Alevi Haber Ajansi

Atilla Güney: Korona pandemisi kesinlikle krizin nedeni değil

PİRHA- KHK’li Akademisyen Atilla Güney, koronavirüs pandemisinin 30 yılda ortaya çıkan pandemilerden en önemli farkını, kapitalizmin tarihindeki neredeyse en büyük iktisadi krizlerden biriyle eş anlı olarak ortaya çıkmış olması olarak değerlendirdi. Güney, ekonomiye yansımasını da “Yaşanan uzun erimli ve kronikleşmiş krizlerden bir tanesi” diye tanımlayıp, “Yüzünü geleceğe, yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerine odaklanmış bir toplumsal muhalefetin başarıyla çıkacağını düşünüyorum” dedi.

Koronavirüs salgını başta ekonomi olmak üzere birçok alanda dengeleri alt-üst ederken, ‘Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor?’ sorusuna ise cevap bulunmaya çalışılıyor.

Sürece dair, Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde öğretim üyesiyken, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attığı gerekçe gösterilerek KHK ile ihraç edilen barış akademisyeni Prof. Dr. Atilla Güney ile konuştuk.

PİRHA’nın sorularını yanıtlayan Güney, virüs salgınının dünyaya ve Türkiye’ye yansımalarını değerlendirdi.

“PANDEMİ KESİNLİKLE KRİZİN NEDENİ DEĞİLDİR”

PİRHA: Koronavürüs salgını tüm dünyada tarihinde görülmemiş bir deprem etkisi yarattı. Bir taraftan sağlık alanında büyük bir çöküş yaşanırken, diğer taraftan ekonomik kriz ortaya çıktı. Koronanın önceki salgınlardan farkı neydi ki bu kadar etki yarattı? Yoksa zaten varolan yapısal kriz bu süreçte daha da görünür mü oldu?

ATİLLA GÜNEY: Bahsettiğiniz etkinin gerçekten ne kadar büyük olduğunu kavrayabilmek için, geçmişte yaşanan pandemiler ile demografik, toplumsal ve ekonomik etkiler açısından bir karşılaştırmanın aydınlatıcı olacağını düşünüyorum. Kuşkusuz bilinen yazılı tarih boyunca insanlık pek çok pandemi ile karşılaştı; bu salgınlarda milyonlarca can kaybı yaşandı. Ancak, bir üretim tarzı olarak kapitalizm küresel bir sistem haline geldiğinden bu yana pandemilerin sayısında ve sıklığında gözle görülür bir artış ile karşılaşıldığı aşikar. Daha da yakına gelirsek, neo-liberalizm olarak adlandırılan kapitalist birikim biçiminin hakim olmaya başladığı 1970 sonlarından itibaren pandemi sayılarında ve sıklığındaki artış daha da dikkat çekicidir. İlk defa 1970’lerde farkına varılan fakat 1990’larda pandemi halini alan HİV virüsünden bugüne kadar yaşamını yitiren insan sayısı 30 milyonun üzerinde. 1997 kuş gribi, 2003 sars virüsü, 2009 domuz gribi, 2013 ebola virüsü, 2016 ikinci kuş gribi. Covid-19 virüsünden kaynaklı yaşadığımız pandemi, bu silsile ile birlikte düşünüldüğünde, bunların tamamı, kapitalizmin sermaye adına doğayı topyekün en vahşice talana yeltendiği son 30 yıla tekabül ediyor. Bu anlamıyla korona pandemisinin öncekilerden en önemli farkının, kapitalizmin tarihindeki nerdeyse en büyük iktisadi krizlerden biriyle eş anlı olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Şunu açıkça söyleyebiliriz: Pandemi kesinlikle krizin nedeni değildir. Henüz virüs meselesi gündemde değilken geçtiğimiz yılın sonlarında, IMF ve Dünya Bankası gibi kapitalist küresel sistemin iki büyük merkezi örgütü, arka arkaya yayınladıkları raporlarda çok büyük bir iktisadi krizin gelmek olduğunu zaten ifade ediyorlardı. Bu anlamda şunu söylemek mümkün: Korona pandemisi kesinlikle krizin sebebi değildir; ancak sermaye pandemiyi ön kapıdan içeri buyur ederek minarenin kılıfını hazırladı. Tam tersinden sermayenin çeyrek yüzyılı aşkın zamandır süren doğayı metalaştırma ve kar maksimizasyonuna açma politikaları pandemilere yol açmaktadır. Yaşamını yitiren insan sayıları üzerinden bir muhasebeye girişmeksizin, bu kadar kısa zamanda bu kadar çok ve sık aralıklarla pandemi yaşanması bunun bir göstergesidir ve bu anlamda korona sonuncu pandemi de olmayacak.

KORONA SALGINININ İDARESİNDE BÜTÜN KAPİTALİST DÜNYA SINIFTA KALDI

Türkiye açısından nasıl bir okuma yapıyorsunuz?

Türkiye cephesinde aslında yeni bir şey yok. Her gün televizyonun karşısına geçip ‘Bilim Kurulu’ ile Sağlık Bakanı’nın açıklamalarını beklemek, bunlar üzerinden bir değerlendirme yapmak bana çok da anlamlı gelmiyor. Nihayetinde, hükümetin geçmişteki tavrından istatistikler ve sayılar konusunda ne kadar sabıkalı olduğunu zaten biliyoruz. Bunun ötesinde açıklanan vaka sayısı, yaşamını yitirenlerin tutulan çeteleleri üzerinden bir iktidar eleştirisini doğru bulmuyorum. Bu memlekette, 2001 yılından bu yana, 20 binin üzerinde iş cinayeti, bunun çok daha fazlası kadın cinayeti işlendi. Bu iki tespit bile iktidarı elinde tutanların insana verdikleri değeri anlamamız açısından yeterli. Maske sayıları, paralı mı parasız mı dağıtılacak, virüsü test eden kitlerin sayısı, yoğun bakım ünitelerinin yeterli olup olmadığı tartışmalarını daha genel bir çerçevenin parçası olarak görüyorum. Nihayetinde bir sağlık sorunu olarak korona salgınının idaresinde bütün kapitalist dünya sınıfta kaldı; buna Avrupa ve Amerika da dahil. 1990’lardan bu yana izlenen sağlıkta özelleştirme, sağlık hizmetinim metalaştırılmasının kaçınılmaz bir sonucudur bu ve Türkiye kadar İngiltere de bu anlamda başarısız oldu. Bu salgınla birlikte sağlık sistemi, sağlık sigortası sistemi, çökmek şöyle dursun, insani/kamusal bir hizmet olmaktan çıkıp kara endekslenmiş bir metaya dönüştüğünü gördük.  Sermaye için bir insanı hayat döndürmenin maliyeti, onun sağlıklıyken sağlayacağı kardan daha fazla ise bu işe gönüllü olmaz.

“OTORİTERLEŞME EĞİLİMLERİ, SALGIN DÖNEMİNDE HIZ KESMEDEN DEVAM ETTİ”

Bunun ötesinde, uzunca zamandır tanık olduğumuz otoriterleşme eğilimlerinin, salgın döneminde hız kesmeden devam ettiğini gördük, görüyoruz. Basına uygulanan sansür, basın emekçilerinin üzerindeki baskı ve tutuklama furyası devam ediyor. Sivil toplum örgütlerine yönelik faşizan uygulamalar hız kesmeden sürüyor. İnfaz yasasının siyasi ve düşünce-ifade özgürlüğü kapsamında cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlüleri dışarıda bırakması, salgın kapsamında evde kalma, toplumsal izolasyondan emekçilerin muaf tutulması, pandemi mağdurlarına uygulanacak teşvik ve yardımlar kapsamında emekçi ve dar gelirlilerden ziyade sermaye lehine ayrımcılık yapılması, devlet cephesinde değişen bir şey olmadığının çıplak gözle görülen işaretleri. Ayrıca, doğanın yağmalanmasına son sürat devam ediliyor. Bu süreçte, yeni maden alanlarına dair ihaleler, birinci dereceden sit alanlarının imara açılması, Mersin Karaduvar’da büyük bir çevresel felakete yol açan Polipropilen tesisinin ihalesinin sessiz sedasız tamamlanması, çalışanların virüs tehdidi altında olduğu uyarılarına rağmen Nükleer santral inşaatının tam gaz devam etmesi, salgının iktidarın zaten kanıksadığımız, doğa ve eko-sistemin talanına dayanan rantçı politikalarının hız kesmeden devam ettiğini gösteriyor.

