Alevi Haber Ajansi

Yazar Özcan Öğüt: Aleviler olmadan barış masası eksik kalır

PİRHA- Yazar Özcan Öğüt, Türk-Kürt barışını sadece ümmetçi söylemler ve mütedeyyin kesimler üzerinden kurgulamanın tarihsel gerçekliğe ve toplumsal yapıya aykırı olduğunu vurguladı. Öğüt, Aleviler olmadan kurulacak her barış masasının eksik, her çözümün kırılgan kalacağını savundu.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nin kendini feshetmesi ile başlayan yeni süreçte barış meselesi yeniden gündemde. Yazar Özcan Öğüt “Türkiye’de Alevisiz Türk-Kürt Barışı Mümkün mü?” başlıklı yazısında tarihsel travmalarla yüzleşmeden ve Alevi kimliğinin barış sürecinde kurucu bir özne olarak tanınmadan kalıcı bir çözümün mümkün olmadığını vurguladı. Alevi Kürtlerin tarihsel rolüne, Kürt hareketi içindeki yerlerine ve seküler-sosyalist damarların barış sürecindeki belirleyici gücüne işaret eden Öğüt, ümmetçi reflekslerle şekillenecek her çözüm arayışının yalnızca bugünün değil, geleceğin de krizlerini büyüteceğini ifade etti.

Özcan Öğüt’ün “Türkiye’de Alevisiz Türk-Kürt Barışı Mümkün mü?” başlıklı yazısının tamamı şu şekilde:

“Türkiye, tarihsel olarak Anadolu ve Mezopotamya tarih boyunca halkların, inançların ve kültürlerin iç içe yaşadığı bir coğrafya olmasına karşın bu çok dilli ve çok inançlı yapı, çoğu zaman farklılıkların zenginlik olarak kabul edilmesi yerine, merkezi otoritenin güvenlikçi ve baskıcı politikaları doğrultusunda bastırılması, homojenleştirilmesi ve kontrol altına alınması amacıyla yönetildi. Bu yüzden, bölgenin kadim halkları ve farklı inanç grupları, tarih boyunca ötekileştirilmiş ve kimi dönemlerde ağır katliamlara uğramışlardır. Osmanlı’dan günümüze değin devreden bu siyasal akıl, etnik ve inançsal çeşitliliği bir tehdit olarak görmüş; farklı kimlikleri ya zorla egemen Sünni-Türk kimliği altında eritmeye ya da “dönen dönsün ben dönmezem” desturunda, itikadi varlığı için yüzyıllardır direnen Alevileri sistemin dışında bir kadim öteki olarak tutmaya çalışmıştır.

Bu anlamda bugün, Kürt meselesi ekseninde yeniden ısınan barış tartışmaları, maalesef geçmişin bu karanlık sayfalarının ve tarihsel travmaların gölgesinde yürüyor. 1 Ekim’de TBMM’nin açılışıyla beraber başlayan süreç, Öcalan’ın 27 Şubat’taki çağrısı ve PKK’nin fesih kararı, son olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu dönemde TBMM’de tüm siyasi partilerin dahil olduğu bir komisyon kurulması önerisi ve bölgede uluslararası güç dengelerinin değişmesiyle birlikte devletin yeni bir denge kurma arayışında olduğunu gösteriyor. Özellikle Ortadoğu’da Kürt siyasal hareketinin uluslararası denklemde daha görünür ve belirleyici aktörlere dönüşmesi, İran’ın bölgede gerileyen etkisi ve Ortadoğu’daki yeni ittifak arayışları, Türkiye devlet aklını da bölgesel Kürt realitesini göz ardı etmeden yeni hamleler yapmaya zorluyor. Ancak bu hamlelerin iç politikadaki geleneksel inkârcı, ümmetçi ve güvenlikçi söylemlerle şekillenmesi, toplumsal barışı ve demokratik çözüm ihtimalini zora sokuyor. Özellikle de yüzleşilmemiş tarihsel travmalar ve mezhepçi kodlar üzerinden yapılan açıklamalar, meseleyi daha da derinleştiren bir unsur haline geliyor.

“KURTULMUŞ’UN AÇIKLAMALARINA ALEVİLERİN TEPKİSİ VE JEOPOLİTİK İPUÇLARI”

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Şırnak Üniversitesi’nde yaptığı ve sonrasında “bağlamından çıkartılarak farklı bir anlam yüklenmiş ve Alevi yurttaşlarımızı incitmişse üzüntülerimi iletirim” dediği konuşma, bu duruma çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Kurtulmuş’un, “Anadolu topraklarını baştan aşağı zulümle inleten Şah İsmail’e karşı Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi’nin yapmış olduğu büyük ittifak” sözleri, yalnızca tarihsel bir olayı hatırlatma değil, aynı zamanda bugüne dönük ciddi bir mesaj içeriyor.

