedeniyle artık sadece mevlitlerde ilahiler okuyabilen biri haline gelmiştim.
Bir gün dengbej divanında babamın klamlarını okuyorlardı fakat yanlış söylüyorlardı. Bu durum beni çok üzmüştü, günlerce ağlamıştım. Neden babama ait olan klamları hatalı okuyorlar diye…Bunun üzerine kararımı verdim. “Ben müzik yapmalıyım.” dedim kendi kendime. Babamın yarım bıraktığı klamları ben devam ettirmeliydim.
“AİLEMİN YA DA BU TOPLUMUN BENİ ÖLDÜRECEĞİNİ BİLE BİLSEM BABAMIN YARIM BIRAKTIĞI KLAMLARI SÖYLEYECEĞİM”
Ayşe Şan daha önce hiçbir Kürt kızının yürümediği bir yolda yürümeye karar verdiğinde yaşadığı toplumun genelinin bu durumu hoş karşılamayacağını tahmin etmiştir. Bu nedenle gelecek tepkileri önceden kestirebilmiş ve bu süreçte aile üyelerinden destek görmeyi ummuştur. Ailesi ona arka çıkmak istese de gelenekler, onların Ayşe Şan’a sahip çıkmasının önüne geçmiştir. Yalnızca annesi, kızının başına gelecekleri bilmesine rağmen onu içten bir sevgiyle desteklemiş ancak bu destek, koca bir coğrafyayı dize getirecek güçte olmadığından o da çaresiz kalmıştır.
Ayşe Şan, dengbejliğe adım attığı ilk günlerde yaşananları şu cümlelerle anlatıyor:
Ayşe Şan: Annem üç evladının da babalarına çekmediğini söylerdi fakat benim farklı olduğumu düşünürdü. “Ayşe’nin sesi, huyu, ahlakı babasına benziyor. Onunla gurur duyuyorum.” derdi fakat feodal bir yapıya sahip olan toplumuzda baskılar sadece benim üzerime değildi. Ailem de bu durumdan çok etkileniyordu ve baskıların etkisinde kalıyordu. “Kızın, Kur’an hatim etmiş. Neden dengbej klamları söylüyor? Ayıptır, çok büyük bir günah işliyor, onunla beraber siz de günaha giriyorsunuz.” gibi sözler söylüyorlardı. Ben bu baskılara boyu eğmedim, feodal bir topluma başkaldırdım. Bedeli ağır oldu ama ben müzik sevdamdan vazgeçmedim. “Ailemin ya da bu toplumun beni öldüreceğini bile bilsem babamın yarım bıraktığı klamları söyleyeceğim.” diyordum kendi kendime. Ahlakımı, sesimi, mertliğimi, müziğe olan merakımı babama borçluyum ve bu konularda ona çekmişim.
“İÇİMDE HEP BABADAN KALAN KÜRTÇE STRAN TÜRKÜLERİ SÖYLEMEK VARDI”
Ayşe Şan’ın sesini kendisinden beklendiği gibi dini törenlerde ve kadınlar arasında kullanmak yerine müzik yapmak için kullanması, ailesinin ve aşiretinin tepkisini giderek arttırmasına neden olmuştur. Babasının yolundan gitmek ve kalbinde yükselen müziğin sesini dinlemek dışında bir niyeti olmadığını anlatmaya çalışmış ancak içinde bulunduğu coğrafyada bunu anlayacak ortamın oluşmadığını görmüştür. Her iki taraftan gelen bu tepkinin Ayşe Şan’ın üzerinde giderek baskı yaratması onu çok sevdiği annesinden, ailesinden ve yıllarca gözünde tütecek olan Diyarbakır’ından koparmış; dalından kopmuş bir yaprak gibi Antep’e sürüklemiştir.
