PİRHA- Yazar Temel Demirer, “devlet-mafya-siyaset-medya” ilişkisine dair PİRHA’ya değerlendirmelerde bulundu. Demirer, devlet anlaşılmadan mafyanın kavranamayacağına vurgu yaparak, “Oynanan oyun, aktörleri sahneden indirilip, bozulana dek oynanacak; birileri “Yetti gayrı/ Êdî bese” diyene dek” dedi.
Organize suç örgütü lideri Sedat Peker, devlet-mafya ilişkisine dair yayımladığı video serisi 8. Bölüm ile devam ediyor.
Peker’in itiraflarına ilişkin hala savcılar harekete geçmezken, toplum da kaygıyla izliyor.
Yazar Temel Demirer “devlet-mafya-siyaset-medya” ilişkisine dair PİRHA’nın sorularını yanıtladı.
“SUÇ, DÜZENİN AYNASIDIR”
PİRHA: Devlet-mafya-siyaset-medya ilişkisi yeniden gündemde. Yeni diyorum, çünkü daha önce ‘Susurluk’ çokça konuşuldu. Ortaya çıkan bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
TEMEL DEMİRER: Kısa bir süre önce AKP’yi alkışlayan bir liberalin dahi, “Son gelişmelerden, Peker’in arka arkaya gelen açıklamalarından sonra Türkiye’de hukuk devletinin ‘yok hükmünde’ olduğu iyice ortaya çıktı” dedi. Diğer ifadeyle, bu çetelerin siyasi iktidarın kullandığı, resmi kurumlara ilişkili bir araca dönüştüğü anlaşılıyor; Ağar, Çakıcı, Peker gibi isimlerin korku, tehdit, seferberlik mekanizmasının işlevsel parçaları hâline getirilmeleri gibi. “Türkiye suç örgütlerinin siyasallaşması bakımından hiç bu kadar rejimsel bir tehlikenin sınırında olmadı” diye betimlenen tablo kimileri için “şaşırtıcı” olsa da, bizim için -kapitalizmin bir semptomu olması bağlamında- “doğal”!
Hayır sadece 1990’lı yılların “Derin (denilen) Devlet, Susurluk, faili (hiç de) meçhul (olmayan) cinayetler, mafya, ihale, yolsuzluk” gibi terimlerle hatırlanandan ötede şeylerden, devletin tarih bilgisine dair hafızadan söz ediyorum. Malum kapitalist devlet, “meşru güç odağı”; mafya da “gayrimeşru güç” olarak sunulurken; görülmesi gereken bu olgular arasındaki sembiyoz (ortak yaşam) ilişkidir. Özellikle coğrafyamızın tarihinde devlet-mafya ilişkisi İttihat-Terakki yönetiminde, 1911’den itibaren etkili olan Teşkilât-ı Mahsusa pratiğinde çok net ortaya çıkar.
Mesela hiçbir devlet görevi olmayan İttihat-Terakki’nin katib-i mes’ulü Dr. Bahattin Şakir’in, Diyarbakır Valisi Dr. Reşit’le birlikte yürüttüğü Ermeni Soykırımı’ndaki üzere. Mesela Yunanistan’ın Balkan’lardaki üstünlüğüne devletin bekası için Anadolu’yu Rum’lardan temizlemek amacıyla milli çetelerin devreye sokulması ve çeteleri Marmara ve Ege bölgelerinde Galip Hoca (Celal Bayar) ile Kuşçubaşı Eşref’in, Karadeniz’de ise Giresunlu Topal Osman’ın yönetmesi gibi. Ya da Alevi kırımları; özellikle de Gazi’de tanığı olduğumuz üzere.
“HER TÜRLÜ PİSLİĞİ ÜRETEN BATAKLIK KAPİTALİZMDİR”
Devlet-mafya-siyaset-medya ilişkisi yeniden Türkiye’nin gündeminde. Bu sizin için sürpriz miydi?