Kurtulmuş normalde AKP içindeki uzlaşmacı profillerden birisi olmasına karşın, toplumun en hassas fay hatlarından biri olan Alevi-Sünni, Türk-Kürt ilişkileri açısından son dereceli tehlikeli böylesi bir söylemde bulunması sürecin başarıya ulaşmasını temenni eden birçok kişi de şaşkınlık yaratmıştır. Açıklamanın niyeti veya amacı ne olursa olsun, kitlesel Kızılbaş kıyımlarının tarihsel miladı olan bir süreç ve figürlerle çağrışım yapılması Alevi toplumunda elbette şaşkınlığın yanı sıra üzüntü ve öfkeye de sebep olmuştur.

Fakat Kurtulmuş’un Şırnak Üniversitesindeki açıklamalarının detaylarına bakınca, aslında birçok bağlamı bir arada görebiliyorsunuz. Öyle ki bu açıklamada, bu sürecin başlama motivasyonlarından birisi olan ve uluslararası yeni güç dengelerinin göz önünde bulundurularak atılan adımların temel noktasının İran karşıtlığı üzerinden konumlanacağına dair derin işaretler mevcut. İran zaten rejim olarak kendi kendini yemeye müsait bir yapı olmasına karşın varlığı Ortadoğu’daki güç dengeleri için stratejik birçok hesaba dayanak teşkil etmektedir. Özellikle Suriye ve Irak sahasında, Kürt meselesi başta olmak üzere mezhebi ve etnik fay hatlarının derinleştiği bir dönemde İran’ın bölgedeki etkinliğinin sınırlandırılması, Türkiye’nin ve müttefiklerinin bölgesel projeksiyonlarında öncelikli bir hedef haline gelmiştir. Bu nedenle Kurtulmuş’un açıklamalarındaki tarihsel referans, yalnızca geçmişin bir hatırlatması değil; aynı zamanda bugünün jeopolitik rekabetinde kullanılan ideolojik kodların ve meşruiyet zeminlerinin işaretidir.

Son yıllarda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, bölgedeki aktörlerin konumlarını ve stratejik önceliklerini köklü biçimde değiştirdi. İran’ın bölgesel etkisinin kırılması, özellikle ABD ve İsrail’in baskıları, Körfez ülkelerinin denge politikaları ve Türkiye’nin bölgesel bir güç olma çabası, yeni bir denge arayışını beraberinde getirdi. Bu dengede en önemli dinamiklerden biri de Kürtler. Suriye’nin kuzeyinde kurumsallaşan Kürt varlığı ve Türkiye içindeki Kürt meselesi, artık sadece ulusal değil bölgesel ve uluslararası bir konu. Türkiye, bu yeni dengede Kürtlerle ilişki biçimini yeniden kurma ihtiyacı duyuyor. Bu yeniden kurulmaya çalışılan ilişki biçiminin Osmanlının ümmetçi refleksleriyle ve iç siyaset hesaplarıyla yönetilmeye halinde sonuç alınamayacağı çok açık ve net ortadadır. Bugün, salt mütedeyyin Sünni Kürtler üzerinden bir Türk-Kürt İslam birliği tahayyülü, hem tarihsel olarak anakronik hem de toplumsal gerçeklikten kopuktur. Ki nitekim, devletin yönetsel aklı da toplumun sosyolojik gerçekliğini ve tarihsel hafızasını, bu coğrafyada barış ve istikrarın hangi dinamikler üzerine kurulabileceğini herkesten daha iyi bilmesi gerekir. Elbette Türklerin ve Kürtlerin, Alevilerin ve Sünnilerin birlik beraberlik içinde oldukları zaman veya idealleri hatırlamanın toplumsal barışın inşasını kolaylaştırıcı bir niteliği vardır. Fakat bu ince eleyip sık dokuyup çok hassas bir tartıyla tartılıp, toplumdaki tüm yansımaları hesaba katılarak yapılmalıdır.

