PİRHA- ‘Çok Kötü Bir Şey Oldu- Madımak Katliamı ve Ötesi Üzerine Bir Film’i değerlendiren Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya, “Bir kez daha anladım ki gerçekten de biz katillerimizle yaşıyoruz; hangi şehirde olursak olalım; ille de Sivas’ta ya da Kanlı Maraş’ta yaşamamız gerekmiyor. Birlikte yaşadığımız katillerimizin yüzünü de ancak mahkeme salonlarında bize küfrederken görebiliyoruz. AABK nihayet gerçekten de çok yerinde, çok önemli ve değerli bir çalışmaya imza attı. Kendilerini kutlamaktan başka ne gelir elden; onları ve bu projenin hayata geçmesinde tüm emeği geçenleri” dedi.
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) öncülüğünde ve Alevi kurumlarının desteği ile oluşturulan Madımak Katliamı Hafıza Merkezi çalışmalarının beşinci ayağı olan belgesel filmi “Çok Kötü Bir Şey Oldu” İstanbul ve İzmir’de gösterildi.
İzmir Alsancak’taki Mimarlar Odası’nda gösterilen ‘Çok Kötü Bir Şey Oldu- Madımak Katliamı ve Ötesi Üzerine Bir Filmi’ izleyen Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya, bir değerlendirme yazısı kaleme aldı.
Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu’nun ‘Çok Kötü Bir Şey Oldu- Madımak Katliamı ve Ötesi Üzerine Bir Film’i ile çok yerinde önemli ve değerli bir çalışmaya imza attığını kaydeden Yalçınkaya, projenin değersizleştirilmeden eleştirilebileceğini ifade ederek, “Kendilerini kutlamaktan başka ne gelir elden; onları ve bu projenin hayata geçmesinde tüm emeği geçenleri…Elbette bu proje, özellikle Ümit Kıvanç’ın belgesel filmi ile web belgeseli üstüne çokça düşünmeli ve yazıp çizmeliyiz. Ama proje kapsamındaki tüm ürünleri asla degrade etmeden, şu ya da bu ölçüyle mahkum etmeye çalışmadan, değersizleştirmeden, eksiği, gediği, fazlasıyla yazıp çizmeliyiz” diye belirtti.
“HANGİ ŞEHİRDE OLURSA OLALIM KATİLLERİMİZ İLE YAŞIYORUZ”
Yalçınkaya’nın kaleme aldığı yazısı şöyle:
“Dün öğlen 12.00’den akşam 19:30’a kadar ağır bir gün geçirdim; önce Madımak sanal müze ve ardından Madımak Web belgeseli tanıtımını izledikten sonra, yönetmenliğini Ümit Kıvanç’ın yaptığı “Çok kötü bir şey oldu” belgesel filminin (filmin süresi aşağı yukarı dört buçuk saat) İzmir galasına katıldım. Bir kez daha anladım ki gerçekten de biz katillerimizle yaşıyoruz; hangi şehirde olursak olalım; ille de Sivas’ta ya da Kanlı Maraş’ta yaşamamız gerekmiyor. Birlikte yaşadığımız katillerimizin yüzünü de ancak mahkeme salonlarında bize küfrederken görebiliyoruz. Ama o katillerin yüzleri her seferinde mahkeme salonlarından ağlayan annelerimizi gönül rahatlığıyla kovan ama onlara or…pu diye hakaretler yağdıran katillere sesini bile çıkarmayan hakimlerin, sekiz saat boyunca onlara müdahale etmeyen, aksine sözümona onları yatıştırmak adına, devletin adını anmadan, Allah’ın adına sığınan polislerin, Ali baba mahallesini ağır silahlarla kuşatırken, silahsız bir avuç acemi eri Madımak önüne gönderip sonra katillerle sohbete gelip, onları bile geri çeken tugay komutanının, insanlar yardım için telefonları kırarken Ankara’nın sessizliğine gömülen emniyet müdürünün, “ben müdahale emri verdim, daha ne yapayım” diye kendini teselli eden ama koltuğundan kalkıp bir kaç yüz metre ötesinde kuşatılmış insanların halini gözüyle görmekten ar eden valinin, ölümüze dua okuyan bugün demokratlık taslasa da Aziz Nesin’in yüzüne karşı Cafer Erçakmak adlı katili savunan Temel Karamollaoğlu’nun, katillerin avukatlığına soyunan başta Şevket Kazan ve Hayati Yazıcıoğlu gibi, daha sonra ödüllerini toplayan dönemin bütün Refah Partili siyasilerinin, elbette en başta “tak-şak” paşa adıyla maruf dönemin genelkurmay başkanı ve sonra Çiller’in milletvekili olan Doğan Güreş’in, bütün talimatların üstünde vali odasında kara gözlükleriyle oturan kimliksiz şahısların, olacakların ve olup bitenlerin her adımından haberdar isimsiz istihbarat elemanlarının, dönemin içişleri bakanı ve ünlü yardımcısı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun gözdesi Meral Akşener’in, elbette elbette otelin dışındaki “vatandaşlarımızın” bir damla kanını 33 candan üstün gören Tansu Çiller’in, onun ağababası, sonranın demokratı diye övgülere boğulan Süleyman Demirel’in ve elbette elbette dönemin SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’nün ve ardından Deniz Baykal’ın ve dahi sonra gelen tüm CHP genel başkanlarının…hangi birini saysak, tümünün yüzlerine karışıyor.
“ÇOK DEĞERLİ BİR ÇALIŞMA, DEĞERSİZLEŞTİRMEDEN YAZILIP ÇİZİLMELİ”
AABK nihayet gerçekten de çok yerinde, çok önemli ve değerli bir çalışmaya imza attı. Kendilerini kutlamaktan başka ne gelir elden; onları ve bu projenin hayata geçmesinde tüm emeği geçenleri…Elbette bu proje, özellikle Ümit Kıvanç’ın belgesel filmi ile web belgeseli üstüne çokça düşünmeli ve yazıp çizmeliyiz. Ama proje kapsamındaki tüm ürünleri asla degrade etmeden, şu ya da bu ölçüyle mahkum etmeye çalışmadan, değersizleştirmeden…eksiği, gediği, fazlasıyla….yazıp çizmeliyiz. Böylesi bir büyük işin çeşitli küskünlükler, kırgınlıklar yaratmadan üstesinden gelmenin olanaksız olduğu açık. Ama proje üstüne yazıp çizerken ölçümüz herhalde bunlar olmamalı. Ortaya çıkan ürünün kendisinden türetmeliyiz en başta ölçülerimizi. Bu iki ürün üstüne, esasen projenin tümü üstüne ben de ilerleyen günlerde, filmin İstanbul galası yapıldıktan bir süre sonra yazıp çizmeyi deneyeceğim. Kendi adıma, Sivas kıyımı üstüne şimdiye kadar çeşitli yazılar yazmaktan ve konuşmalar yapmaktan öteye hiçbir şey yapmış değilim. Ne yazık ki elimden ancak bu kadarı geldi ve şimdi de elimden geldiğince bu devasa iş hakkında yazmaktan başka elimden bir şey gelmeyeceğini biliyorum.
“ALEVİYSENİZ, ERMENİYSENİZ, LGBT + İSENİZ BELLİ Kİ KANINIZ HELAL”
Ancak şu kadarını buradan söylemek isterim. Umarım ki kendini CHP’liliğiyle, Atatürkçülüğüyle, Türkmenliğiyle, hatta milliyetçiliğiyle tanımlayıp buralardan geçip devlete bağlayan Aleviler ve hatta katillerimizi kahraman sanan ve onların üç hilalli, tuğralı sembollerini zülfikar gibi boyunlarında taşıyanlar, bu filmi izledikten sonra tek bir şeyi görebilsinler. Kendinizi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, bu topraklarda Aleviyseniz, Ermeniyseniz, Rumsanız, lgbti artı iseniz, belli ki kanınız helal. İster Muhsin Yazıcıoğlu’nun kuyruğuna takılın, ister Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ister Baykal’ın, İnönü’nün, ister Türkeş’in korumalığına kadar yükselin! Alevi ya da diğer saydıklarımdan biri olmanız, zaten ölmeyi hak ettiğinizi gösteriyor. Kimse sizi “hakları olan bir insan” yerine koyup hesabınızın peşine düşmeyecek çünkü. Aksine katillerinizin sırtı sıvazlanacak daima. Öyleyse “hesabı sorulmayacak olanlarla” yan yana durmaktan gayrı çaremiz yok; sayımız ne kadar az olursa olsun. Vurulduğumuz, yaralandığımız yer neresiyse, hangi evse o evde oturmaktan gayrı çaremiz yok.
“DEVLETPERLİKLERİ VE MİLLİYETÇİLİKLERİNE RAĞMEN DEVLET ELLERİNDEN DERGAHLARINI ALMIŞ”
İsteyen istediği kadar mahallesini değiştirsin, malına parasına güvensin, “ben canımın güvenliğini paramla satın alırım” ve dahi ” veririm sırtım devlete, para da kazanırım” diye heyheylensin, onlar da Alevi olarak etiketlendikçe bu topraklar için sırtlarında bir nişangahla geziyor olacaklar. Mundar olacağı için kurban edilemez ama öldürülebilir! Tam ben bunları yazarken, devlet-i ali’yi Alevi sembollerini cemevinden kaldırarak en üst düzeyde ağırlayan Hüseyin Gazi Cemevi yönetiminin pek devletperver, kendini pek muktedir sayan, milliyetçi mi milliyetçi yönetiminden bir açıklama önüme düşüverdi. Devletperverlikleri ve milliyetçiliklerine rağmen, devlet ellerinden Hüseyin Gazi Dergahını alıvermiş! Ve feveran ediyorlar, biz buraya 30 milyon yatırım yaptık, maddi manevi zararımızın telafisi olmaz diye. Devlet al otuz milyonunu sus dese ne yaparlar bilmem ama bir mesaj verildiği de açık. İşte onlar ve onun gibiler en başta, izlesin bu filmi…Hele onlar bir izlesin de elini Kerbela’nın kanından yuyan Sünni ortodoksinin yılmaz savunucularının ellerini Sivas’ın kanından da yumak için bile olsa, bu çalışmayı izleyip izlemeyeceklerini sonra konuşalım….
“YARATTIĞINIZ CEHENNEMDEN DAHA BÜYÜK HANGİ CEHENNEM OLABİLİR?”
Alevi’nin, Ermeni’nin, LGBTİ artının yanına canının hesabı tutulmayacaklar listesine epeydir, ormanlarımız, ağaçlarımız, zeytinliklerimiz, dağlarımız, sularımız, kıyılarımız da katılmıştı. Yani sayımız giderek artıyor; biz giderek eksilsek de. Şimdi sırada sokakta yaşamak zorunda bırakılmış tüm canlarımız da listeye eklendi. Kedilerimiz, köpeklerimiz ve dahası, ne varsa…Hepsi bir ölüm uykusuna yatırılmaya hazırlanıyor. Faydacı bir düşünce sayılsa bile, sokaklarımızdan evlerimize fare sürüleri aktığında, yılanı, çıyanı dört bir yanı sardığında, dağdaki kurtlar katledildiğinden yaban domuzu sürek avı düzenlemek zorunda kalanlar, kekliklerimizi, tavuklarımızı öldüre öldüre bizi kenelerle baş başa bırakanlar… görürüm ben sizi o zaman. Şimdi cana canlarını katıp savunanlara sözüm ona “itsever” diye hakaret ettiğini sananlar merak etmesin: bizler itsever, kedisever filan değiliz! O köpeğin ve kedinin ta kendisiyiz! Yılkı atlarının, Datça’nın yaban eşeklerinin ta kendisi biziz! O pek övündüğünüz padişahlarınız ölümü kediden, köpekten sokağa indirdiğinde neler olduğunu, bu toprakların neden bir türlü iflah olmadığını belki bir kez daha düşünmek istersiniz diyeceğim ama nafile. Çünkü sizlerin düşünmeye ihtiyacınız yok, matematiğe ihtiyacınız olmadığı gibi. Sırtınızı verdiğiniz para kasalarına siper olmuş, soluk alan, düşünen her canlıya düşmanlığınızı meşrulaştıran, devirler gelip geçse de her zaman “Süleyman olarak kaldığınız” ve dahi o en büyük günahtan, umutsuzluktan kurtulmuşluğunuz var. Biz ise tam da umutsuzluğumuzla varız ve bu yüzden, ne şüphe cehennemliğiz! Yarattığınız cehennemden daha büyük hangi cehennem olabilir? Geçmişiz cehennemin ta içinden! Gücümüz umutsuzluğumuz, güçsüzlüğümüz de! Çünkü inatla, bir din gibi sarılıp umutsuzluğun ipine, bir şeylerin değişeceğine iman ediyoruz.”
(HABER MERKEZİ)
Yoruma kapalı.