Doğduğu topraklardan ilk kez dışarı çıkan Ayşe Şan, bir yandan yeni bir yerde yaşamaya başlamanın acemiliğini tadarken bir yandan da ailesinden ilk defa ayrılmış olmanın üzüntüsünü ve yalnızlığını hissetmiştir. Kocaman bir aileye hatta kocaman bir aşirete mensupken bir anda tanımadığı bir şehirde yapayalnız ve kimsesiz kalmak, Ayşe Şan için oldukça zorlu bir yolun başlangıcı olmuştur. Her şeyini geride bırakmak pahasına çıktığı bu yolculukta yanında hissettiği tek şey; yavrusunu koruyamamanın, ona sahip çıkamamanın çaresizliğini yaşayan annesinin duası, daha hayata ve yavrularına doyamadan göçüp giden babasının klamlarının sesinden başkası değildir. Topraklarından ayrılan insanın, sudan çıkmış balık gibi olduğunu iliklerine kadar hissetmiştir genç kadın. Nasıl ki balık sudan çıktığında boğulursa Ayşe Şan da evinden, yurdundan çıkıp yepyeni bir şehre alışmaya ve insanların arasına karışmaya çalışırken boğulduğunu hissetmiştir. Ancak onu bu noktaya taşıyanın, müzik yapma sevgisi ve babasının klamlarını seslendirme tutkusu olduğunu hatırladıkça çektiği çile, kutsal bir emeğe dönüşmüştür.
Ayşe Şan, Antep’e yerleştiği ilk zamanlarda tüm bu duygusal boşluk, yalnızlık ve kimsesizlik yetmezmiş gibi bir de uzun süre geçim sıkıntısı çekmiştir. Öyle ya sudan çıkmış balığa, dalından kopmuş yaprağa altın tepsi de nimetlerini sunacak değildir kader. Kendi ekmeğini de kendi başına, namusuna laf ettirmeden, helalinden kazanmak şart olmuştur Ayşe Şan’a. İlk zamanlar terzilik yapmış, bir yandan da Abdullah Nail Baysu’nun da yardımıyla radyoda Türkçe türküler söylemeye başlamıştır. O dönemler, Kürtçe konuşmanın yasak olduğu yıllardır ancak onun içinde babasının klamlarını söylemek, dengbejlik kültürünü devam ettirmek arzusu yer etmiştir. Kadın kimliğiyle dengbej olabilmenin, en az Kürtçe türküler söylemek kadar imkânsız göründüğü o dönemde bunu başarmak ve toplumun kalıplarını kırmak onu hayatın zorluklarına katlanmaya, ayakta kalmaya iten gaye olmuştur. Yaşadığı bu zorlu süreci Ayşe Şan’ın cümlelerinden dinliyoruz:
Ayşe Şan: Sesimin ne kadar güzel olduğu çevre illere kadar ulaşmıştı artık. Antep radyosundan teklif geldi. Böylece profesyonel olarak müziğe adım atmış oldum. Kürtçenin yasak olması nedeniyle iki yıl boyunca radyoda Türkçe türküler okudum. Fakat içimde hep babadan kalan Kürtçe stran türküleri söylemek vardı. Ana dilimde stranlar söylemek istiyordum. Bu özlem hep yüreğimi yakıyordu. Başlangıçta haftanın bir günü çıkıyordum radyoda ama sonra halkın yoğun isteği üzerine radyo yönetiminin aldığı kararla haftanın beş günü çıkmaya başladım. Bu süre içinde kızım dünyaya gelmişti. Kimsemiz yoktu bu hayatta. Bir ben vardım bir de kızım Şehnaz… Kızım için, onun geleceği için daha çok çalışmam gerekiyordu.
“BENİM DERDİM NE ROMANLARLA ANLATILIR NE DE KİTAPLARA SIĞAR”
Ayşe Şan, kızının geleceği için daha çok çalışması gerektiğini düşünüp gecesini gündüzüne katmış, gençliğini ve kadınlığını bir kenara bırakıp çocuğu için mücadele etmiştir ancak kötü kaderinin onun için hazırladığı hazin bir son olduğundan henüz kimsenin haberi yoktur. Kaderin bu oyunuyla genç kadının geleceğe dair son umudu da ellerinin arasından kayıp gitmiştir.
“Her acı anlatılır da bu acı başka… Ne kadar anlatsam o kadar az kalır” cümleleriyle ifade etmeye çalıştığı yürek acısının aklındaki ve kalbindeki yeri hayatı boyunca hep taze kalmıştır. Gurbette hem kızına bakıp hem de geçimlerini sağlamak için uğraşan ve adeta bir başına yaşam mücadelesi veren genç kadının biricik kızı, can yoldaşı, hayattaki tek dayanağı hastalanarak kısa süre içinde hayata gözlerini yummuştur. Ayşe Şan’ın kaderini ve talihsizliği sorguladığı o günlerde kızı ve kendi kaderi için yazdığı “Kaderim” türküsü de işte bu boşluğu doldurulamaz kaybın, evlat acısının üstüne hayat bulmuştur.