“KÜRT MESELESİNDE GERÇEKLİK VE BARIŞIN KAPSAYICI ZEMİNİ”

Alevi Kürtleri, mütedeyyin ve seküler Sünni Kürtleri, kadın hareketlerini, sol ve sosyalist muhalefeti ve hepsinin bir aradalığını ve birlikte mücadelesini yok sayarak yapılacak her hamle, barış ihtimaline zarar verir. Bu anlamda cumhuriyet sonrası yeni Kürt realitesi, cumhuriyet öncesi Osmanlı ümmetçi bilinçaltıyla okunamaz. Kürt meselesi uzun yıllar inkâr, bastırma ve asimilasyon politikalarıyla yönetilmeye çalışıldı. Ancak son yarım asırda Kürt ulus bilincinde, kimlik talepleri belirleyici olmakla beraber; sınıfsal, inançsal, kültürel ve siyasal taleplerle de derinleşerek kendini var etti. Bu süreçte Alevi ve seküler Sünni Kürtler, özellikle sol-sosyalist hareketlerle kurdukları güçlü bağ ve direniş hafızasıyla, Kürt hareketinin ivme kazanmasını sağladılar.

Kürt siyasal hareketinin bugünkü varlığı tarihsel süreçte geçmişten bugüne önemli oranda Aleviler, solcular, sosyalistler ve seküler kesimlerle şekillendi. Özellikle Alevi Kürtler, hem kimlik mücadelelerinde hem de siyasal muhalefette önemli misyonlar üstlendiler. Hem Kürt ulus bilincinin oluşumunda, hem de Kürt entelijansiyasının temellerinde Nuri Dersimi’den, Koçgiri’den bugüne Dersim direnişinden Seyit Rıza’ya, 1970’lerin devrimci gençlik hareketine, 12 Eylül sonrasında cezaevlerinde yaşanan direnişlere ve 1990’lı yıllarda Kürt hareketi içinde yer alan sol-sosyalist Alevi kadrolara kadar uzanan güçlü bir gelenek mevcut. Bu tarihsel hat yalnızca siyasal mücadele alanında değil, kültürel üretimde de Kürt kimliğinin ve bilincinin seküler, eşitlikçi ve çoğulcu damarını hep diri tuttu. Alevi Kürtler, devletin hem Kürt kimliğine hem de Alevi inancına yönelik baskıcı ve asimilasyoncu politikalarına karşı çifte baskı altında olsalar da, bu durum onları siyasetin ve mücadelenin en dinamik unsurlarından biri haline getirdi.

Bugün de özellikle Dersim, Maraş, Malatya, Adıyaman, Erzincan, Sivas hattında yaşayan Alevi Kürtlerin ve onların metropollere ve yurt dışına göç eden büyük nüfuslarının, barış sürecine dair beklentileri ve kaygıları, sadece Kürt halkının değil, Türkiye demokrasi mücadelesinin de belirleyici dinamiklerinden biri olmayı sürdürüyor. Barışa dair kurulacak her cümle ve atılacak her adım bu kesimlerin tarihsel hafızasını ve yaşanmış travmalarını hesaba katmadan, onların taleplerini ve özneliklerini görmeden anlamlı olamaz. Üstelik Kürt siyasal hareketinin bugünkü geniş toplumsal tabanının talepleri de yalnızca belirli bir dini veya etnik kimlik merkezli değil; ki bu talepler anadilde eğitimden, yerel yönetimlerin güçlendirilmesine kadar birçok temel hakkın herkes için eşit yurttaşlık ve sosyal adaletin sağlanmasıyla karşılanabileceği bilinciyle şekilleniyor. Bölgede mütedeyyinlerle, seküler yaşamı benimseyen Kürtlerin bir dava etrafında bir arada yaşama ve mücadele edebilmesinin temelinde de Kürt siyasal hareketinin bu derinlikli çoğulcu ve kapsayıcı yapısı yatıyor.

Bu nedenle, salt ümmetçi bir anlayış üzerinden Kürt realitesini okumak ve buna göre siyasal hamleler üretmek, bugünkü sosyolojik ve örgütsel gerçeklikten de kopmak anlamına gelir. Aleviler, sosyalistler, kadınlar, emekçiler ve geniş toplumsal muhalefet güçleri görmezden gelinerek ya da şeytanlaştırılarak yürütülecek her barış hamlesi ölü doğuma gebedir. Çünkü toplumsal barış; yalnızca devletin ve sistem içi aktörlerin uzlaşısıyla değil, toplumun tüm ezilen kesimlerinin eşit yurttaşlık temelinde ortaklaşmasıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla bu gerçeği görmeden, salt Türk-Kürt-Arap İslam birliği hayali üzerinden bir barış inşa etmeye çalışmak, sadece gerçeklikten kopukluk değil, aynı zamanda yeni krizlere de sebep olabilir.

“ORTAK MÜCADELEDEN ORTAK GELECEĞE: ALEVİLER, SOSYALİSTLER VE KÜRT SİYASAL HAREKETİ”

Bugün Kürt hareketinin içindeki Aleviler ve sosyalistler, “misafir” değil, bu yapının bizatihi kurucu unsurlarıdır. Kürt siyasal hareketinin diğer sosyalist hareketlerle beraber tüm ortak mücadele alanlarında yıllardır dile getirdiği “ya hep beraber, ya hiçbirimiz” anlayışı, yalnızca bir slogan değil; birlikte yaşamanın, ortak geleceği kurmanın temel dayanağıdır. Kürt siyasal hareketi kendi içindeki ve tüm bileşenleri dahilindeki farklı inanç, düşünce ve kimlikleriyle omuz omuza yürüyerek bugünlere gelmiştir. Barışa ve demokratik bir geleceğe dair kurulacak her cümle de, bu çok sesli ve çok renkli yapının tüm bileşenlerini dikkate alarak anlam kazanabilir. Aleviler, seküler ve mütedeyyin Kürtler, kadınlar, sosyalistler ve sol demokratik çevreler, bu yürüyüşün ayrılmaz parçalarıdır. Gerçek bir toplumsal barış ve ortak yaşam umudu, ancak bu tüm çeşitliliği barındıran herkesin eşit söz ve hak sahibi olduğu bir zeminde filizlenebilir.

Abdullah Öcalan’ın mevcut süreçle ilgili “Aleviler tam da bu işin ortasındadır, kalbindedir” sözünü hatırlamak, bugün Kürt meselesi ve barış tartışmalarında göz ardı edilen önemli bir gerçeği yeniden görünür kılıyor. Öcalan’ın bu tespiti, geçmişten bugüne samimi olarak başlatılacak bir barış ve eşitlik zeminini gerçek anlamda kuracak bir perspektifin nereden başlaması gerektiğine de işaret ediyor.

Bu noktada, eğer gerçekten samimi ve kalıcı bir barış, birlik beraberlik süreci yürütülecekse, bunun en anlamlı ve güçlü adımlarından biri; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bir dönem devlet adına “özür” dilediği Dersim Tertelesiyle yüzleşmenin başlatılması olabilir. Bu yüzleşme, sadece tarihsel bir adalet meselesi değil, aynı zamanda bugün barış zemini arayışında olan halkların birbirine güven tesis etmesi açısından da belirleyici olacaktır. Dersim isminin iadesi, Seyit Rıza ve oğlu başta olmak üzere o dönemde katledilen yüzlerce canın naaşlarının akıbetinin açıklanması ve mezar yerlerinin bildirilmesi gibi insani ve vicdani adımlar, toplumun tarihsel hafızasında derin yaralar açmış acıları bir nebze olsun onarma potansiyeline sahiptir.

“DEMOKRATİK TOPLUM VE GERÇEK BARIŞIN KOŞULLARI”

Sonuç olarak, Türkiye’nin yeni Ortadoğu jeopolitiğinde Kürt meselesine dair yapacağı her hamle, ancak tüm toplumsal kesimlerin eşit yurttaşlık temelinde tanındığı, tarihsel travmalarla yüzleşilen, mezhepçi ve ümmetçi reflekslerden arındırılmış ve demokratik bir zeminle anlamlı olabilir. Geçmişin olaylarını bugüne taşırken kullanılan dil, ya toplumsal yaraları derinleştirir ya da toplumsal barışı inşa eder.

Tarihe dair yapılan her yorum; kimliklerin, inançların ve halkların varoluşunu görerek, yaşanmış acılara saygı göstererek, birlikte onarıcı bir hafıza kurma sorumluluğuyla söylenmelidir. Hiçbir tarihsel olay, bugünün toplumsal barışına kast edecek biçimde kullanılmamalıdır. Hiç kimsenin övüncü, bir başkasının onulmaz yarasına dönüşmemelidir. Ancak böyle bir yaklaşım, Türkiye’yi kalıcı bir toplumsal barış ve demokratikleşme sürecine taşıyabilir. Aksi takdirde, geçmişin gölgeleri bugünün umutlarını karartabilir.

Oysa ki, geçmişle yüzleşen, farklılıkları eşit yurttaşlık temelinde kabul eden ve tüm toplumsal kesimlerin söz ve karar sahibi olduğu bir gelecek mümkündür. Bu toprakların insanları, acılardan öğrenerek, ortak bir yaşam kültürü inşa edebilir. Barış ve demokrasi, yalnızca geçmişin yaralarını sarmakla değil, aynı zamanda geleceği birlikte kurma iradesiyle güçlenecektir. Umut, en zor zamanlarda dahi var olabilen bir ışıksa; o ışığı birlikte büyütmek, Türkiye’nin ortak yarınına yapılacak en kıymetli katkıdır.”

(HABER MERKEZİ)

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.