Alevi Haber Ajansi

Prof. Yalçınkaya: Alevi örgütleri siyaset yapmak yerine dini örgütlere dönüştü-VİDEO

PİRHA -Alevi örgütlerinin 30 yıllık mücadelesini değerlendiren Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya, Alevi yurttaşların uğradığı eşit olmayan uygulamalara karşı siyasal bir mücadele yürütmek amacıyla kurulan Alevi örgütlerinin tam tersine dini örgütlere dönüştüğüne vurgu yaptı. Yalçınkaya, Alevi örgütlerinin yeni bir yapılanma modelini tartışmak yerine var olan model üzerinden yapısal sorunlarını tartışarak çözüm üretmesi gerektiğini ifade etti. 

Haberin videosu

Geldiğimiz noktada bir tıkanmayı yaşayan ve son zamanlarda bu tıkanmayı aşma çabası üzerine yaşanan yoğun tartışmalardan hareketle Alevi hareketinin 30 yıllık mücadelesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya ile konuştuk.

Yalçınkaya’ya Alevilerin 90’lı yıllarla birlikte kentlere göç etmesi sonrası örgütlenme sürecini, Alevi örgütlerinin Alevi toplumu ile ilişkisini ve yeni bir örgütlenme modeline ihtiyaç olup olmadığını sorduk.

Alevi örgütlerinin kurum temsilcilerinden sıkça duyduğumuz “Kurumlarımızı siyasetten uzak tutuyoruz”, “Siyaset siyasetçilerin, siyasi partilerin işidir”, “Siyaset yapan siyasi partilere gitsin” gibi söylemlerin aksine Prof. Dr. Yalçınkaya, Alevi örgütlerinin siyaset yapmak için kurulduklarını, siyaset yapmayan Alevi örgütlerinin kendi örgütsel var oluşlarına ihanet etiklerinin altını çizdi. Çünkü örgütlerin, Alevi yurttaşların uğradıkları eşitsizlikçi uygulamalara karşı siyasal bir mücadele vermek amacıyla kurulduklarını belirtti.

Yalçınkaya, “Nihayetinde Alevi örgütleri en yapmaları gereken şeyi kaybettiler. Siyaseti kaybettiler. Gayri siyasi hale geldiler ve dini örgütlere dönüştüler. Fakat örgütsel yapılanma giderek bir başka yöne evrildi. Aleviler, kendi toplumsal mekanizmaları, dinsel mekanizmaları aracılığıyla karşılaması gereken ihtiyaçlarını giderek bu örgütlerin vasıflarını, kuruluş amaçlarını ihmal ederek bu örgütlerden beklemeye başladılar” dedi.

Ayhan Yalçınkaya, Alevi örgütlerine yaptığı öneride, din ve siyaset arasındaki ilişkilerin nasıl kurulması gerektiğine ilişkin şapkalarını önüne koyup düşünmeleri gerektiğini belirtti.

“‘ALEVİLERİN DOĞAL ORTAMI KIRLARDIR’ ALGISI BELİRLİ BİR ALEVLİK ÜRETMEYE HİZMET EDİYOR”

Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya, yönelttiğimiz soruları şöyle cevapladı:

PİRHA- Kendi doğal ortamından kopup kentlere göç eden Alevi toplumu özellikle Sivas Katliamı’ndan da etkilenerek 90’lı yıllardan itibaren yeni bir örgütlenme sürecine girdi. Geride bıraktığımız bu 30 yıllık süreci nicelik ve nitelik açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Dr. AYHAN YALÇINKAYA: Öncellikle sorunun kuyruğunu düzelterek başlayalım. Bu çok yaygın bir ezberdir; Alevilerin sözüm ona senin ifadenle doğal ortamlarından koptuktan sonra şehirlere göç etmeye başlaması, kitlesel göç ve bunun onlar üzerindeki etkileri üzerine kim nasıl işine geliyorsa öyle bir değerlendirme yapmaya girişiyor. Burada ilk elde düzeltilmesi gereken çok temel bir şey var. Alevilerin doğal ortamı demek ne demek? Bu zaten çok kaba ve yanlış bir ifade. Alevileri sanki kültürel varlıklar değil de doğal varlıklarmış gibi kodlayan bir ifade. Bunun açık anlamı da şudur: Tıpkı kadın erkek ilişkilerinde ataerkil rejimlerde, eril yaklaşımlarda, cinsiyetçi yaklaşımlarda kadınlar doğal varlıklar olarak görülür, erkekler ise kültürel varlıklar olarak görülürse ve dolayısıyla kadınlar doğal varlıklar olduğu ölçüde kontrol edilmesi gereken daima ön görülmeye çalışılması gereken sürprizlere açık, kime ne zaman ne diyecekleri ne yapacakları belli olmayan doğal bir güç kaynağı, dolayısıyla bir tehdit kaynağı olarak görülürse ve kültür tarafından kontrol edilmedikleri ölçüde de her zaman risk unsuru oluşturuyorlarsa, Aleviler için de böyle bir doğallık yakıştırması, açıkça bu anlama gelir.

Fakat Alevilerin doğallığı nereden gelir, kadınların kadın olmaktan yani cinsiyetlerinden gelir. Alevilerin ki de sözüm ona ‘Doğru dine sahip olamamaktan.’ Çünkü doğru din Ortodoks dindir. Bunun Türkçede ki karşılığı Sünni Müslümanlık biçimidir. Sünni Müslümanlık biçimi tek doğru din biçimi olarak kabul edildiği ölçüde bu biçime sahip olmayanlar doğal olurlar, kültürel olmazlar. Bunun açık anlamı da onlara her tür şey atfedilebilir. ‘Alevilerin kuyruğu vardır’, ‘Aleviler ensest yasağını tanımazlar.’ ‘Aleviler gusül abdesti almazlar’ vb. Bir yığın şey peş peşe sıralanır. Bunun mekâna yansıması yani Alevi hareketine yansıması da biraz böyle bir şey.

Kendi doğal ortamlarından kopmaları demek ya da buralardan ayrılmaları şehirlere göçmeleri demek alttan altta şunu var sayıyor: ‘Alevilerin doğal ortamları kırlardır’ Böyle bir şey nasıl olabilir. Siz nihayetinde emperyal bir geçmişten yani Osmanlı geçmişinden söz ediyorsanız ve daha öncesini de katacaksanız uydurma Selçuklu geçmişinden söz ediyorsanız, Osmanlı’nın ve Selçuklu’nun şehirleri varsa Aleviler nasıl oluyor da sadece ve sadece kırlarda, dağ başlarında vs. yaşıyor varsayılıyor. Aleviler bal gibi şehirlerde de yaşıyorlardı. ‘Alevilerin doğal ortamı’ terimi kullanılacaksa aynı zamanda şehirlerdir. Oysa bu belirli bir Alevilik algısını üretmeye hizmet ediyor.

“ALEVİLER CUMHURİYETTEN ÖNCE DE ŞEHİRLERDE YAŞIYORDU”

Yani demin söylediğimiz gibi doğru dinden yoksun olanların uydurduğu kendi eski inançları, hurafeleriyle harmanlanmış. Çünkü bunlar dağ başlarında yaşıyorlar, doğal ortamları öyle, şehir kültürüne yabancılar, şehir kültürü yüksek kültür, yazılı kültür, oysa bunların ki sözlü kültür ve hiçbir biçimde yazıyla ilişkileri yok. Halla halla! Bu Ahmet Yaşar Ocak vb. ekolden gidenlerin, bütün İslamcı akademisyenlerin ve onların kuyruğuna takılanların temel argümanı.

Öncellikle Aleviler adına hak teslim edeceksek Alevilerin ciddi biçimde aynı zamanda bir yazılı kültürlerinin olduğu; ama bu yazılı kültürün ciddi biçimde tahrip edildiği, yağmalandığı, buna uygun yapılanmaların olduğunu; Alevilerin şehirlerde de yaşadığını, Cumhuriyetten önce de şehirlerde yaşadığını kabul edeceğiz. Özellikle Alevilerin düşmanlarının argümanlarını Alevilik adına savunma ve içselleştirme pozisyonuna düşmekten kaçınacağız ki doğal ortamI şehir, kır karşıtlığı ya da dağ-ova karşıtlığı kurarsak içselleştirmiş oluyoruz. Onun için sorunun kuyruğunu düzelterek başlamak en iyisi.

“AMAÇ ALEVİLERİ KIRA HAPSEDEREK DIŞLAMAK”

Doğal ortam derken Aleviler ağırlıklı olarak köylerde yaşıyorlardı. 90’lı yıllardan sonra göç yaşandı.

Bu Cumhuriyet dönemi için geçerli olabilir. Kaldı ki Cumhuriyet dönemi için bile geçerli saymamak gerekir. Örneğin Cumhuriyet öncesi şurada İzmir’in sokaklarına çıkalım kaç tane Alevi Tekkesi görürüz, kaç Alevi Dergahı, kaç Alevi Eren’i görürüz? Burası İzmir her zaman şehirdi. Peki nereden çıktı bunlar? Cumhuriyet mi inşa etti bu Alevi Tekkelerini? Demek ki esasta Alevileri kıra hapseden zihniyet, kırsal bir inançmış gibi takdim etmek isteyen zihniyet, esasta yazılı kültür, sözlü kültür gibi dikotomilerin (ayrıştırmaların) ya da kır kent gibi dikotomilerin yarattığı avantajdan Sünni Müslümanlığı beslemek ve Alevi toplulukları dışlamak üzere yararlanıyor. Onun için diyorum öncelikle bundan vazgeçmemiz gerekiyor. Ancak Alevilerin 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’nin hızla kapitalistleşme sürecine girmesi, ABD ile ilişkilerin gelişmesi, Sovyetlerle ilişkilerin bozulması gibi birçok nedenle; bu kapitalistleşme süreçleri içinde bulundukları köylerden şehirlere doğru bir akını söz konusu. Ancak burada da düzeltilmesi gereken başka bir şey var.

“ALEVİLERİN KURUCU İLKELERİ ULUS DEVLETİN KURUCU İLKELERİYLE KAFA KAFAYA GELDİ”

Yaygınlıkla Alevilik çalışanların hemen tümü; akademisyen olsun ya da olmasın ama ezber en çok akademisyenlerde başladı. Akademisyenlerden de diğer Alevilik çalışan insanlara doğru yayıldı. Nedir o ezber; Aleviler şehirleşmeye başladıkça çeşitli sorunlarla karşılaştılar. Sorunların nedeni nedir bu durumda şehre göçtür. Bu doğru mu? Bence değil.

Şehre göç öncelikle daha bütünlüklü bir sorun, yarattığı bir sonuç. O sorun nedir; gerçekte bu o bütünlüklü sorun dediğimiz şeyin özellikle belirli bir boyuta hapsedilmesi için kullanılıyor. O yüzden şehirlere göç o yüzden abartılıyor. Şehre göç hızlı kapitalistleşmesiyle ilgiliyse bunun açık anlamı; meseleyi öncelikle bu kapitalistleşmiş süreçlerinde Aleviliğin buna uygun yanıt verememesiyle birlikte düşünmemiz lazım.

Bunun daha da açık anlamı bu kapitalistleşme sürecinin başka boyutları da var. Örneğin modern devlet. Modernleşme dediğimiz süreç, Osmanlı’nın son döneminden itibaren ve Cumhuriyetin devir aldığı modernleşme pratikleri ve şehirleşme bunun sadece alt başlığı, tarımdaki kapitalistleşme alt başlığı ama en önemli alt başlığı ulus devlet.

Biz şehirleşme dediğimizde Alevilerin sorunlarını şehre göç ile ilişkili olarak açıklamaya başlıyoruz. Bu son derece vahim ve yanıltıcı ve kasten yapılıyorsa, özellikle de meselenin kavratılmaması için, üstünü örtmek için yapılıyordur.

Adını koyalım bunun. Modernleşme sürecinin toplumsal boyutları var ama aynı zamanda siyasal boyutları da var. Aleviler toplumsal boyutlarıyla baş edebilmek için kendi toplumsal ağları içinde çeşitli çözümler üretebilirler ama Aleviler siyasal boyutlarıyla baş edebilmek için ne yazık ki çözüm üretemediler.

Çünkü ulus devlet dediğimiz egemen varlığın kendine has özellikleri; örneğin bu devletin yasama gücüyle birlikte, yargılama  gücünü de ele geçirmesi Alevileri neyle kafa kafaya getiriyor:

  1. Ben diyor Alevilere ‘senin yasanı, senin kurucu ilkelerini tanımıyorum kardeşim. Çünkü ben egemen varlığım’ bunu tanıyacaksın.
  2. Sözüm ona en ideal durumda şunu söylüyor: ‘Senin Alevi kimliğini de tanımıyorum. Seni bir kültürel varlık olarak da kabul etmiyorum.’ Keşke bunu diyebilseydi. Aksine bir kültürel varlık olarak şöyle kabul etti: ‘Sen bir batıl inançlar topluluğusun. Ben seni eğiteceğim, eğitim süreçlerine sokacağım.’ Bütün yatılı bölge okulları o dönemde Alevilerin yoğun olduğu yerlere yapılmıştır. Ve ‘seni gerçek anlamda bir yurttaşa dönüştüreceğim.’ Dolayısıyla Alevilerin kendi kurucu ilkeleri ulus devletin kurucu ilkeleriyle kafa kafaya geldi.

“MODERN DEVLET ALEVİLERİN TASFİYESİNE DÖNÜK BİR YAPIYA SAHİP”

Dedelik kurumu; yargısal süreçle yargılama hakkı, topluluğun kolektifin üstünde bulunan yargılama hakkı, devlet tarafından gasp edildi. ‘Sen yargılayamazsın, ben yargılayacağım.’

Dolayısıyla Alevilerin aile kurumundan tutun kendilerini yönetme biçimlerine, kendi iç dayanışma mekanizmalarına kadar modern devlet (Ulus devlet) Alevilerin tasfiyesine dönük bir yapıya sahip ve Aleviler bununla baş edemedi. Şehirlere geldiklerinde karşılaştıkları sorunlar, bu vb. sorunlardan bağımsız düşünülemez. Oysa bağımsızmış gibi düşünüyoruz. Şehirlere geldik şöyle olduk. Şehirde cem yürütülemez mi? Yürütülür. Şehirlerde musahiplik erkanı yürütülemez mi, ikrar verilip alınamaz mı? Talipler illa şehre geldi diye dedelerinden kopmak zorunda mı? Hayır öyle olmadı, biz böyle açıklamayı seçiyoruz. Gerçekte böyle mi oldu yoksa biz kendi uydurduğumuz açıklamaya tapmaya mı başladık? Yaygın paradigma bu. Biz bu paradigmayla açıklamaya devam ediyoruz. Ben de diyorum ki; yaygın paradigma bu olmak zorunda değil.

“ULUS DEVLET VE MODERNLEŞME İLE HESAPLAŞMADIK”

Biz Aleviler olarak ulus devletle baş etmeyi beceremedik. Ulus devlettin yürüttüğü modernleşme projesiyle mücadele etmeyi beceremedik. Becerememek bir yana tam tersine Osmanlı’nın emperyal geleneğine duyduğumuz tepkiyle ulus devletinin önümüze koyduğu manzaraya, manzara içinde bizde kendimize yer edinmeye çalıştık. Örneğin bizzat bu ulus devletin bizi bir hurafe, dinsiz, cahil, dağlı bir topluluk olarak görmesine tepki göstermek bir yana koşa koşa çocuklarımızı ‘Biz Aleviler eğitime, bilime, düşkünüzdür’ diye ellerimizle teslim ettik.

Dolayısıyla ulus devlet ve modernleşme projesiyle hesaplaşmak yerine ne yapıyoruz? ‘Şehre geldik ve böyle olduk.’ Hayır şehre geldik ve böyle olmadı. Şehirlerde karşılaştığımız bu sonuçlar esasta daha büyük bir problemin nihayet kronikleşmiş ve irinleşmiş hali. Bunun başlangıcı Osmanlı modernleşme dönemine kadar gidiyor. Oradan doğru bir hesaplaşma yürütmek zorundayız. Dolayısıyla sadece Türk ulus devlet anlayışıyla hesaplaşmak değil. Osmanlı modernleşmesinden itibaren hesaplaşmak. Örneğin; 1826 ile hesaplaşmak. Yeniçeri Katliamı ve arkasından gelen Bektaşi Dergahlarının tasfiyesiyle, Nakşibendilerin Bektaşi Dergahının postuna oturtulmasıyla hesaplaşmayla başlamalıyız. Çünkü o dönemde Osmanlı için en modern güç Bektaşi Tekkeleriydi. Peki bir yandan modernleşmek isteyen neden aynı anda kendisinin işine en çok yarayacak bu dergahı tasfiyeye yöneldi?

“HACIBEKTAŞ DERGAHININ YAZILI KÜLLİYATI NEREDE?”

Aynı şekilde Kemalist modernleşme üzerinden gideceksek Alevilerden daha uygun bir kumaş var mıydı Kemalizmin projesine uygun? Tabi ki yoktu. Peki neden Aleviler tasfiye edildi. Hacıbektaş Dergahını 1926 yılında kapattınız. Aynı anda Mevlevi Dergahını da kapatınız. Birkaç yıl içinde Mevlevi Dergahı şakır şakır açılıp faaliyet yürütüyorken ve hala bugün Mevlevi Dergahları rahat rahat faaliyet yürütüyorken 1963 yılına kadar Hacıbektaş Dergahı harabe halde kaldı ve Hacıbektaş Dergahının bütün yazılı külliyatı da Fuat Köprülü vb. Cumhuriyet tarihçilerinin elinde pazara sürüldü.

Ondan sonra da yazılı kültürümüz yok deniliyor. Hacıbektaş Dergahı bizim yazılı kültürümüzün kalbi değil miydi. Nereye gitti buradaki el yazmaları. Şimdi aynı şeyi bunu iddia eden ilahiyatçılar ya da akademisyenler köy köy gezip Alevi dedelerinin elindeki secereleri toplayarak, bu secereleri bir yandan toplayıp bunun üstünde kitaplar yazarken o kitaplarda ‘Alevilerin sözlü kültürü’ deme utanmazlığını göstermeye devam ediyor. Elindeki secere sözlü mü senin! O secereninin yazılı bir tarihi var. Belgeyle konuşmak yerine, belgeyi eleştirel bir gözle incelemek yerine aksine Aleviliği halen sözüm ona ilkel olduğu kabul edilen sözlü, dağ, kır kültürüne hapsetmek için ‘Aleviler sözlü kültür ürünüdür’ demeye devam ediyorlar.

Bu kabul edilebilir bir şey değil. Onun için ‘sorunun kuyruğunu doğrultmak gerekiyor’ derken bu vb. şeyleri kastediyorum. Bu soruda doğrultulması gereken kuyruğun eğriliği, sizin sorduğunuz soruya, dolayısıyla size has bir şey değil. Size de kazandırılmış bir şey. Belirli bir paradigmanın hakimiyetinden kaynaklanıyor.

“ALEVİ ÖRGÜTLÜLÜĞÜ, ALEVİLİĞİN DİNSEL ÖRGÜTLÜLÜĞÜ DEĞİLDİR”

Peki son 30 yılın Alevi örgütlülüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özel olarak Alevi örgütlülüğü ise sorun, öncelikle şunun adını koyalım. Alevi örgütlülüğü sözü ‘Aleviliğin dinsel örgütlülüğü’ anlamına gelmez. Fakat özellikle Alevi örgütlülüğüne düşman olan çevreler ve Aleviliği belirli bir dinsel anlayışla sınırlandırmak isteyen çevreler bu Alevi örgütlülüğüne inat ve inatla kuruluşundan itibaren sanki Alevilerin dinsel ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş örgütlermiş de bunu başaramamışlar dolayısıyla yeni bir örgütsel model gerekiyor; Ocaklar, dedeler, dergahlar üzerinden bir arayış içine girdiler.

Alevi örgütleri; PSAKD’den başlayalım ya da Hacı Bektaş Veli Turizm Tanıtma Derneği’nden 60’lı yıllardan başlayalım eninde sonunda Alevilerin dinsel örgütleri değildi. Alevilerin bir dinsel örgütü var; Dedelik sistemi, Ocaklar sistemi ya da benzeri şey. Dinsel örgüt o. O örgüt tasfiye edile edile son kırıntılarıyla bugüne kadar geldi. Gücü yettiğince Aleviliği dinsel boyutlarıyla taşımaya çalıştı. Hala taşımaya çalışanlar var. Tam tersine Aleviliğin önünde kötü örnek oluşturan formları da var. Eğer bu örgütler dinsel örgüt değilse bunların özelliği neydi?

“ALEVİ ÖRGÜTLERİ SİYASET YAPMAK İÇİN VAR”

Dikkat edilirse bunların hepsi klasik sol jargon içinden konuşursak demokratik kitle örgütleriydi. Yani adını AKD olarak değiştiren dernekten tutalım da Hacı Bektaş Vakfı’na kadar ister PSAKD, ister Kızılırmak Köy Dernekleri Federasyonu içindeki dernekleri alın. Bunlara üye olabilmek için Alevi olmak gibi bir şartınız yok.

Bunlar bildiğiniz anlamda demokratik kitle örgütleri. Programını, tüzüğünü kabul eden herkes bu örgütlere rahatlıkla üye olabilir. Bunların çıkış noktaları Alevilerin dinsel ihtiyaçlarını karşılamak değil. Alevilerin Alevi olmaları hasebiyle özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlık ideali içinde hak ettikleri yeri alamamaları, uğradıkları ayrımcılık, karşılaştıkları eşitsizlikçi pratikler bunlarla mücadele etmek. Kuruluş amaçları bu ve hala da amaçları bu.

Yani Alevilerin yaygınlıkla teslim olduğu bir klişeye aykırı bir şey söyleyeceğim. Bu örgütler siyaset yapmak için var. Bugün herkes ezberlemiş gibi ‘Alevi örgütleri siyaset yapmasın’ diyor. Siyaset yaptıkları ölçüde eleştiriyorlar. Tam tersine Alevi örgütleri siyaset yapmıyorsa kendi örgütsel var oluşuna ihanet içindedir. Kapatsın o zaman kapısını. Yani bunları eleştireceksek siyaset yaptıkları için değil yapmadıkları  için yapacağız. Çünkü bu örgütler hangi vaatle çıktı; Biz Alevi olmak hasebiyle örneğin ‘vali olamıyoruz, general olamıyoruz, her türlü ayrımcılığa uğruyoruz’ ki oluyorlar da o da ayrı. En azından kör topal demokrasimiz döneminde Alevi valiler de vardı, generaller de vardı. Ha bir hayır gördük mü? Hayır. Alevi olarak mı vali oldular hayır. Türkiye Cumhuriyeti’nin sadık yurttaşları olarak oldular. Bir hayır görmedik. Ama bu tip güvenlik soruşturmalarında Alevi olarak özel olarak not düşülüyor. Yusuf Halaçoğlu diye bir akademisyen, kimin kim olduğunu biz zaten biliyoruz, diyor. Ekranlardan tehdit ediyor. Alevilerle birlikte Yahudi, Ermeni, Rum asıllıları tehdit edebiliyor.

“ALEVİLER ‘BİZİM DEVLETLE SORUNUMUZ YOK’ DİYEMEZ”

Tüm bunlar için kuruldu. Yani şunu söylüyorlardı bu örgütler: ‘Ey devlet sen bizim Alevi olmamız hasebiyle yurttaş olarak bize tanıman gereken hakları tanımıyorsun. Yurttaşlar arasında gözetmen gereken eşitlik ilkesini kesinlikle gözetmiyorsun. Bunu gözetmek zorundasın.’ Yani bu örgütler açıkça çoğu devlet merkezli devlet eliyle beslenen doğrudan ya da dolaylı olarak eşitsizlikçi uygulamalara karşı siyasal bir mücadele vermek amacıyla kuruldular. Ve eğer haklardan bahsediyorsak, hak en başta devlete karşı ileri sürüldü. Yani devlete karşı kuruldular.

Oysa şimdi Aleviler ne diyor? ‘Bizim devletle bir sorunumuz yok.’ Hayır var. Alevi topluluğunun bir üyesiyseniz sizin bu devletle ciddi bir sorununuz var. Çünkü uğradığınız ayrımcılığın, eşitsizliğin asli kaynağı devletin mevcut biçimi, uygulamaları, kadrolaşması ve içinde bulunduğumuz siyasal rejim. Nasıl yok devletle bir sorununuz. Bu örgütler de bu nedenle kuruldu.

“ALEVİLERİN ÖRGÜTSEL YAPILANMALARI BAŞKA YÖNE EVİRİLDİ”

Ama hangi çerçevede kuruldu? Yine ‘bu devletin kendini dayandırdığını iddia ettiği anayasal çerçeve içinde ben mücadele edeceğim.’ Fakat örgütsel yapılanma giderek bir başka yöne evirildi. Alevilerin kendi toplumsal mekanizmaları, dinsel mekanizmaları aracılığıyla karşılaması gereken ihtiyaçlarını giderek bu örgütlerin vasıflarını, kuruluş amaçlarını ihmal ederek bu örgütlerden beklemeye başladılar.

“PSAKD, ULUSALCI ÇİZGİYE KAYDI”

Hatırlıyorum Pir Sultan Abdal Kültür Derneği o zaman daha sol bir çizgideydi. Şimdi PSAKD’nin sol bir çizgide olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Son derece ulusalcı bir çizgide olduğunu düşünüyorum. Daha sol bir çizgideydi. O zamanki genel başkana, ‘Cemevleri sorunuyla siz hesaplaşmak zorundasınız’ dedim. Cemevi sorunuyla o zaman uğraşan HBVAKV’ydı. AKD bile değildi. Çünkü bir anlamda kendi aralarında sözsüz bir ayrışma olmuştu. HBVAKV gerici bir örgütlenme, din ile uğraşıyor; cem, cenazedir, ibadettir’ diye. Ötekiler ise sözüm ona devrimci, solcu ve siyaset ile uğraşıyor. Hayır, bu ayrımın kendisi her anlamda yanlıştı. Sonunda ne oldu bugün PSAKD’nin cemevleri var. Her Alevi örgütü bugün cemevleri üzerinden bir kavga yürütmek zorunda kaldı. Neden; çünkü Alevi topluluklar Alevi dininin karşılayamadığı, kimi mekanizmalarını kaybettiği ölçüde karşılayamadığı ihtiyaçlarını bu örgütlere akıttılar. Siz karşılayın diye.

“DERNEK KADROLARININ ÇOĞU KEMALİZMİN TEZGAHINDAN GEÇMİŞ”

Sizce bu doğru bir şey mi?

Burada doğruluk ya da yanlışlık yok. Toplumsal bir ihtiyaç var ve siz bu ihtiyacı ya çeşitli biçimlerde karşılayarak göğüslersiniz ya da püskürtürsünüz. Bu ilgili örgütün amacına, stratejisine kalmış.

Fakat ilgili örgütler bunu hem püskürtemediler hem de karşılayamadılar. Sözüm ona temsil ettikleri kitlenin bir yandan ihtiyaçlarına cevap vermek için hızlıca bir biçimde cemevleri furyası başladı. Aynı anda siyasi bir mücadele yürütmeleri gerekiyordu. Dolayısıyla dinsel mücadele ile siyasal mücadele, dinsel ihtiyaçlar ile siyasal ihtiyaçlar, özellikle bunu yapan derneklerin kadrolarının önemli bir bölümünün Kemalizmin tezgahından geçtiği gözetilirse, yani bunun açık anlamı şudur: Kemalizmin tezgahından geçmişseniz tipik bir burjuva ideolojisine sahipsiniz demektir. Din işleri ile siyasi işler ayrımına sahipsiniz. Oysa Alevilik şiddetle buna karşı çıkar.

“ALEVİLİĞİN DİNİ SİYASETİ, SİYASETİ DE DİNDİR”

Hep söylüyorum Aleviliğin dini siyasetidir, siyaseti de dinidir. Böyle olmak zorundadır zaten. Aleviliğin kendi dini anlayışından ayrı bir siyasi anlayışı yoktur. O yüzden gönül rahatlığıyla şunu söyleyebiliyoruz: Bir Alevi ırkçı, faşist bir ideolojiye meyil veremez, verdiği halde Aleviyim diye gezemez. Çünkü Aleviliğin hiç kimsenin üzerinde tartışmaya cüret edemeyeceği en temel ilkesinden biri 72 millete bir nazarla bakma ilkesidir. Bu da gerek devletlerin gerek dinlerin topluluklar arasında çizdiği sınırların baştan reddi anlamına gelir.

Dolayısıyla ben ret ettiğim an zaten diyelim Türkçülüğü öne süren bir devlet ve siyaset anlayışıyla kafa kafaya gelmiş oluyorum. Aleviliğin dini gereği kafa kafaya geliyorum. Siyasi tercihlerim yüzünden değil dinim gereği o yüzden iç içedir. Fakat o Kemalist tezgahtan geçmiş olduğumuz için hemen hepimiz ve örgütler de bunu ayrı ayrı ele almak, sorunun aslında bütünlüklü bir sorun olduğunu görmek gibi bir şansa sahip olamadılar. Ve hızla din siyasal alanı istila etti.

Ve bugün o yüzden Alevi örgütlerinin artık ihtiyaca cevap vermediğinden söz ediliyor.

Onun yerine belirli bir anlamda kullanıyorum bu sözü; Miadını doldurmuş geleneksel dedelik formlarına dönüş çağrısı çıkartılıyor. Bu kimlikçi siyasi tercihlerin basıncıyla ortaya çıktı. Bana dedelik övgüsünü yapan önce o dedeyi getirecek. O dedeyi o dedelerin yetişme biçimlerini, taşıdıkları özellikleri, kurumlarını getirecek ki dedelik böyle bir şey desin.

Bugünkü dedeliğin böyle bir şey olduğunu iddia edebilmek için ya dedelik hakkında bir fikrinin olmaması lazım ya da dedeliği soy temelli ayrıcalıklı bir şeye dönüştürmüş olması gerekir ki; bütün dedelerin kulağına küpe olması gereken -dedelere söz bildirmek haddim değil ama- Hz. Ali’nin sözüdür. ‘Soyuyla övünenin sözüne lanet.’ Kim soyuyla övünüyorsa, kendisini soy temelli olarak tanımlıyorsa bu esasta Aleviliğin en temel düsturuna aykırıdır. Ve İslam’ın da Hz. Muhammedin de koymaya çalıştığı temel düsturuna aykırıdır. İslam çünkü bizzat Arap kandaşlığının soy temelli örgütlenmesiyle dövüşe dövüşe evrensel bir din haline gelmiştir. Şimdi soy temelli örgütlenmeye karşı doğmuş bir dinin içinde hem ‘biz Müslümanız’ diye kendinizi tanımlayacaksınız hem soy temelli bir şeyle övünmeye geçeceksiniz.

“ALEVİ KURUMLARI DİNİ ÖRGÜTLERE DÖNÜŞTÜLER”

Nihayetinde Alevi örgütleri en yapmaları gereken şeyi kaybettiler. Siyaseti. Gayri siyasi hale geldiler ve dini örgütlere dönüştüler. Alevi örgütleri dinsel ihtiyaçlarla siyasal ihtiyaçları arasında ezildi kaldı. Bunları hem birlikte götüremediler hem dengeleyemediler hem de püskürtemediler ve kriz esasta buradan patladı. Bu krizi bir yere kadar idare etmeyi başardılar. Çalıştaylar süreci örneğin Alevilerin özellikle HBVAKV vb. örgütlerin Altın yıllarıydı. İnanılmaz malzemeler üretildi, inanılmaz yanıtlar verildi.

“’NEDEN ÖRGÜTLER MİADINI DOLDURDU?’ SORUSU SORULMADI”

İktidarın bütün argümanlarına karşı argümanlar oluşturuldu ama hiçbir Alevi açıp buna bakmadı oysa hepsi yazılı duruyor. En sonunda kriz gelip kapıya dayandı. Bugün Alevi örgütlerinin miadını doldurduğundan söz ediliyor. Fakat hiç kimse örneğin Alevi örgütlerinin miadını doldurduğundan ya da yeni model örgütlenmeler ihtiyacından söz eden hiç kimse sorun neydi diye düşünme gereği duymuyor.

Bu örgütlerde sorun yaratan şey neydi, bu örgütlenme modeli mi yanlıştı, programlarında mı sorun vardı, tüzükleri mi yanlıştı neyi yanlıştı?

“KİŞİLER DEĞİL YAPILAR ÜZERİNDEN ELEŞTİRİ YAPILMALI”

Alevi örgütlülüğünü eleştiren herkes kişileri eleştiriyor. Örneğin AABK’yı mı eleştiriyoruz, Turgut Öker’i eleştiriyoruz. Eleştirelim Turgut Öker’in eleştirilmeyecek bir yanı yok zaten. AKD’yi mi eleştireceğiz, Doğan Demir vakasını hatırlatmaya bile gerek yok son yarattığı rezalet nedeniyle. Onu eleştiriyoruz. İyide Turgut Öker gökten zembille inmediği gibi Doğan Demir de gökten zembille inmedi. Turgut Öker de bu topluluğun ‘yapay’ ya da ‘doğal’ bir ihtiyacına karşılık geliyor, Doğan Demir de geliyor. Örneğin, Doğan Demir için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Alevilik içinde belirli bir kesim bariz bir biçimde iktidarla iş yapmak iktidarın sunduğu nimetlerden nemalanmak, rant kazanmak istiyor. Ve bunun en uygun karşılığı figüratif karşılığı Doğan Demir.

Biz bu ihtiyacı sorgulamak yerine Doğan Demir’i sorguluyoruz. O halde Alevi örgütlülüğünün artık çöktüğünü, yetersizliğini iddia eden her kimse bunun üstünde düşünmekle karşı karşıya kişiler üzerinden artık eleştiri yürütmek yerine yapılar üzerinden eleştiri yürütmeli. Ve buna alternatif olarak Ocak ve Dergah modelini önerenler de bunun ne menem bir alternatif olduğunu açık seçik ortaya koymak zorunda.

“İNANÇ KURULLARI TASFİYE EDİLMELİ”

Ocak sistemi son derece kompleks bir sistemdir. Bunun modern ulus devlet biçimi altında nasıl yaşayabileceği -ki şimdiye kadar yaşayamadı şimdi nasıl yaşayabileceği- gibi bir soruya mucizevi bir yanıtları var herhalde. Nedir o mucizevi cevapları bunu yazılı, sözlü herhangi bir yerde görmedim.

Alevi örgütlerinde inanç kurulları oluşturduğunuzda ki örneğin, bu örgütler dini ihtiyaçların baskısı nedeniyle inanç kurullarını oluşturdular. Ben baştan beri karşıydım. Bugün de şiddetle tasfiye edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Derneklerin kendi yöneldikleri, temsile soyundukları, mücadele etmeye soyundukları alanda bu kurulların herhangi bir söz hakkının olmaması gerektiğini düşünüyorum.

İnanç Kurulu diye bir şey olmaz. Bu bir geleneksel Ocak örgütlenmesinin dışında zaten. Tümüyle uydurma, melez bir şey. Fetva kurulu mu oluşturuyorsunuz. Bu açıkça Diyanet İşleri modelinin Alevi örgütlülüğünde yaygınlaştırılması. Bunu ilk yapan da Cem Vakfı’ydı. Şimdi ABF’nin inanç kurulu var, Almanya’nın var. Dolayısıyla bu modelin açmazlarının yapısal olarak tartışmak ve yeni mücadele yöntemleri üstüne konuşmak gerekiyor. Eğer ihtiyaç varsa, yoksa mevcut örgütlenme modeli üzerinden pekala ilerlenebilir.

“ALEVİ ÖRGÜTLERİ HİÇBİR İHTİYACA CEVAP VEREMEDİ”

Alevi örgütlerine baktığınızda Alevi toplumuyla ilişkisini nasıl buluyorsunuz? Sizce Alevi toplumunun ihtiyaçlarına cevap veriyor mu?

Hayır. Burada da düzeltilmesi gereken bir kuyruk var. Alevi toplumunun ihtiyaçları dediğimizde Alevi topluluklarını homojen bir topluluk sayıyoruz. Örneğin Alevi burjuvazisinin ihtiyaçlarıyla Alevi yoksul emekçinin ihtiyaçları aynı ihtiyaç grubuna giriyor olabilir mi? Dolayısıyla örneğin Doğan Demir gibi bir figür üzerinden olası iktidar adayı potansiyellerle daima temas halinde olmak. Ya da hep söyleniyor ya; CHP’nin arka bahçesi Aleviler diye. O figürlerle sürekli CHP içinde ya da İyi Parti içinde; çünkü Alevi burjuvazisi sermayesini büyütmek zorunda, büyütmek için de her tür iktidar aygıtıyla kol kola girebilir.

Burada ahlaki vs. bir değerlendirme yapacak değiliz. Şimdi İzzettin Doğan Alevi burjuvasının tipik örneklerinden biri. Onun ihtiyaçlarıyla sıradan bir Alevi gazetecinin ihtiyaçları aynı şey mi? Biz nasıl olur da tüm ihtiyaçları aynı kefeye koyup sonradan ‘Alevi örgütleri Alevi toplumunun ihtiyaçlarını karşılayabiliyor mu’ diye sorabiliriz ki.

Burada yapmamız gereken şey; Alevi örgütleri hangi kesimlerin ne tür ihtiyaçlarını karşılayabildi, hangi kesimin ne tür ihtiyaçlarını karşılayamadı. Hatta belki şöyle demeliyiz; Alevi örgütleri hangi Alevi kesimlerin ihtiyaçlarını bırak karşılamayı kökten reddedebilmeli? Soruyu böyle sorarak yanıtlarsak doğru yanıtlara ulaşabiliriz.

“ALEVİ ÖRGÜTLERİ CEM VAKFI MODELİNİ İZLİYOR”

Homojen bir biçimde sorduğumuzda asla doğru yanıtlara ulaşamayacağız. İstesek de istemesek de. Cem Vakfı’nın hitap ettiği ihtiyaç grubuyla AKD’nin ya da PSAKD’nin ya da HBVAKV’nın hitap ettiği ihtiyaçlar grubu aynı ihtiyaçlar grubu değil ki. Fakat Cem Vakfı’nın yürüttüğü mücadele, çizdiği rota arkasına çeşitli siyasi stratejileri ve iktidar güçlerini de alarak bugün baskın hale geldi. Kabul etsek de etmesek de bugün Alevi örgütlülüğü aslında Cem Vakfı örgütlülüğü. Cem Vakfı’nın hakkını teslim etmek gerekiyor. Hepsi o modeli izliyor ve benimsediler.

“LAİKLİKTEN NE ANLIYORUZ”

Oysa kendi bünyesinde inanç kurulu olan bir örgüt kalkıyor diyor ki; Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilsin. Haydii! Burada bir tuhaflık var. Yani Alevilerin laik, seküler olduğunu laikliğe sahip çıktığını söylüyoruz. Bunu da yeniden tartışıyoruz. Laiklikten ne anlıyoruz, ne anlamıyoruz, bizim ihtiyacımız olan nedir ne değildir? Ya da kimi Alevi figürler örneğin HDP’den milletvekili olan Ali Kenanoğlu gibi, ‘özgürlükçü laiklik’ diye tutturuyor. Laiklik bence özgürlükçülükle yan yana getirilebilir bir şey değil. Laiklik tam tersine anti laik bir konumda yaşayan ve bundan yararlanan, bundan mağdur olan kesimlerin özgürleştirilmesi için gerekli. Yoksa inançların, dinlerin özgürleşmesi için gerekli değil. Çünkü anti laik bir pozisyonda o insanların özgürce yaşayamamasının nedeni zaten hakim dinlerin fazlasıyla özgür oluşu. Dolayısıyla ben niye hakim dinlerin daha fazla özgürleşmesini savunayım ki. Tam tersine bunu ancak şöyle savunabilirim: Ben öylesine özgürlükçü bir laikliği savunuyorum ki Sünniler özgür olsun. Doğru, Sünnilik baskın din, peki özgür olsun sorusunun çok temel muhatabı var. Kimden özgür olacak Sünniler? Ben söyleyeyim, devletten.

Yani bunun daha da açık anlamı şu; Sünniler Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını savunsun. Çünkü özgürlüklerin önündeki temel engel o. Sünniler İmam hatip okullarının, ilahiyat fakültelerinin kapatılmasını savunsun. Savunuyorlar mı? Tabi ki hayır. Örneğin Sünniler camilerin devletin kontrolünden çıkmasını ve Sünni cemaatin kontrolüne verilmesini savunsun. Ama bunu savunmak demek bunun maliyetini de üstlenmek demek. Kendi dini hizmetlerini kendisi finanse edecek o zaman. İster Alevi olarak, ister gayri müslim olarak, ister ateist olarak, niye ben finanse etmek zorundayım. Özgürleşme budur. Öyleyse ihtiyaçlar söz konusu olduğunda; Alevi örgütleri bu tür farklılaştırmaları, ayrıştırmaları yapamadığı için ve kendi popülist anlayışlarına teslim oldukları ölçüde tabi ki hiçbir ihtiyaca cevap veremediler.

“ALEVİ ÖRGÜTLERİ YAPISAL SORUNLARA ODAKLANMALI”

Kuruluş amaçları olan siyasi ihtiyaçlara cevap veremediler çünkü göğüsleyemedikleri dini ihtiyaçları siyasi ihtiyaçları bastırdı. Dolayısıyla bu örgütlerin şu an iş göremez hale gelmesi Aleviliklerinin eksik oluşundan değil, örgütsel vasıflarının eksik oluşundan. Siyasi varlıklar olmalarından giderek uzaklaşmalarından kaynaklanıyor. İronik bir biçimde bu örgütler Alevileştikçe Aleviliğin ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldiler.

Oysa bu ihtiyacı ancak siyasileştikçe ve bu siyasi pozisyonu da Aleviliğin dinsel ihtiyaçlarıyla başka bir biçimde bağ kurarak ancak var edebilirler. O bağı kurabildikleri ölçüde karşılayabilirlerdi. Bunu yapamadılar ezildiler. Öyleyse örgütlerin tasfiyesini savunmak değil, bu Alevilere düşmanlık, ‘örgütler kendini dağıtsın yeni bir örgüt kuralım’ bu zırva bir anlayış bence.

Bu örgütlerin önüne başka bir program koymak gerekiyor. Din ve siyaset arasındaki ilişkilerin nasıl kurulması gerektiğine ilişkin şapkalarını önüne koyup düşünmeleri gerekiyor. Yoksa örgütlerin örgütsel model olarak bence herhangi bir sorunu yok. Onun dışında kişilerle ilgili sorunlar vs. tabi ki baki. Bu sadece Alevi örgütlerine has bir şey değil. Her yerde bu böyle. Bizim daha yapısal sorunlara odaklanmamız gerekiyor. Bu ihtiyaçları karşılayamıyorlar çünkü ihtiyaçlar üzerine düşünmüyorlar bile. Bu ihtiyaçları homojen var sayıyorlar. Homojen bir ihtiyaç yok.

“ALEVİ ÖRGÜTLERİNİN ÖNÜNE GÜNDEM KOYAMAM”

Alevi hareketinin yeni bir yapılanmaya ihtiyacı var mı?

Bu benim yanıtlayacağım bir soru değil. Bu Alevi örgütlerinin önünde bir gündem koymak anlamına geliyor. Ben nihayetinde Alevi hareketini, Alevi örgütlerini çalışmaya çalışan sıradan bir akademisyenim. Dolayısıyla onların önüne gündem koyamam. Ama tabi ki şunu yapabilirim. Siyasal alanla dinsel alan arasında nasıl bağlantı kurulabileceğini göstermek için çalışabilirim. Yazdığımız şeylerle kendi kavlimizce bunu şimdiye kadar yapmaya çalıştık.

“‘ALİSİZ ALEVİLİK’ SÖYLEMİ İKTİDAR TAKTİĞİ OLARAK ÜRETİLDİ”

Son olarak ne demek istersiniz?

Ama en azından Alevi örgütlülüğü en azından şu kadarını bence yapabilmeli; mademki sapla saman tümüyle birbirine karışmış durumda ve ‘dini’ymiş gibi görünen son derece ağır siyasal saldırılarla karşı karşıya bütün Alevi toplulukları. Örneğin; ‘Alisiz Alevilik’ üzerinden yürütülen saldırılar. Alevi örgütlülüğü en azından mademki Alevilerin taleplerini göğüsleyemedi ya da püskürtemedi, en azından Alevilik adını taşımaya layıklarsa, buna dönük saldırıları yani kendi dinlerini ellerinden almaya dönük saldırıları göğüsleyecek bir stratejiyi önlerine koymalı.

Son derece güçlü bir yanıt vermeli. Bu yanıt veriliyor mu? Hayır. Tam tersine bu saldırının değirmenine ısrarla su taşınıyor. Yurt içinden de yurt dışından da. Oysa son derece güçlü bir yanıt verilmeli.

Ama iktidarın saldırıları öylesine güçlü ki Alevi örgütleri de bariz bir biçimde bu argümanı içselleştirmiş durumda. Alevilerin üçte biri ‘Evet ya birileri Alisiz Aleviliği savunuyor ve bizi bölüyor’ eleştirini yapıyor.

‘Alisiz Alevilik’ söyleminin kendisi bizzat bir iktidar taktiği olarak üretildi. Bunun kesinlikle Faik Bulut ile bir alakası yok. Bulut’un çalıştığı şey başka bir şeydi. Kimse dönüp o metni okumadı bile. Ama iktidar aldı bu topu önce Almanya merkezli olarak ağır bir saldırı dalgasına dönüştürdü. Arkasından da Türkiye’ye doğru çevirdi topu. Türkiye’de de Sosyalistler, Marksistler arasında zaten bunun zemini vardı. Önce Müslümanlığa kabul ettiler Aleviliği, iktidar yaptı bunu. Sonra dediler ki “aslında Aleviler Müslüman ama Marksistler onları ateistleştiriyor.’ Abdulkadir Sezgin vb. sözüm ona Alevilik çalışan MHP’li militanların argümanı bu. Ve akademisyenler de bunun kuyruğuna takıldı. Bununla hesaplaşılamadı. Şimdi ‘Alisiz Alevilik’ suçlaması karşısında Marksist olan her Alevi, Alevi kökenli olup ateist olan her kesim kendini öz ve öz sayan her Alevi, Cem Vakfı Alevileri bile tehdit altında. Ama ne oluyor bu örülmüyor. Onun yerine ‘bize bulaşmasın bu çamur, biz öz ve öz İslam’ız, ‘Alisiz Aleviler’ yurtdışındakiler ya da yurt içindeki solcular.

‘Alisiz Alevilik’ hepinize saldırı. Farkında değil misiniz? En azından bunu gözetin. Sizin Ali’nize saldırı. Eninde sonunda sizin tüm deyişleriniz, nefesleriniz, tüm dini yapınız eğer Ali merkezli olduğunu iddia ediyorsanız; nihayetinde Ali’nin tanrısal vasıflarıyla örülmüş ve bu saldırının sözünü ettiği şey ‘Alisiz Aleviliğin’ Ali’si tanrısal vasıfları olan Ali değil.

“BASKI SÜNNİ AĞIZLA KONUŞMAYA İTİYOR”

Farkında değil misiniz? Peygamberin damadı olan Ali, Ali’yi Ortodoks bir Müslüman olarak kurmaya çalışıyorlar, kuruyorlar ve sonra diyorlar ki madem ‘Ali’yi seviyorsunuz Ali günde beş vakit namaz kılıyordu, siz niye kılmıyorsunuz.’ Ai’nin beş vakit namaz kılmasından geçtim, Hz Muhammed beş vakit namaz kılıyor muydu? Beş vakit namaz ne zaman icat olundu? Bunu sorgulamak yerine ‘Evet ya biz neden kılmıyoruz? Bizim neden kitabımız yok?” gibi Sünni ağızla konuşmaya başlıyoruz.
Bunu tartışmayı din sayıyoruz; hayır bu siyasi bir sorun. En azından Alevi örgütleri buna yanıt verebilmeli. Sağ kanat ve Sol kanat Aleviler de güçlü cevap verebilmeli. Bu zemini kaybederlerse her şeylerini kaybedecekler, dinlerini kaybedecekler çünkü.

Semra ACAR- Ersin ÖZGÜL/İZMİR

İlgili Haber:
‘Alevilerle Alevilik arasındaki uçurumu bizzat Alevi örgütleri inşa ediyor’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak