PİRHA – Sivas Divriği’nin Gözecik köyünde dünyaya gelen halk ozanı Hasan Karabaş, neredeyse bir ömürdür sürdürdüğü aşıklık geleneğini anlatıyor. Çocuk yaşta babasını yitirerek büyüyen Karabaş’ın hayatı, bir komşunun evine giren “telli bir hediye”yle değişiyor. Karabaş, kendi yaşam hikâyesiyle birlikte, ozanlığın artık tükenme noktasına geldiğini, yeni kuşaklara aktarılmadığını söylüyor ve ekliyor: Böyle giderse aşıklık geleneği bitecek.
1958’de Divriği’nin merkez köyü Gözecik’te doğan Hasan Karabaş, dört çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu. Dokuz yaşındayken babasını kaybetmesi ona erken yaşta hayatın ağırlığını yüklemiş. Gençlik yıllarında bir komşusunun saz getirmesiyle tanıştığı müzik, onun için “dönüşü olmayan bir yol”a dönüşüyor.
Karabaş o günü şöyle anlatıyor:
“On iki-on üç yaşlarındaydım. Komşumuz bir saz getirmişti. Bir arkadaşımla beraber çok merak ettik. O şekilde saza başladık işte. O gün bugün devam ediyor.”
Aşıklığın kendi ailesinden gelen bir kültür olduğunu söyleyen Karabaş, yıllar içinde hem kendi şiirlerini hem de bestelerini üretmiş. Seslendirdiği birçok türkünün ise kayıt altına alınmadığı için kaybolmasına üzüldüğünü dile getiriyor. Yine de türkülerinin, duyduğu her acı, her sevinç ve her haksızlıkla birlikte kendiliğinden aktığını söylüyor.
Halk Ozanları Şenliği’nde Fikret Otyam’ın desteğiyle birincilik elde etmesi hayatında unutmadığı bir dönemeç:
“Halk Ozanları Şenliği vardı. O şenlikte bir yarışma düzenlendi ve ben birinci oldum. Fikret Otyam şenliğin onur konuğuydu. Yarışmada birinci olmamda Fikret Otyam’ın katkısı oldu. Birincilik onun hakkıdır diyerek bana vesile oldu.”
“HALK OZANLIĞI HALKIN DERDİNİ BİLMEK DEMEKTİR”
Hasan Karabaş’a göre halk ozanlığı yalnızca saz çalıp türkü söylemek değil; toplumun derdini duymak, haksızlığa karşı söz kurmak.
Hasan Karabaş, ozanlık tanımını şu sözlerle yapıyor:
“Halk ozanlığı halkın sorunlarını bilmek demektir. Yani halkın sorunlarını dile getirip söylemektir. Kendin de gerekirse önde olman lazım. Ezilmişliğini, hakkının yenilmişliğini halka anlatmaktır yani. Hak yiyenlere karşı bir şeyler söylemek gerekir. Riskli ama halk ozanlığı biraz fedakârlık isteyen bir şey tabii.”
Karabaş, yıllar içinde değer verilmediği için birçok ozanın unutulup gittiğini, yerlerine yenilerinin yetişmediğini söylüyor ve bu gidişatın onu derinden yaraladığını anlatıyor:
“Halk ozanlarına değer verilmiyor ki. Ne kadar anlatırsan anlat. Bizim bir sürü ozanlarımız vardı. Onlar yitip gittiler. Artık onların yerine ozan yetişmiyor. Bir ozanın yetişmesi çok zor… Ozanlara değer verilmeyen bir ülkede yapacağım bir şey yok yani.”
“SAZSIZ ALEVİLİK OLMAZ”
Aleviliğin müzikle, özellikle de sazla kurduğu bağı anlatırken; bu ilişkinin yalnızca bir gelenek değil, bir kimlik meselesi olduğunu vurgulayan Karabaş,
“Alevilik ile saz sanki beraber. Yani saz olmazsa Alevilik olmaz, Alevilik olmazsa saz olmaz. Hatta bizde telli vuran derler. Yani saz bizim için çok önemli. Alevilerin sazı olmazsa olmaz. Sazın verdiği hiçbir şeyi hiçbir müzik aletinde alamazsın.”
Karabaş, ozanlık yolculuğunda Mahsuni Şerif’in etkisini ise açık bir hayranlıkla dile getiriyor:
“Ben ozanlık dalında oldu bitti Mahsuni Şerif hayranıydım. Onun türkülerini dinlerdim ve benim kendime örnek aldığım tek ozan da Mahsuni’ydi. Mahsuni yuh yuhlar çekti, zevzek dedi. Yani birilerinin hakkını yiyenlere çok şeyler söyledi. Onun için ben de Mahsuni Şerif’in izinden yürüdüm.”
Hasan Karabaş bugün hâlâ sazıyla birlikte; hafızadan silinen ozanların, kaybolan türkülerin ve unutulmak üzere olan bir kültürün nöbetini tutuyor.
Divriği’nin Gözecikli ozanı için türkü söylemek yalnızca bir uğraş değil; halkın sesi olmaktan vazgeçmeyen bir ömür.
PİRHA/SİVAS
Yoruma kapalı.