Türkiye özelinde pandemi sürecinin yönetilme biçimi, aslında gelecekte de karşılaşacaklarımıza ilişkin iyimser olmamızı gerektiren işaretler vermiyor. Onca milli birlik nidalarına rağmen, parlamentonun ve muhalefetin karar alma süreçlerinin dışında bırakılması, bilim kurulunda Tabipler Odası, Tabipler Birliği gibi kamusal ve yarı-kamusal kurumlar yer verilmemesi, üstüne üstlük bu kurumlarla girilen siyasi polemik, en son barolar ve odaların yönetim ve seçim kanunlarının değiştirileceğinin işaretleri, bize gelecekte (pandemi sonrası) daha da ağırlaştırılmış bir otoriterleşme biçimi ile karşı karşıya kalacağımız gösteriyor.

“BU YAŞANAN UZUN ERİMLİ VE KRONİKLEŞMİŞ KRİZLERDEN BİR TANESİ”

Sorunlarını çözememiş tam tersi derinleştirmiş bir süreç mi yaşanıyor? Buradan çıkış nasıl olacak, ya da yakın gelecekte mümkün görünüyor mu?

Pandeminin yarattığı sağlıksal, fiziksel ve ruhsal tahribat atlatıldığında, muhtemelen bizleri etkileri daha da uzun sürecek bir iktisadi kriz bekliyor. Bu durumdan elbette, çıkılacak. Kapitalizmin son birkaç yüzyıllık tarihi, Marx’ın da uzun zaman önce dile getirdiği gibi, döngüsel uzun ve kısa erimli krizlerle dolu. Bu yaşanan uzun erimli ve kronikleşmiş krizlerden bir tanesi. Elbette çıkış olacak; ama soru bu çıkış kimin yararına olacak. Sermaye bu krizden kurtuluşun yolu olarak, işçi çıkarmayı, başta asgari ücret olmak üzere, işçi ücretlerinde kesintiye gitmeyi, elde kalan son kamusal hizmetleri de metalaştırmayı talep edecek, ediyor. Pandemi sürecinde bunu gözlemledik. Bugün Almanya’da dahi asgari ücrette kesintiye gidilmesi gelecek hükümetin önündeki birincil gündem maddesi olacak. Bunun karşısında işçi, emekçi, yoksul, kültürel olarak mağdur ve madun kesimlerin bu süreçten, daha adile, demokratik, eşitlik kazanımlarıyla çıkmaları, tamamen yürütülecek mücadelenin yoğunluğuna, örgütlülüğüne bağlı olacaktır.

“BİZLERİ, SOSYAL İZOLASYON TEHLİKESİNDEN ÇOK, SİYASETTEN ARINDIRILMIŞ BİR YÖNETİMSELLİK BEKLİYOR”

Eve kapanılan, fiziksel mesafenin sosyal mesafeye, sosyal mesafenin de sosyal izolasyona dönüşme tehlikesinin olduğu, ekonomik krizin yapısal hale geldiği bir dönemde, alternatif siyaset üreticileri ve savunucuları, bu sürece yeterince cevap veriyor mu?

Durum şu ki, henüz virüs salgını gündemimizde yokken de yer yer faşizanlaşmaya varan otoriterleşme ile karşı karşıya olduğumuzun bilincinde tartışmalar yürütüyorduk. Şimdi bizleri, sosyal izolasyon tehlikesinden çok, siyasetten arındırılmış bir yönetimsellik bekliyor. Parlamentonun devre dışı bırakılması, güçler ayrılığının ilgası, yerel yönetimler üzerindeki baskılar kanıksadığımız tavırlardı. Ancak salgının yönetilme sürecinde bunların katlanarak uygulandığına şahit olduk. HDP’li kalan birkaç belediyeye de kayyum atanması sürdü mesela. CHP’li Büyükşehir Belediyelerinin yerel düzeyde salgını yönetme, önlem almaya dönük politikalarına merkezi hükümet tarafından ket vurulması bunun bir başka örneğidir. Üstelik bu durum Türkiye’ye de özgü değil. ABD’de Trump’un eyalet valilerinin ve yetkilerini sınırlamaya kalkışması, belediye başkanlarıyla girdiği polemikler, Rusya’da Putin’in Tabipler Odalarının yetkilerini sınırlamaya girmesi, oda başkanlarını tutuklaması, Macaristan’da bu işin özel fabrika ve işletmelere el konulması – kamulaştırma demiyorum- bu otoriterleşmenin gelecekte nereye evrileceğini gösteriyor. Zaten uzun zamandır demokratik siyasetin ana mekanları olan sönülmenmiş, iğdiş edilmiş bir sivil toplumla, çözünüme uğramış bir kamusal alanla karşı karşıyaydık. Başta barolar olmak üzere diğer oda ve meslek kuruluşlarının yapısının ve seçim sistemlerinin değiştirilmesinin gündeme gelmesi, bu alanlarda son kalan muhalefet kırıntılarının da ortadan kaldırılacağını gösteriyor. Uzunca bir zamandır Batı’da, seçimlere katılım oranlarındaki dramatik düşüşlere baktığımızda oy verme ve seçimin demokratik siyasetin ana ekseni olmaktan çıkıp bir parodiye dönüştüğünü görüyoruz. Hiçbir ekonomik sosyal ve demokratik vaadi olmayan, giderek birbirine benzeyen siyasi partiler kimsenin ilgisini çekmiyor. Bizim memlekette bunca yüksek oy oranına rağmen seçimler, iktidarın oylandığı plebisiter bir mekanizmaya dönüşmüş durumda ki bu da her seferinde faşizmin mecrasına su taşır hale geldi. Dolayısıyla artık bu kimi köhnemiş, yozlaşmış, kimi anlamsızlaşmış, çoğu da sönülmenmiş mekanizmalar ve alanlarda bırakın alternatif üretmek, verili normlara sadık kalarak siyaset yapmak da olanaksız gibi görünüyor. Artık muhalefet olarak ne yerel ne genel anlamda seçimlerden bir şey beklememek gerektiğini düşünüyorum. Öyle bir evredeyiz ki periyodik seçimlerle iktidarların el değiştireceğe dönemleri geride bıraktık gibime geliyor.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bütün bu karamsar gamlı baykuş senaryosuna rağmen, virüs salgını sonrası, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklarla sermaye ve onun yönetsel merkezi mekanizması olarak çalışan otoriter ulus devletler arasında oldukça çetin bir mücadele yaşanacağını düşünüyorum. Bu mücadeleden, ana eksenini ancak yüzünü geçmişe dönüp, geçmişteki kazanımları koruma ya da geri almaya yönelmemiş, yüzünü geleceğe, yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerine odaklanmış bir toplumsal muhalefetin başarıyla çıkacağını düşünüyorum. Toplumsal mücadeleler tarihi bize hiçbir demokratik örgütlenme ve mücadele biçiminin masa başında kurgulanmış modellerin öncülüğünde başarılmadığını gösteriyor. Sınıfsal ve daha genel toplumsal mücadelenin pratiği, geleceğin özgür toplumuna biçim verecektir.

Diren KESER/MERSİN

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak