PİRHA – Tarihçi yazar Erdoğan Aydın, Dersim Katliamı’nın neden ve nasıl başlatıldığına mercek tuttu. Cumhuriyetin kuruluş temellerinin herkesin Türkleştirilip, Sünnileştirilmesi üzerinden oluşturulduğuna vurgu yapan Aydın, “Eğer 1948 Uluslararası Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin, ‘soykırım’ tarifini anlatan maddelerini okuyacak olursak, aslında yapılan işin bir soykırım olduğunu teslim etmek zorundayız” dedi.
1925 yılında çıkarılan Şark Islahat Planı, 1936 yılında çıkarılan Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun, Şark Islahat Planı’na dayanılarak kurulan ve Dersim’in de içinde yer aldığı 4. Umumi Müfettişlik’in kurulması ile adım adım ‘ulus devlet’in inşası önünde engel olarak görülen Dersim’in, öncelikle kanaat önderlerinin yok edilmesi, halkın soykırımdan geçirilerek kalanların sürgüne tabi tutulması hedeflendi.
25.12.1935 tarih ve 2884 sayılı Tunceli Kanunu çerçevesinde 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Dersim’e yönelik askeri operasyonlar başlatıldı ve on binlerce Dersimli katledildi. Askeri operasyonlar 1938 yılı boyunca devam etti ve katliam ile birlikte sürgün politikası devreye konulup Dersim coğrafyası büyük oranda insansızlaştırıldı.
15 Kasım 1937 yılında Dersim’in Kürt Alevi kanaat önderi Seyit Rıza, oğlu Resik Hüseyin ve Dersim’in 7 ileri geleni, Elâzığ Buğday Meydanı’nda idam edildi.
1937-38’de yaşanan Dersim Soykırımı’nda ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ olarak bilinen bir kuşağın ise ailelerinden koparılarak tanımadıkları, bilmedikleri ailelere evlatlık ve eş olarak verildiği gerçeği de soykırımın bir başka boyutunu oluşturuyor.
Dersim Tertelesi’nin 88. yıldönümünde ajans olarak katliamın öncesini ve sonrasını ele aldık. Dosyamızın bugünkü konuğu İslamiyet, Osmanlı, Alevilik ve Cumhuriyet tarihi üzerinde önemli çalışmaları olan Erdoğan Aydın oldu.
Tarih yazarı Erdoğan Aydın, Dersim Soykırımı’nın öncesini ve sonrasında yaşananları Pir Haber Ajansı’na (PİRHA) anlattı.
“DEFOLU CUMHURİYET!”
PİRHA-Nasıl bir cumhuriyet kuruldu?
Erdoğan Aydın: Öyle bir cumhuriyet kurulmuştu ki iki temel defosu vardı. Bir tanesi genel olarak o dönemde milli mücadele yürütmüş meclisteki çoğulculuğu tasfiye eden bir otokrasinin inşası çerçevesinde, yani gerçek olmayan, biçimi cumhuriyet kendisi cumhuriyet olmayan bir cumhuriyet kurulmuştu. Dersim’e giden süreci aslında bu hazırladı.
Diğer mesele ise bu kurulan cumhuriyet, Dersim’i sadece zamanlaması ile bizi karşı karşıya bıraktı. Yani Dersim, tıpkı daha önceden Koçgiri’de ilk örneğini gördüğümüz, bir başka halkın, Çerkez halkının Gönen Manyas sürgününde ilk örneğini gördüğümüz Türkiye’nin Türkleştirilmesi, Sünnileştirilmesi, kapitalistleştirilmesi çerçevesindeki programın kaçınılmaz uğrak noktalarından birini oluşturuyor. O nedenle resmi tarihin anlatısında işte ‘Dersim’de ağalar isyan etti, karakola saldırdı, dolayısıyla biz de onları ezmek zorundaydık’ diyen anlatı kesinlikle gerçeği temsil etmiyor. 1925’ten sonra Dersim’e özgü üretilmiş tüm raporlamalarda da bu durumu net olarak görüyoruz.
“SÖMÜRGECİ GİBİ DAVRANAN DEVLET!”
-Dersim neden devletin hedefi oldu?
Dersim, 1935 yılında hala maneviyatı, yani ulusal kimliği, kendi iç örgütlenmesi ayakta olan tek Kürt bölgesiydi. Bu durum egemenleri ciddi anlamda rahatsız ediyordu. Elazığ, Bingöl, Diyarbakır çevresini deyim uygunsa ‘yola getirmişlerdi’ diyebiliriz. Ama diğer Kürtlerden farklı olarak aynı zamanda Alevi bir kimliği de olan Dersim açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Belki de sorunun ötelenmesine neden olan faktörlerden biri de inanç faktörüydü. İlk dönem Kürtleri, inançsal farklılıklarından hareketle birbirine karşı kullanma politikası belki de Dersim’e yönelik operasyonun gecikmesi nedenini oluşturdu. Ama bu, şu demek değil; cumhuriyetin genellikle yanlış bir yerden sadece laiklikle özdeşleştirilen cumhuriyetin Alevilere yakın olduğu, onlarla empati yaptığından kaynaklanmıyor. Aksine 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması, 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve benzeri bir dizi uygulamalardan da biliyoruz ki aslında Türkiye toplumuna verilmeye çalışılan biçimde Kürtlüğün, Hristiyanlığın, Çerkezliğin yeri olmadığı gibi Aleviliğin de yeri yoktu. İdeolojik çerçevesini Ziya Gökalp’in oluşturduğu, herkesin Türkleştirilip, Sünnileştirilmesi çizgisi zaten günün birinde mutlaka gelip Dersim’in amiyane tabiriyle ‘tepesine binilmesini’ zorunlu kılıyordu.
Dersim’in biraz geciktirilmesinin bir diğer nedeni de şehrin kendi iç coğrafi yapısı nedeniyle tarih boyunca görece daha korunaklı bir yer olmasıdır. Kendini savunma kapasitesi daha yüksekti. Bu da Dersim dışındaki tüm diğer Kürt mekanlarının dizginlenmesi, Türkleştirilecek bir kıvama; İsmet İnönü, 1930’daki raporunda buna ‘mum kıvamına çevirdik’ diyor. Yani Alevi, Kürt kimliği ile yaşam sürmek isteyen, bu anlamda kendi iç örgütlenmesi diri bir Dersim’e tahammül edilmesi mümkün değildi ve bunun hazırlıkları yapıldı. 1925’ten itibaren tüm raporlamalarda ‘çıban’ kavramı dahil bir dizi kavramsallaştırma ile aslında kendi toplumuna bir cumhuriyet gibi değil, bir sömürgeci gibi davranan, kendine uygun hale getirilmesi için kestirip atmaktan söz eden bir devlet aklı karşısındaydı.
ÖZEL SAVAŞ STRATEJİSİ!
-Kırım öncesi devlet nasıl bir hazırlık yaptı?
Başta Fevzi Çakmak olmak üzere bir dizi devlet yöneticisinin raporlarında da çok net gördüğümüz gibi Dersim’e bir kolonizasyon politikası uygulanacaktı, onun hazırlıkları yapılıyordu. ‘Okuldur ve benzeridir şeylere hiç gerek yok’ diyen bir yaklaşım söz konusuydu. Keza Abidin Özmen, İbrahim Tali Öngören gibi bir dizi her dönem milletvekili, yönetici, genel müdür, komisyon başkanlığı vesaire yapmış rejimin muteber insanları da genel olarak Dersim’den söz ederken oranın paha biçilmez zenginliklere sahip olduğunu, bu zenginliklerin Türkiye için kullanılabilir hale getirilmesi gerektiğini anlata gelmişlerdir.
Zamanlama nasıl ayarlanacaktı? Avrupa’da Nazilerin, Mussolini’nin, faşizan eğilimlerin yükseldiği, Sovyetler Birliği’nin kurumsallaştığı, özellikle İngiliz ve Fransız emperyalistlerin Türkiye’yi küstürmemek için özel bir çaba sergilediği, savaşa giden bir dünyada, dengelerin Ankara için Dersim’e operasyonun artık zamanının gelmesini de tayin eden bir etken oldu. Bu arada Şark Islahat Planı’yla aslında bütün Kürtlerin Türkleştirilmesi buna yönelik sürgün ve yeni yerleşimlere oturtulması, yatılı bölge okullarının kurulması, yerel önderlerin ortadan kaldırılması, anadil yasakları konusunda bir dizi uygulama zaten önceden başlamıştı. Bunun bedeli olarak da örneğin Zilan Katliamı gibi bir dizi katliam, sürgün zaten uygulanmıştı. Ve giderek Dersim, etrafı kuşatılmış bir mekana döndü. İbrahim Talip Öngören’in raporunda Dersim’in kuşatılması, aç bırakılması, dışarıyla her türlü bağlantısının kesilmesi, teslim olmaya zorlanması gibi daha çok bir savaş stratejisi kavramlarıyla anlatılan ve çevresinde, Elazığ’da bomba atan uçakların havalanacağı uygun havaalanı yapılması vesaire üzerinden Dersim’in teslim olmaya zorlanması üzerine bir anlatı, devletin dilini oluşturuyordu. 1934 ve 1935’te biri kanun biri de rapor, bize daha kurumsal düzeyde bilgiler verir. İskan Kanunu ismi ile geçen 1934’te yayınlanan önceki iskan kanunlarının deyim uygunsa genişletilmiş bir hali. Bu kanun Şark Islahat Planı başta olmak üzere bir dizi önceki kanuna göre çok daha net konuşan, memleketin Türkleştirilmesi amacını çok daha net koyan ve bu amaçla toplumun farklı kategorilere ayrılması ve Türk olmayanların mutlaka bulundukları bölgelerden alınıp Batı Anadolu’ya, bir topluluk oluşturamayacak küçük bölümler halinde yerleştirilmesinin şart olduğunu, yerel liderlerin mutlaka bölgeden ayrılarak toplumun maneviyatının kırılması ve benzeri bir dizi iç alt bölümlenmeye sahip. Hatta öyle ki halkın kendini Türk ilan etmesi yetmez, ‘Türklüğün devlet nezdinde inanılır olması da gerekir’ diyebilecek kadar uç hukuk dilinden yoksun, bir cumhuriyetin, aslında kanun olamayacak ancak bir monarşinin veya sömürgeci ikili devlet tarzının yansıması olacak bir dizi uygulamayla karşı karşıyayız. Mesela ‘ırk’ kelimesi bu kanunda çok rahat kullanılır. Türk ırkı, Türkleştirmek, Türkleştirilemeyecek olanların sınır dışına gönderilmesi gibi, yani hukuk rezervinden bile yoksun bir dille yazılmıştır. Hatta meclisten bazı insanlar bu rijit kavramların değiştirilmesini önerdiklerinde Şükrü Kaya, reddedecektir ve kanunu olduğu gibi çıkaracaktır.
Bir de 1935 tarihli Jandarma Umum Komutanlığı Genel Raporu var. Bu rapor çok önemli. Şöyle ki genel olarak Alevi toplumunda da yaygın bir düşünce, gericilerin, Aleviliği tasfiye etmek isteyenlerin sadece geleneksel kesimlerden Sünni ulemalardan kaynaklandığını, aslında cumhuriyetin asla öyle bir şey olmadığı konusunda yanılgı var. Bu rapor ise doğrudan ordu, doğrudan Dersimlilerle muhatap olan Jandarma Genel Komutanlığının resmi raporu. Bu rapor Alevilere yönelik olağanüstü aşağılayıcı ifadeler kullanır. Ama bizim için daha da önemlisi bu raporun, Osmanlı’nın en Alevi düşmanı olan Yavuz Sultan Selim’den büyük bir övgü ile söz etmesidir. ‘Yavuz Sultan Selim, keşke başlattığı görevi bitirseydi de işte bugün bu Alevilerden kurtulmuş olsaydık’ diyebilen bir rapor. Yavuz Sultan Selim’in, Dersim’in içlerine doğru giremediğinden dolayı onu kınayan, ‘vazifesini tam yerine getiremedi’ diyebilecek kadar Osmanlıcı, Sünnici, anti Alevici geleneğin bizzat genel komutanlık raporu çerçevesinde yinelenmesi…
ASKERLERİN TACİZ VE TECAVÜZ ÖRNEKLERİ!
Bütün bunlar olunca zaten Dersim’in başına gelecek felaket, kaçınılmaz olan bir şeydi. Nitekim artık bütün her şeyin tamamlandığı, iç dış raporlama, gözlem, okullaştırma, karakollaştırma, Dersim’in kuzey ve güneyinden demiryollarının tamamlanması, emperyalistlerden onay alınması gibi her şey tamamlanınca artık operasyonun zamanı gelmişti. Bilindiği gibi bu konuda da meşhur bir ‘Tunceli Kanunu’ ile özel bir ayarlama yapılacaktı. ‘Türkiye’nin genelinde geçerli olan kanunlar Dersim’de geçerli değildir’ denilecekti. Türkiye genelinde bir idam hükümlüsünün, bir ceza infazının meclisten geçirilmesi gerekirken bu durum Dersim’de geçerli değildir. Dolayısıyla bu kanun çerçevesinde olağanüstü yetkilendirilen ordu komutanı, CHP İl Başkanı, vali, müfettiş, infaz amiri, aklınıza gelen tüm yetkilerin tek elde toplandığı bir özel Tunceli Kanunu çıkartıldı ve bu kanunu uygulamak üzere de daha önceden ilk eğitimini kayınpederi Sakallı Nurettin’in yanında genç bir subay olarak Koçgiri’nin Alevi Kürt halkına karşı gerçekleştirmiş olan Abdullah Alpdoğan atandı.
Dersim vilayetinin belli bölgeleri Elazığ, Erzincan, Malatya ve benzeri illere dağıtılarak küçültüldü. Tamamen güvenlik eksenli bir operasyonun koşulları oluştuğunda da artık bir bahane lazımdı. Bahanenin bir dizi örneği kışkırtmalarla gerçekleştirilecekti.
Örneğin Karerli Mehmet Efendi’nin hatıralarından bu konuda çok özel bilgiler ediniyoruz. Bu süreçte direniş çizgisi izlemeyen, tam tersine devletle uyum kurmak için her türlü çabayı harcayan aşiretlerden birinin çok önemli bir entellektüel lideri ve bu süreçte canını kurtarmış olan insanlardan biridir. Aşiretin lideri Bertal Efendi ve diğer 33 aşiretin ileri geleni 1938’de imha edilecektir. Karerli Mehmet Efendi, karakollandırmanın, denetimin, ilişkinin, kanunun her şeyin bitmesi sonrasında Dersim’in köylerine taciz seferlerinin başlandığını, örneğin bir karakolun subaylarının gelip, köyün ortasında Dersimli kadınlara musallat olmaya yönelik işler yapmaya başladılar. İnsanları karakollara çekip dövmeye başladılar. Yani birdenbire artık provokasyon yaratma sürecine geçildi.
“ANA DİLİMİZ VE İNANÇLARIMIZA KARIŞILMASIN!”
-Dersim tertelesi öncesi Dersim’de nasıl bir durum vardı?
Dersim coğrafyasında hiçbir şey olmuyordu. Dersim’de bir ayaklanma söz konusu değildi. Dersim’in aşiretlerinin önemli bir kesimi yorgun ve teslim olmuş vaziyetteydiler. Sadece 5 aşiret ve bir ocak, bu yapılan uygulamalara boyun eğmeme halindeydi. Ama artık onlar açısından da zaman gecikmişti ve dolayısıyla yapacak bir şey yoktu. Fakat şöyle bir iddianın en küçük bir temeli dahi yok; işte ‘vergi vermeyen bir Dersim’ iddiası tamamen bir safsatadan ibarettir. Çocuklarını askere vermeyen bir Dersim iddiası safsatadan ibarettir. Örneğin Aydın’da, Edirne’de, Ordu’da, Mersin’de ne kadar asker ve vergi kaçağı oranı varsa o kadarı olan bir yerdi Dersim. Dolayısıyla Dersim’e saldırı için bir neden yoktu. Aslında bu iş, bizzat cumhuriyetin kuruluş konseptinden başlamış bir şeydi. Özetle 1937’ye gelindiğinde kendi halinde maneviyatıyla yaşamakta olan Dersim’e yönelik bütün hazırlıkların bittiği için saldırı zamanlaması gerçekleşti. Gerçekliğin bu kavranışı, bence Dersim meselesine soğukkanlı bilimsel bakabilmenin biricik koşuludur.
Bize resmi tarih anlatısında işte günün birinde ‘bir karakola Pah Köprüsü üzerinden gidip köprünün yakılıp ardından karakola saldırılıp, 21 Mart Newroz’unda ayaklanma organize edildiği ve 33 erin öldürüldüğü’ üzerinden anlatılan hikayenin bir karşılığı yoktur. Aslında başlayan, taciz seferlerine karşı Haydaran’dan birilerinin, bir karakola taciz atışı yapmış olmasıdır. Takip edilmelerini engellemek üzere de Pah Köprüsünü baltayla kırmış olmalarıdır. Fakat bu, tacizlerin sonrasında gelişen bir durumdur. Bu sürece giderken örneğin Muhundu mezrasında Mehmet Ali isimli bir köylü, eşi çocukları ve kardeşiyle birlikte yaşamaktadır. Jandarma komutanı köye gelir, her köylü gibi bunlar da jandarmaya yemek yapmaya çalışırken, köylünün karısına saldırılması durumunda Mehmet Ali kendini kaybedip jandarmanın tüfeğini alır ve jandarmayı vurur. Koşulları hazırlanmış olan sürecin provoke edilmesine yönelik bu tip eylemler birden fazladır mutlaka ama sonuçta durum bundan ibarettir. Ve sonrasında operasyon başlar ve özellikle altı Dersim aşireti bir direnç hattı oluşturur. Yani Dersimliler aslında haklı olarak korkmaktadır. Çünkü her yerde olan karakollaşmayı da görmekte, gelecek saldırıyı bilmektedir. Yakın zaman önce Ağrı’da büyük bir kırım yaşanmıştır. Dolayısıyla benzer bir durumu yaşamak istememektedir.
Dersimlilerin Ankara’dan tek talebi ‘Biz cumhuriyeti seviyoruz ama kendi ana dilimiz ve inançlarımıza karışılmamasını istiyoruz’ şeklindedir. Bu da eğer cumhuriyet ve hukuk üstünden bir konuşma yapacaksak eğer dünyanın en cumhuriyetçi, en hukuki, en meşru talebidir. Oysa cumhuriyet ismiyle kurumsallaşmış olan rejimin böyle bir şeye tahammülü yoktu ve dolayısıyla süreç buradan gelişti. 1937 Mart’ında başlayan ve 15 Kasım’da Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamı ile sonuçlanan Dersim afetinin birinci aşaması, bu hazırlıkların akabinde başlayıp sona erecektir.
“CELAL BAYAR İLE SOYKIRIMIN İKİNCİ EVRESİ BAŞLAR!”
-Dersim Tertelesi’nin siyasal ve toplumsal sonuçlarına dair ne söylersiniz?
Dersim Tertelesi iki aşamada gerçekleşiyor. Birinci aşama, az önce aktardığım hazırlıkların akabinde ve haklarını savunmaya çalışan, direnç oluşturan ve Seyit Rıza’nın etrafında toplanan altı aşiretin Batı Dersim diyebileceğimiz Hozat, Ovacık ve benzeri yerlerdeki direnç hattını kırmak. Bu sırada çok ciddi köy yıkım ve yakımları, bombalamalar, öldürmeler ve öyle ki Ekim ayında Seyit Rıza’nın, Yusufhan aşiret lideri Kamer Ağa’ya gidip ‘teslim olacağım’ demesi üzerine Kamer Ağa ‘teslim olma, seni öldürürler’ der. Seyit Rıza ise ‘Ama hiç olmazsa bu katliamları durdurmuş olurum’ dediği, Kamer Ağa’nın ise ‘katliamları da durduramayacaksın’ diye uyarmasına rağmen Mustafa Kemal’in kendisi ile görüşeceğine inanarak Seyit Rıza gider ama ikinci aşamaya geçecek bir noktaya evrilir.
İkinci aşama çok önemlidir. Çünkü artık Seyit Rıza, direnç gösteren aşiret liderleri idam edilmiştir. Geriye ise Dersim’in rejim ile uyum sağlamak konusunda çaba gösteren benzeri bir katliamı yaşamak istemeyen aşiretler kalmıştır. Bu arada Ankara’da başbakan da değişir. Çünkü İsmet İnönü, bir dizi başka konuda olduğu gibi Dersim konusunda da Mustafa Kemal ile farklılaşmıştır. 1937 27 Ekim meclis konuşmasında ‘Dersim’i hallettik. Dersim’in bütün vadilerine Ankara’nın sokakları gibi hakimiz. Bütün direnişleri ezdik, liderlerini yakaladık ve yakında cezalarını göreceklerdir’ diyen bir zafer konuşması yapar. Ertesi gün İstanbul’a gitmekte olan trenin vagonunda Mustafa Kemal, İsmet İnönü’ye ‘Sen yoruldun, görevden alıyorum. Yerine Celal Bayar gelecek’ dediği o ilginç konuşma ile karşılaşacağız. Celal Bayar geldikten sonra Dersim’de artık Seyit Rıza da direnç de yoktur ama buna rağmen bütün aşiretlerin toplum nezdinde İleri gelenleri toplanıp götürülüp ve bir daha kimseden haber alınamayacakları bir kırım yaşanır. Katliam burada da durmaz. Daha sonra gizli belgelerden öğrendiğimiz Alman Nazilerden alınmış zehirli gaz kullanımı dahil olmak üzere bir dizi vahşet bu dönemde yaşanır. Yani İsmet İnönü’nün ‘sorun bitti, bütün Dersim’e hakimiz’ dedikten sonraki başbakan değişimi döneminde yaşanacaktır bütün bunlar. Dolayısıyla burada şunu saptamak lazım; acaba burada yapılan neydi? Eğer 1948 uluslararası Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin, ‘soykırım’ tarifini anlatan maddelerini okuyacak olursak aslında burada yapılan işin bir soykırım olduğunu teslim etmek zorundayız. Tamamen soğukkanlı, tarafsız, salt olgulara bakarak, söz konusu sözleşme ne diyor?
Eğer bir devlet, bir güç, bir başkasını kimliğinden, inancından dolayı, tümünü veya bir kısmını imha etmeye yönelik bir girişimde bulunuyorsa aşağıda sayılan 5 maddenin herhangi birisinin yapılması da soykırımdır.
Bir topluluğu, inanç veya etnik kimliğinden dolayı katliama uğratıyorsanız bu soykırımdır.
Çocuk doğumlarını kontrol etmeye çalışıyorsanız bu soykırımdır.
Habitatını değiştirmeye çalışıyorsanız; yani onları kültürel oluşumlarını sağlayan coğrafi atmosferden koparıp başka yerlere sürgüne gönderiyorsanız bu bir soykırımdır.
Kültürel kodlarını kullanmalarını engelliyorsanız soykırımdır.
Yapılanlar organize bir şekilde ise bu bir soykırımdır.
Dersimliler buna ‘Tertele’ diyorlar. Tıpkı aslında Ermenilerin ‘Büyük felaket’ kavramsallaştırması gibi bir kavramsallaştırmadır ama bu büyük felaketin, Tertelenin uluslararası hukuk nezdinde bir adı vardır ve bu ad soykırımdır.
Dolayısıyla Dersim’in yaşadığı felaket bu bağlam içinde eğer ele alınırsa doğru anlaşılacaktır. Aksi takdirde işte kimin, hangi muhabirin, tarih yazıcısının yazdığından hareketle onu meşrulaştırmaya yönelik anlatılar bizi gerçekliğe yabancılaştırır, bizi Dersimlilerin yaşadığı felaketi anlama, empati yapma, onu açığa çıkartma imkanını elimizden alır diye düşünüyorum.”
“SORUN HALA ÇÖZÜMDEN ÇOK UZAKTA”
-O günden bu güne ne değişti, değişmedi?
Maalesef çok fazla bir şey değişmedi. Kuşkusuz Dersimliler yaralarını saklama halinden açığa vurma haline geçtiler. Kuşkusuz Dersimliler, örgütsüzlük halinden ‘Biz varız, bizim ayrı bir kimliğimiz var’ diyen ve bulundukları her yerde örgütlenen bir pozisyona geçtiler. Keza devlet nezdinde egemenlerin, modernist, Kemalist, ulusalcı kesimleri ile muhafazakar kesimleri arasında yaşanan iktidar kavgasının bir parçası olarak bugünkü cumhurbaşkanının başbakan olduğu dönemde Dersim ile ilgili yaptığı açıklama Dersim’in daha rahat konuşulmasını sağlayan bir zemine yükselmemizi sağladı ama ne yazık ki eğer bir çözümden söz ediyorsak çözümün halen çok uzağındayız. Nedir o çözüm?
Aslında gerek cumhuriyetin kuruluş konseptinin, ulusal devlet konseptinin, tek kimlikli bir rejim konseptinin terk edilip çok kimlikli bir rejime geçilmediği müddetçe Dersim sorununun da Kürt sorunu, Alevi sorunu, Çerkez sorununda olduğu gibi çözümsüz kalmaya devam edecektir. Fakat o gün işte karşısındaki güçleri tasfiye etmek için bu meseleyi kullanan İslamcı kesim de bu konuda diğerlerinden en küçük anlamda bir farklılık sergilememektedir. Biri ulusal eksenli bir asimilasyonu ve inkarı kendine pusula alırken diğeri de dinsel eksenli bir asimilasyon ve inkarı kendisine eksen almaktadır. Dolayısıyla Dersim’in sorunu hem Kürt kimliği ile veya bazı Dersimlilerin ısrarla vurgulamaya çalıştığı gibi Zaza kimliği ile ama aynı zamanda Alevi kimliğiyle de ülkenin diğer bölgelerindeki yurttaşlarla eşit olabildiği bir zemine yükselmekle mümkün. Ortada bir katliam var, yoğun göçertilme var, tecavüzler var, ailesinden kopartılıp hizmetçi yapılmış çocuklar var. Dolayısıyla bunlar adına özür dilemek de bir sorunun çözülüp çözülmediğini belirlemek açısından temel bir önem taşır. Dolayısıyla Dersimlinin, bir; Türkiye’deki genel demokratikleşme, laikleşme, hukuk devleti olma meselesiyle bağlantılı sorunu, iki; Dersim özgülünde de özür, yaraları sarma, adalet üreten bir hukuk düzenlemesinin bir yanı var. Bu açılardan baktığımızda maalesef sorun hala çözümden çok uzakta. Dolayısıyla halen yapılması gereken çok şey var. Kuşkusuz bu toprakların en aydınlık damarlarından biri olan Dersim aydınlanması, gençliği, siyasetçileri, bu konularda epey bir mesafe aldılar ama hala olmaları gereken yerin çok gerisindeler. Buradan özellikle Yahudi aydınlarının misyonunu özellikle anımsamak lazım. Bugünlerde siyonistlerin gerçekleştirdiği soykırıma rağmen dünyanın bütün halkları en azından ötekileştirmeye, pogromlara, soykırıma uğrayan Yahudi halkının yanına, yüreğinin bir parçasını koymuştur. Ama Dersim açısından aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bırakın dünyaya kendini duyurmayı, Türkiye’deki nüfusun belki de çoğunluğu açısından bile hatta Dersimlinin yer yer aday olduğu, oy verdiği, desteklediği kimi siyasi çevreler bile Dersim’in başına gelen bu felaketi sahiplenmenin çok uzağında durabilmektedir. Dolayısıyla Dersim aydınlarının bu konuda yürümesi gereken daha epey bir mesafe, yapması gereken epey bir sorumluluk olduğunu da birbirimize hatırlatmaya ihtiyaç var diye düşünüyorum.
Eren GÜVEN/İSTANBUL
Yoruma kapalı.