Kokusuna doyamadan kaybettiği çocuğunun acısını ve yaşanan süreci Ayşe Şan, şöyle anlatmaya çalışıyor:
Ayşe Şan: Evet, benim derdim ne romanlarla anlatılır ne de kitaplara sığar. Her acı anlatılır da bu acı başka…Ne kadar anlatsam o kadar az kalır. Kısaca anlatmak mümkün değil ama ben yine de anlatmayı deneyeyim. Antep’ten İstanbul’a çıktığım zaman Şehnaz adında bir kızım vardı. Ondan “vardı” diye bahsetmek bile yüreğimi dağlıyor. Artık yaşamadığını düşündüğüm her an aynı acı gelip göğsüme oturuyor. Şehnaz’ım bir buçuk yaşındayken vefat etti. Hem çalışıp hem ona bakmak zorundaydım. Hayatta başka kimsemiz yoktu, akrabamız çoktu ama kimsemiz yoktu. Radyoda olduğum zamanlarda kimse bakamıyordu ona.
Çok güzel ve zeki bir kızdı Şehnaz’ım. Benim umudumdu, sabrımdı. Beni hayata bağlayandı, yaşamam için sebepti. Benim için koca dünyada bir tek o vardı. Herkesin evladı kendine candır, kendine göre kıymetlidir ama o benim için evlattan öteydi. Yaşamayan bilemez, tahmin bile edemez. Allah düşmanıma vermesin. Her acı geçer, evlat acısı geçmez. Yavrundur, geleceğindir, yaşama nedenindir. Varlığı ile var olduğun, yokluğu ile yok olduğundur. Anlatıyorum ama ne kadar anlatsam nafile… Sonsuza dek sürecek, hiç geçmeyecek tek acı var; o da evlat acısı. Analık zordur, meşakkatlidir ama evladını kaybeden ana olmak ölmekten beter.
Şehnaz vefat ettikten sonra az kaldı psikolojim tümden bozuluyordu. Radyoyu bıraktım. Hayat bana haram oldu. “Bir daha Antep’e dönmem” dedim. İstanbul’a çıktım.
“O DÖNEM KÜRTÇE HER YERDE YASAKTI AMA BU KEZ KARARLIYDIM, KÜRTÇE STRANLAR OKUYACAKTIM”
“Bir daha Antep’e dönmem” diyerek yola çıkan Ayşe Şan’ın hayatında artık bir dönemin kapıları aralanmıştır. 1963 yılında İstanbul’a adım atan genç kadın, ilerleyen yıllarda Kürtçe ve Türkçe şarkılar seslendirdiği konserler vermiştir. O dönemde Kürtçe konuşmanın, dolayısıyla türküler söylemenin yasak olması nedeniyle Türkçe ağırlıklı iki kaset çıkartmıştır. Bu kasetlerin sonrasında da Kürtçe kasetler kaydederek müzik serüvenine devam etmiştir. “Ez Xezal İm” şarkısı, Ayşe Şan’ın tanınmasındaki önemli basamaklardan biri olmuştur ancak Kürtçe okuduğu şarkılardan dolayı ciddi baskılarla karşılaşmış ve 1972 yılında Almanya’ya giderek sürgün hayatı yaşamaya başlamıştır. Zaten evinden, ailesinden çok sevdiği Diyarbakır’dan ayrı düşen Şan, gurbetin bir de bu çeşidini tatmak zorunda kalmıştır. Hayatın engellerini birer birer aşmayı görev bilmiş Ayşe Şan bu konuda da pes etmemiş, Kürtçe şarkı söylemenin yasak olduğu o dönemde bir çok Kürt müzisyen gibi el altından yapılan kasetler sayesinde sesini duyurma olanağı bulmuştur. Teknolojinin ilerlemeye başladığı o yıllarda Türkiye’ye yeni gelen kasetçalarlar sayesinde de evlerde dinlenmeye başlanmıştır. İlk kasetinde yer alan “LêLêXimşê”, “Lorke”, “Siverek Yollarında” ve “Gurbette” stranları ile ünlenir.
Ayşe Şan, İstanbul’a gelişi ve birbiri ardına çıkan kasetleri ile ilgili şunları anlatıyor:
Ayşe Şan: 1963 yılında İstanbul’a geldim. Burada ilk plak çalışmamı yaptım. O dönem Kürtçe her yerde yasaktı ama bu kez kararlıydım. Kürtçe stranlar okuyacaktım. İlk plağımda bunu gerçekleştirdim. Biri Siverek üzerine Türkçe söylediğim “Çileli Başım” diğeri yarı Türkçe yarı Kürtçe olan “ Xifse” idi. Okuduğum ilk Kürtçe stran Ez Xezalim’dı. Tamamı Kürtçe değildi. Yarısı Türkçe, yarısı Kürtçe idi. Çıkardığım Kürtçe-Türkçe ilk plağım kısa sürede her yere ulaşmıştı ve çok satmıştı.
“AŞİRETİMİN ŞEREFİNİ BAŞIMIN ÜSTÜNDE TUTTUM HEP”
Ayşe Şan, “Ben bir ilk olacaktım, ilk kez bir Kürt kızı plaklarda Kürtçe stranlar okuyacaktı” cümlesiyle ifade ettiği hayalini gerçekleştirmek, kasetler çıkarıp müzik piyasasında adını duyurmak, oluşan baskı da günden güne artmıştır. Attığı her adım, yaptığı her hamle bir yandan onu daha önce bir Kürt kızının gerçekleştirmeyi belki de hayal dahi edemeyeceği bir noktaya ulaştırmış bir yandan da toplumun belli bir kesiminin nefretini daha da körüklemiştir. Hem ailesine karşı gelip memleketini terk etmesi hem tüm baskılara rağmen müzik sevdasından vazgeçmemesi hem de genç bir kadın olarak tek başına kararlar alıp bu kararları uygulaması yanlış yorumlanmış ve bunun bir aile için “kara bir leke” olduğu iddia edilmiştir. Kulağına gelen bu iddialar ve yaralayıcı sözler Ayşe Şan’ı birazdan okuyacağınız “Ben başına buyruk hareket ediyordum ama memleketimin, aşiretimin şerefini başımın üstünde tuttum hep. Aşiretime ve memleketime kara leke sürmedim” cümleleriyle kendini savunmak zorunda bırakmıştır.
Ayşe Şan: İstanbul’da da tanıdığım yoktu. Orada da sahipsizdim. Ömrümün çoğunda bana sahip çıkacak kimse olmadı. Hep tek başıma mücadele etmek zorunda kaldım. İstanbul’da plakçıları dolaşırken Yahudi asıllı bir plak şirketine denk geldim. Bu plak şirketi bana stüdyoda bir deneme çalışması yaptırdı. Bu deneme çalışmasında sesimi çok beğendiler. Benim bu yeteneğimden faydalanmak istediler çünkü o zaman Kürt kızların bırakın şarkı söylemesini yalnız başına hareket etmesi bile çok kötü algılanırdı. Ben başına buyruk hareket ediyordum ama memleketimin, aşiretimin şerefini başımın üstünde tuttum hep. Aşiretime ve memleketime kara leke sürmedim. Ben bir ilk olacaktım, ilk kez bir Kürt kızı plaklarda Kürtçe stranlar okuyacaktı. Bu nedenle ben bulunmaz bir Hint kumaşıydım. Plak şirketinde beni dinleyen adam, arkadaşına “Bana deneme plak için bir Kürt kızı geldi. Adı Ayşe, sesi muhteşem. Ona plak yaparsam kısa sürede çok zengin olurum. O yüzden hemen Ayşe’ye plak yapacağım” demiş. Hemen benimle sözleşme yaptılar. Ben o dönemde sözleşmenin ne olduğunu, ne işe yaradığımı bilmediğim için fazla umursamamıştım. Sözleşmeyi yaptıktan sonra da plaklarım art arda çıkmaya başladı. Plaklar çıktı ama nasıl olsa bu anlamaz diye bana çok az bir para ödediler. Oysa benim plaklarım çok büyük bir ilgi görmüş ve dönemin en çok satan plakları arasında yer almıştı fakat benim bundan haberim bile yoktu. Ben durumu anlayana kadar iş işten çoktan geçmişti. Plak şirketinde sözleşmem olduğu için bu adamdan kurtulamıyordum. İki kez intihar ettim. Bu şartlar artında ve kendi imkânlarımla az önce adını söylediğim ilk plak çalışmamı bitirdim.
“BBC RADYOSUNA ÇIKAN İLK KÜRT KADIN SANATÇI”
Ayşe Şan, dengbejlik sevdasını yüreğinde hissedip bu sevdanın önüne geçemeyeceğini anlayınca gitmekten başka çaresi olmadığını anlamıştır ancak “gitmek” eyleminin hayatının geri kalanı boyunca peşinden geleceğini tahmin etmemiştir. Yaşanan yılların ve acıların neticesinde genç kadın için gurbet ve sürgünler artık günlük yaşamın bir parçası olmuştur. Yolu gurbetten geçen, sürgünlerle bir şehirden diğerine savrulan her insan gibi Ayşe Şan da kalbini geride bıraktıklarının hasretiyle bin parçaya bölmüştür. Diyarbakır özlemi, diğer özlemlerin arasında yerini hep korumuş hatta zaman zaman artık dayanılmaz bir hal almıştır. Memleketine gitmeyi aklından geçirmiş ancak giderse başına gelecekleri bildiği için bu hasreti yüreğinde taşımakla yetinmiş ve Diyarbakır’a olan özlemini tıpkı diğer dertlerinde olduğu gibi klamlarla dile getirmiştir. Onun sıla hasretiyle söylediği klamlar, 1960’lı yıllarda Türkiye’den Avrupa’ya yapılan işçi göçüyle evinden, yurdundan ayrılmak zorunda kalan yüzlerce gurbetçiye nefes olmuş; gurbetçiler memleket özlemini Ayşe Şan’ın plaklarıyla gidermiştir. Bu plaklardaki klamlar, Avrupa’da yaşayan gurbetçilerin sıla hasretiyle Ayşe Şan’ın Diyarbakır özlemini bütünleştirmiş; onlar için ortak bir ağıt olmuştur. Gurbetçileri derinden etkileyen klamlar söyleyen genç kadının söylediklerinin bu derece içten olmasının sebebi ise Şan’ın kendi ülkesinde sürgünde olmasıdır. Ayşe Şan’ın yüreğindeki hasreti dillendirip ruhuna tercüman olduğu gurbetçilerden farkı, ailesinin ölüm tehditlerinden dolayı kendi memleketine adım atamamasıdır. Acı bu denli büyük olup tüm içtenliğiyle klamlara yansıyınca Avrupa’da yaşayan gurbetçiler için düzenlenen konserlerde gurbetçiler, Ayşe Şan’ı dinlemek istemiş ve davet etmişlerdir. Bu davetle hayatındaki ilklerden birini daha gerçekleştiren genç kadın, ilk konserini Hollanda’da, gurbetçilere vermiştir. Bu ilk konserin ardından Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşayan gurbetçilerle buluşmuştur. Bununla da yetinemeyen Şan, BBC radyosuna çıkan ilk Kürt kadın sanatçı olmuştur.
Yurt dışı konserleri ve imza attığı ilkleri Ayşe Şan şöyle özetliyor:
Ayşe Şan: Avrupa’da gurbetçiler benim konser vermem için taleplerde bulunmuşlar. Birçok sanatçı ile beraber Hollanda’da gurbetçilere konserler verdim. Ardından Almanya’ya gittim, burada da çok sayıda konser verdim. Alman televizyonlarında programlara katıldım. Gazetelere röportajlar verdim. İngiltere’de yaşayan gurbetçiler de beni istemiş. Orada da BBC radyosuna çıktım. Radyoda güzel bir program yaptım. Çok sevindiler. Ne zaman istesen yine program yapmaya hazırız, dediler. Almanya’da 3-4 yıl kaldıktan sonra ülkeye döndüm.
“ÇOK HASTAYIM, AYŞE’YE HABER VERİN GELSİN. SON DEFA GÖREYİM”
Ayşe Şan; konserler nedeniyle pek çok ülkeye, pek çok şehre gitmiştir ancak kardeş ve akrabalarının ölüm tehditleri yüzünden o çok sevdiği Diyarbakır’a bir daha hiç dönememiştir çünkü yakınlarına göre bir kadının, erkeklerin bulunduğu bir ortamda şarkı söylemesi büyük bir suçtur. Şan, bu konudaki algıyı değiştirmek istemişse de başarılı olamayacağını anlamış; ailesinin dahi ona destek çıkmadığını, çıkamadığını görmüştür. Bu süreçte ona kıyamayan, sahip çıkmaya çalışan, sonuna kadar direnen bir tek kişi olmuştur: Annesi. Her anne gibi o da kızının mutluluğu için savaşmış, mücadele etmiş onun engellerle tıkanan yolunu açmaya çalışmış ancak bu fedakârlık da Ayşe Şan’ı ve müziğini topluma kabul ettirmeye yetmemiştir. Nihayetinde anne ve kızının bütün gayretleri boşa gitmiş, bir daha kavuşamamak üzere yolları ayrılmıştır.
Yıllarca yolları tekrar kesişemeyen anne ve kızının kaderi, annenin ölüm döşeğinde olmasına rağmen değişmemiştir. Daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse bu kaderin değişmesine toplum tarafından müsaade edilmemiştir. Ayşe Şan’a gösterilen tepki, yıllar geçtikçe azalacağına artmış; ölmeden önce son kez kızını görmek isteyen anneye akrabaları izin vermemiştir. Ölüm döşeğindeki kadının yalvarıp yakarması, son nefesinde kızını sayıklaması dahi, verilen kararı değiştirmeye yetmemiş; acılı anne kızının yolunu gözleyerek kokusunu son içine çekmek arzusuyla son nefesini vermiştir. Bu yürek burkan veda Ayşe Şan’a olan öfkeyi dindirmeye yetmemiş, anne-kıza yapılan eziyet bununla da bitmemiştir. Acının büyüklüğünden zerre kadar etkilenmeyen, en basit insani duygulara bile fırsat vermeyen bu feodal zihniyet; Ayşe Şan’a annesinin mezarını ziyaret etmesi için bile izin vermemiştir. Hayatı yalnızlıklarla, ayrılıklarla, hasretle ve acıyla geçmiş genç kadının kalbinde iyileşmesi mümkün olmayan derin bir yara daha açılmıştır. Ayşe Şan’ı Ayşe Şan büyük imtihanlardan biri olan, onun belleğinde ve müziğinde derin izler bırakan bu olay; “Lele Daye” şarkısıyla hayat bulmuş, dinleyenlerin acılarına ve özlemlerine tercüman olmuştur.
Ayşe Şan’a annesi sorulduğunda genç kadın derin ve kesik bir nefes alabilmiş ve şu cümleleri kurabilmiştir:
Ayşe Şan: Annem çok iyi bir kadındı, herkese yardımcı olurdu, kalbi tertemizdi. Onu tanıyıp da sevmeyen ya da ondan “kötüdür” diye bahsedecek biri yoktur. Annemin vefatı, benim hayatımın ikinci büyük darbesidir. Kalbim hala yaralıdır, hala kederliyim.
Annemin derdi, bütün dertlerin üstündedir benim için. Kendimi bildim bileli gurbetteydim, onu yeterince görmedim, ona hiç doyamadım. O hasretle de gitti. İkimiz de toprağın üstündeydik, aynı topraklarda yaşıyorduk, aynı göğün altındaydık ama kavuşamadık. Kavuşamadan da toprağın altına girdi annem. Ben evladımı kaybedince onun nasıl bir evlat hasreti çektiğini daha iyi anladım ama elimden bir şey gelmedi. Engelleri aşamadık, birbirimize ulaşamadık.
Annem vefat etmeden önce haber salmış. “Çok hastayım, Ayşe’ye haber verin gelsin. Son defa göreyim” demiş ama bana kimse haber vermedi. Ölüm döşeğindeki annemin son arzusu kızını görmek olduğu halde beni hiç aramadılar. Bir hafta sonra annemin vefat ettiğini öğrendim. Yüreğim ikinci kez yerinden söküldü. Annemin vefatından sonra altı ay çok hastalandım. Evlat acısıyla dağlanmış yüreğim bir de anne acısıyla imtihan oldu. Ben ona hasrettim, hasretlik içime dertti ama onun bana hasret gittiğini öğrenince derdim daha da büyüdü. Evladımın acısıyla annemin acısı sesimi de dağladı. Söylediklerim insanları hep etkilerdi ama onlar için söylediğim klamlar, içimdeki acının dile dökülmesiydi.
Annem, hep, “Ayşe başımın ucunda dursun, bana sürekli stranlar söylesin” derdi. Benim namaz kılmamı isterdi, Kur’an okumamı isterdi. Sesimi Kur’an okumak için kullanmamı isterdi ama babamın sanatı beni daha çok etkiledi. İçinde doğduğum müzik kültürü, annemin istediği yoldan değil babamın açtığı yoldan gitmemi sağladı.
Özgür UTUŞ/PİRHA
Yoruma kapalı.