Söz konusu çerçevede olup da bit(mey)en sürpriz değil, kapitalizme mündemiç hakikâtin ta kendisidir! “Nasıl” mı? Basit bir örnek, ya da işte Mehmet Ağar’ı cezaevinde ziyaret eden isimlerden bazıları: Mustafa Koç, Mehmet Cengiz, Ferit Şahenk, Adnan Polat, Nihat Özdemir, Süleyman Selmanoğlu (dönemin AKP’li Elazığ Belediye Başkanı), İsmail Cevahir, Yüksel Çağlar, Hikmet Çetin, Gültekin Uysal, Fatih Terim, Rıdvan Dilmen, Yıldırım Demirören, Aziz Yıldırım, Fikret Orman, Haluk Ulusoy, Yılmaz Vural, Ersun Yanal, Sadri Şener, Arda Turan, Hıncal Uluç, Ercan Saatçi…
“Derin (denilen) devlet”in içindekilerin ve “yancıları”nın fotoğrafıdır bu! Ya da İranlı uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti ile ilişkileri fotoğraf ve HTS kayıtlarıyla ortaya çıkan eski AKP milletvekili Prof. Burhan Kuzu’nun yeraltı dünyası ile bağıntısı bununla da sınırlı değildi. Kuzu’nun kendisini “Hanım Ağa” olarak tanıtan ve Sedat Peker’in tehdidiyle gündeme gelen Güniz Akkuş’u Meclis’te Anayasa Komisyonu Başkanlığı döneminde makamında ağırladığı ortaya çıktı. Veya Mahmut Alınak’ın, “Kontrgerilla, illegal bir örgüt değil; maaşı, makamları belli olan devletin resmi örgütü,” saptaması anımsanmalıdır.
Örnekleri çoğaltarak vakit kaybedecek değilim. Lakin öncelikle ve “Ama”sız, “Fakat”sız görülmeli şu: Her türlü pisliği üreten bataklık kapitalizmdir.
Çeteleşmenin, mafyanın önünü açan -egemen sınıfının baskı ve şiddet aracı- devletin kapitalist sistemin aparatı olduğu ve “Kutsal Devlet” yaygaralarının da başka bir anlamı olmadığı görülmeli. Dudak uçuklatan yolsuzluklar, hırsızlıklar, kara para aklamaları, “vergi cennetlerine” servet aktarımları, devlet terörü, kol kola sarmaş dolaş fotoğraflar vd’leri “Kutsal Devlet”in ne olduğunu net biçimde öğretmiyor mu? Nihayetinde her şey “sermaye birikimi”ne yönelik değil mi? Bir kere daha altını çizeyim: Kapitalist devlet, en büyük suç, şiddet ve cinayet örgütüdür. Çünkü Kapitalist devlet her şeyi ile burjuvazinin hizmetindeyken; asalak burjuvalar ise en büyük hırsız, rüşvetçi, yağmacı, soyguncu ve zorba sınıftır. Dolayısıyla da onların devleti suç, şiddet ve egemenlik organıdır.
“BİR PAYLAŞIM KAVGASI”
Ya coğrafyamızda olup da bit(mey)enleri “yeni(lenmiş) versiyonu” mu?
Yüce idealleri(?) betimleyen süslü asil sözcükleri, gelenekselleşmiş, kutsallık sıfatlarını, sloganları, söylenceleri, temenni sözcüklerini, törenlerde dile getirilenleri bir yana koyarak; olayı yalın, dürüst ifade edersek bu Charles Darwin’in, “Hırsızlar çalarken değil, paylaşırken kavga eder,” diye tanımladığı bir paylaşım kavgasıdır. Evet Mehmet Ali Güller’in ifadesiyle “dokuz bileşenli” AKP’nin “denizin tükendiği” noktadaki hâlinin özetidir paylaşım kavgası. Her ne kadar son sözü tek adam da söylese, yine de onun “orkestra şefliğini” yaptığı iktidar, çeşitli bileşenlerden oluşuyor:
1) İktidar, ilk günden beri tarikat ve cemaat koalisyonudur. İskenderpaşa dergâhından Fethullah Cemaati’ne kadar pek çok dinci yapı, kabineye temsilcisini vererek iktidarın bileşeni olmuştu. Bu sistem, Fethullah Cemaati’siz olarak hâlâ iktidarın en temel bileşenidir.
2) İçinden çıktıkları ama sonradan parça parça ele geçirdikleri, temsilcisi Numan Kurtulmuş olan Milli Görüş.
3) Cumhur İttifakı ortağı MHP kanalıyla Çakıcı’dan Peker’e uzanan ülkücü mafya yapıları.
4) BBP başta kimi partiler.
5) Temsilcileri Süleyman Soylu olan ve kökleri 90’larda bulunan Çiller-Ağar yapılanması.
6) Temsilcisi Hulusi Akar olan; güvenlik bürokrasisi ağırlıklı devlet organları uzlaşması.
7) En bilineni SADAT olan çeşitli milis grupları.
8) Baronlar: Zarrab, Zindaşti, Mansimov vb.
9) Çeşitli sermaye grupları; başta 5’li çete vd.
Görüldüğü gibi siyaset, tarikat, sermaye ve mafya gruplarından oluşan bir yapı var…
Orkestra şefi, aynı zamanda tüm bu yapıların yörüngelerinde ahenkle dönmesini sağlayan kütlesi büyük merkezdir. Ancak kütle azalmaktadır ve bu nedenle yörüngeden sapmalar oluşmaktadır.
İşte “Peker olayı” bir yanıyla, zayıflayan merkez (Saray) nedeniyle yörüngeden sapmaların başlaması durumudur. Kılıcın eskisi gibi keskin olmayışı, bölüşüm anlaşmazlıklarını daha çok gün yüzüne çıkarır böyle durumlarda.
“TOPAL OSMAN’I BUGÜNLERE TAŞIYAN ZİHNİYETİN ÖNCEL(LER)İ “ES” GEÇİLİYOR”
Muhalefetin ve alternatif güçlerin bu süreci doğru yorumladığını düşünüyor musunuz?
Kanımca herkes Puzzle’ın bir yanını öne çıkarırken, kilit önemdeki aslî yan gölgede kalıyor. Örneğin Nurcan Gökdemir, “Mafya, sistemin önemli ortağı” dese de; “Mafya doğrudan bir devlet organına dönüştü.” “Bir eli mafyanın, çetenin içinde olan devlet değil artık karşımızda olan. Mafyanın, çetenin devlet olduğu bir rejim demektir bu,” gerçeğinden hareketle, mafyanın merkezi rolüne dikkat edilmeli.
CHP sözcüsü Faik Öztrak’ın, “Bugün yaşanan her bir skandal, 1996’da kamyon kasasında patlayan, Susurluk skandalından çok daha beter”; Fikri Sağlar’ın, “Susurluk’tan daha vahim bir durumdayız,” saptamaları; Topal Osman’ı bugünlere taşıyan zihniyetin öncel(ler)ini “es” geçiyor.
“MAFYA DEVLETİN BİLİNÇALTIDIR”
Ertuğrul Kürkçü’nün, “Sedat Peker topluma devleti anlatıyor,” deyişine ise, “bir kısmını” notunu düşerek hatırlatalım: Mafyasız bir kapitalizm olamaz. Devleti mafyayla ile mücadeleye çağırmak devleti de mafyayı da anlamamaktır. Çünkü Dario Bätancourt ile Marta Maria’nın ifadesiyle, “Mafya yasadışı kapitalizm, kapitalizm de yasal mafyadır!” Evet devlet anlaşılmadan mafya kavranamaz. Çünkü Antonio Marchel’in deyimiyle “Mafya devletin bilinçaltıdır,” diyebiliriz.
Önceleri kurallara ve kanunlara karşı olarak ortaya çıkan, sonra ise iktidar ve devlet yapısıyla halvet olan bu kurum “mafya”dır. Türkiye’den dünyanın herhangi bir coğrafyasına dek artık mafya neredeyse hayatımızın bir parçasıdır. Egemen sınıfın yürütme gücü olarak devlet, zor kullanma tekeline sahiptir. Zor tekelinin kullanılma yöntemi ve meşruluğunu “demokratik devlet”lerde hukuk belirler. Mafya ise, devletin güç kullanan organlarının dışında “zor kullanan” yapılardır. En önemli farkları, “hukuk” dışı olmalarıdır.
Devletin zayıfladığı ya da hukukun zor tekelini çeşitli nedenlerle denetleyemediği zemin, mafyanın hayat bulduğu alanken; kürselleşme ile kapitalist devletin, giderek özel teşebbüsün uzantısına dönüşmesiyle, mafya ve benzer tipteki örgütlenmelerin yeri gündelik yaşamda artıyor. “Yeraltı Dünyası” olarak tanımlanan “Mafya” biçim değiştirerek endüstriyelleşiyor. Mesela uyuşturucu sektörü gibi!
Dünya uyuşturucu ticaretinin büyük bir bölümünü elinde tutan Kolombiyalı Madellin kartelinin lideri Pablo Escobar, ülkesinin hükümetine “Bırakın Kolombiya’nın dış borçlarını biz ödeyelim” önerisinde bulunmuştu. Sahip olduğu sermaye ülkenin bütçesinden üç kat fazlaydı çünkü! Erdoğan’ın yakını hâline gelmiş “işadamı” Sedat Peker’in de, Suriye’deki Bayırbucak Türkmenlerine 4 TIR dolusu yardım gönderdiğini biliyorsunuz değil mi?
COĞRAFYAMIZDA MAFYA YERALTINDA DEĞİL HERKESİN GÖZLERİ ÖNÜNDE
Şunu görmek/ göstermek gerek: Coğrafyamızda mafya yeraltında değil herkesin gözleri önünde. İktidarın söylemlerine ve uygulamalarına, mahkemelerin kararlarına, seçimlere, Meclis’ten çıkan yasalara, bürokrasiye, kayyumlara mafyöz yönetim biçimi tamamen yerleşti.
“Yeni kokain üssü olduğu”ndan söz edilen; “İstanbul, dünyada en çok esrar ve eroin kullanılan ikinci şehir oldu!” diye betimlenen; BM’nin ‘Uyuşturucu Kontrol Kurulu 2020 Raporu’nda, “Uyuşturucu trafiğinde Türkiye üçüncü sırada” notu düşülen; “Güney Amerika’dan Avrupa ve Asya’ya kokain sevkinde yeni rota Türkiye oldu” denilen tabloda devlet-siyaset-mafya üçgenindeki hikâye uyuşturucu sektörü (ticareti) zemininde yükseliyor.
Elbette tüm bunların ABD emperyalizm ile coğrafyamızdaki iktidar bloğunun ilişkileri ve kirli savaş hakikati dışında gerçekleşmesi mümkün değildir. “Pudra şekeri” realitesini unut(tur)madan tüm bunlara şunları da eklemeden geçmemeli: Avrupa 2019 Uyuşturucu Raporu’na göre, Türkiye’de uyuşturucu kullanımında birçok kategoride korkutucu denebilecek seviyede bir artış söz konusu. Ayrıca uyuşturucu ile ilgili işlenen suç oranlarında yüzde 45 artış var. Aşırı doz uyuşturucudan ölümlerde 6 yılda 9 misli artış olmuş. Türkiye’de bir yıl içinde ele geçirilen uyuşturucu miktarı tüm AB ülkelerinde ele geçirilenden çok fazla. ‘AB Uyuşturucu Ajansı’nın 2019 raporunda Türkiye’de doz aşımı kaynaklı ölümlerin arttığı belirtildi.
“MÜESSES NİZAMIN MUHALEFETİ” OLMAKTAN KURTULMAK GEREKİYOR”
Toplum bu cenderenin içinden nasıl çıkar?
Kapitalizm tarih boyunca kendi yasalarının dışında karanlık bir alanı her zaman bıraktı. Çünkü sermaye birikimini gerçekleştirmek için kendi yasalarını bile çiğnemesini gerektirecek işleri her zaman oldu. Dahası, kirli işlerini gördürecek güçlere her zaman ihtiyaç duydu. Mafya da, “derin (denilen) devlet” de hep bunun için vardı; vardır; var olacaktır da! Bu bağlamda mafyayı da, “derin (denilen) devlet”i de mücadele onu var eden zeminden, yani ücretli kapitalist kölelik düzeninden bağımsız ele alınamaz. O halde öncelikle “cendere” denilen şeyin kapitalizm ile yarattığı kültürel iklim olduğu bilince çıkar(t)ılmalıdır.
Niccolo Machiavelli’nin, “Eğer bir millet, iktidarda bulunan kişilerin şerefsizliğini, alçaklığını, hırsızlığını, yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir,” biçiminde tarif ettiği kültürel iklimi besleyen ise, aslı astarı olmayan “demokrasi” çığırtkanlıklarıdır. Gerçekten de “Kârlarına kâr katmak için zenginlere hizmet etme bahtiyarlığı ile avuç açmak arasında sıkıştırıldığımız bu dünya”nın neo-liberal ilkeleri, demokrasiye doğrudan saldırı ve imhadan başka bir şey değildir.
O halde Sedat Peker’in iddialarının araştırılması önergesinin AKP ve MHP oylarıyla reddedildiğini bir an dahi unutmadan; bundan birkaç hafta önce “Erdoğan kuşatmayı yarıp ittifakı bozacak. Reform yapıp derincileri gönderecek, MHP’yi harcayacak! Ciddi değişikliğe mecbur! Seçimler yakında!” türünden sanrıları bırakıp, “Bunlar daha iyi günleriniz,” tehdidiyle yüzleşmek gerekiyor.
Daha açık bir deyişle “Müesses Nizamın Muhalefeti” olmaktan kurtulmak gerekiyor! Kılıçdaroğlu, “Ülkede demokrasi yok!” diyor. Peki, ne var? Demokrasi yoksa, seçimler nasıl olacak? “Nasıl olsa bütün bunların tamamı değişecek” iddiasının dayanağı nedir?
KILIÇDAROĞLU, OLUP BİTENİ TEKRARLIYOR, ANCAK ÇÖZÜM OLARAK HİÇBİR PROGRAM ÖNERİSİ YOK
Kılıçdaroğlu, olup biteni tekrarlıyor; doğru, demokrasinin askıya alındığı, yasaların keyfileştiği, polis şiddetinin orantısız düzeylere yükseldiğini saptıyor. Ancak çözüm olarak hiçbir program, eylem, önlem önerisi yok. Diğer taraftan, kamuoyu yoklamaları istikrarlı biçimde rejimin partisi AKP’nin seçmen tabanının daralmaya devam ettiğini gösteriyor. Bu sırada muhalefet kanadı yeni partilerle parçalanmaya devam ediyor. Ana muhalefet partisinin oyu yüzde 20’lerin üzerine çıkamıyor.
Böyle olunca da insan düşünmeden edemiyor: Muhalefet, bir taraftan ülkede demokrasi yok diyor, diğer taraftan seçimler yapılacak bunlar gidecek havasında!
Soru(n) tam da burada! Bunlara bir de coğrafyamızın realitesini eklemek gerek: Şimdi öyle bir ülke düşünün ki, yöneticileri kendilerine darbe yapılmak istendiğini ya da bunun bir “bildiride” ima edildiğini ileri sürüyorlar. Ve bu ülkede, iktidar ortağı partinin başkanı “Anayasa Mahkemesi kaldırılsın!” diyor. İktidardakiler Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymuyorlar ve bunu açıkça beyan ediyorlar. Mahkeme “adı var, kendi yok” hükmünde. Çoğunluğu iktidarın atadığı üyelerden oluşan Yüksek Mahkeme başkanları iktidara sadakatlerini her fırsatta belirtmeyi bir görev addediyorlar ve yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran açıklamalar yapıyorlar.
İKTİDAR, SUÇ ÖRGÜTLERİNİ KENDİSİYLE BAĞLANTILI OLDUĞU ÖLÇÜDE KORUYOR
Meclis devre dışı bırakılmış; sadece gölge bir organ olarak varlığını sürdürüyor. Yürütme gücü, yargı organlarına ve diğer idari kurumlara tanınan yetkileri gasp ediyor. Liyakat dışı atamalarla kurumsal yapıların içi boşaltılmış. İktidarın mali denetimi söz konusu değil, mali denetimi sağlayan kurumlar sadece kâğıt üstünde kalmış. İktidar, suç örgütlerini kendisiyle bağlantılı olduğu ölçüde koruyor; bu örgütlerin muhalefet liderlerine yönelik hakaret ve sindirmelerine sessiz kalıyor. Özgür basını savunan ya da olguları-olayları olduğu gibi yansıtmaya çalışan tarafsız gazeteciler ile muhalefetteki siyasetçiler saldırıya uğruyor; saldırganlar iktidar tarafından açıkça korunuyor. İktidarın ideologluğuna soyunmuş kötü kopya (Schmitt’ci) teorisyenler “Hukukun üstünlüğü de neymiş, siyaset güce dayanır!” diye “akademik” yazılar yazıyorlar. İktidarın çıkarlarıyla ya da niyetleriyle çatışan her düşünce-eylem, darbeci ve terörist olduğu gerekçesiyle kriminalize ediliyor.
OYNANAN OYUN, BİRİLERİ “YETTİ GAYRI/ ÊDÎ BESE” DİYENE DEK OYNANACAK
Gerçekte darbe yapmış olanlarla bağlantılı kişiler değil ama darbeci olarak yaftalananlar her tür insanlık, hukuk ve ahlâk dışı muameleye reva görülüyor. Tıpkı sömürgecilerin işgal ettikleri ülkelerdeki yerli halka uyguladıkları “insandışılaştırma” siyaseti gibi. Etkili olması beklenen muhalefet “darbeci” olarak yaftalanmamak için, haksız yere darbeci olarak yaftalananların haklarını savunmuyor.
Özgürlük olmadan yoksulluk ortadan kalkmayacağı hâlde, muhalefet, özgürlüğü iktisadi sorunlarını gizleyen ikincil bir sorun gibi görüyor, “yapay gündem” olarak addediyor.
Bu liste uzatılabilir, ama gerek yok. Burası “yeni” (ya da “eski(meyen)”!) Türkiye! Ve oynanan oyun, aktörleri sahneden indirilip, bozulana dek oynanacak; birileri “Yetti gayrı/ Êdî bese” diyene dek…
“KÖTÜLÜKLERİ SÖKÜP ATMANIN EN İYİ YOLU, KÖTÜLÜK YUVALARINI ORTADAN KALDIRMAKTIR”
Güçler savaşı nereye kadar sürer?
Emekçiler “Hayır” diyene kadar! Malum düzenin mafyalaşması, bir çöküş ve çürümeye işaret ederken; ahlâki, siyasal, kültürel ve toplumsal bakımdan bir tükeniş demektir. Bu toplumsal bir “dekadans”da (çürüme + yozlaşma) ifadesini buluyorsa da; yolun sonuna gelindiğinden söz etmek mümkün değil. Ancak yolumuzu açarak ilerlemek için Gracchus Babeuf’ün, 28 Haziran 1795 ‘Germain’e Mektup’undaki, “Kötülükleri söküp atmanın en iyi yolu, kötülük yuvalarını ortadan kaldırmaktır. Bu yuvalar ortadan kalkmadıkça, onları diriltmek isteyenler olacaktır her zaman. Kilise ve manastır durdukça papaz, saray durdukça zorba, şato durdukça derebeyi, hücre durdukça keşiş, zindan durdukça mahpus, darağacı durdukça cellat ve kurbanı yeniden gelir,” uyarıyı pratikleştirerek haykırmalıyız: Eğer dünya böyleyse, şimdi olduğu gibi tepetaklaksa, ayakları üzerinde durması için onu ters çevirmemiz gerekmez mi?
Diren KESER-Diren SATI/ PİRHA
Yoruma kapalı.