PİRHA- Barış Akademisyeni Prof. Dr. Atilla Güney, OHAL İnceleme Komisyonu’nun verdiği ‘red’ kararını, ekonomide yaşanan çalkantıyı ve erken seçim tartışmalarına dair PİRHA’ya değerlendirmelerde bulundu. OHAL İnceleme Komisyonu’nun hukuksal bir mekanizma olmadığının altını çizen Güney, “Verilen karar sürpriz olmadı. Haklarımızı almak için mücadelemizi sürdüreceğiz, hukuki mücadelemiz yanı sıra toplumsal mücadelemizi de sürdüreceğiz” dedi. Güney, ekonomik krizin yapısal bir kriz olduğunu ifade ederek, “Bir parlamenter demokrasi ya da seçim retoriğinden kurtulup bir toplumsal mücadele tabanda örgütlenmeli” diye konuştu.
Türkiye’de bir taraftan ekonomik kriz derinleşirken, diğer yandan sokaklar ve meydanlar ısınıyor. Hayat pahalılığına, art arda gelen zamlara ve TL’nin dolar, euro ve sterlin başta olmak üzere bir çok ülkenin parası karşısında tarihi düşüşü toplumda büyük bir rahatsızlık yaratmış durumda.
Aynı zamanda ekonomik krize paralel bir şekilde demokrasi, özgürlük ve hukuk alanında da ‘güven’ endeksi en alt seviyelerde.
Mersin Üniversitesi’nde ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisine imza attıktan sonra ihraç edilen akademisyenlerden Prof. Dr. Atilla Güney‘le OHAL İnceleme Komisyonu’ndan gelen ‘red’ kararını, ekonomik krizi ve erken seçim tartışmaları gibi Türkiye’nin içinden geçtiği süreci konuştuk.
“OHAL KOMİSYONU, AİHM ÖNÜNE GİDEN YIĞINCA DOSYAYI ENGELLEMEK İÇİN OLUŞTURULDU”
PİRHA: Yakın zaman içinde sizin de içinde bulunduğunuz ‘Barış Akademisyenleri’ ne dönük OHAL İnceleme Komisyonu’ndan ‘red kararı geldi. Komisyonun böyle bir karar vereceğini bekliyor muydunuz? Bundan sonraki süreç nasıl işleyecek?
PROF. DR. ATİLLA GÜNEY: OHAL İnceleme Komisyonu’nun kurulması yaklaşık 4,5 yıl oldu. Bu 4,5 yıl içerisinde geldiğimiz nokta itibariyle önlerinde 130 bine yakın dosya vardı. %95’e yakınını tamamladılar, çok az bir dosya kaldı. Muhtemelen bu yılın sonuna kadar tamamlayacaklar. İhraç edilen kamu emekçileri adına olumlu kararlar %7, %8 civarında, %92’ye yakında ise ret kararı var. Bu bir hukuk komisyonu değil, bir kere bunu netleştirmek gerekiyor. Bu bir idari organ. Bu sadece iktidar tarafından kurulmamış aslına bakarsanız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’yle de (AİHM) eşgüdümlü olarak karar verilmiş ve kurulmuş bir kurum. AİHM, bu kadar dosyanın bir anda kendilerinin önüne gelmesi olasılığına karşılık, T.C. hükümetine böyle bir öneride bulundular. Aslında bu komisyon kelimenin tam anlamıyla ihraçları sürece yaymak, AİHM önüne giden yığınca dosyayı engellemek için oluşturuldu.
Tabi %8’e yakın bir kabul var geriye kalan %92’nin içerisinde yer alan kamu emekçileri ikinci aşamada idari mahkemelere gidecekler. Ankara’da bu işle görevlendirilmiş sanıyorsam 4 tane İdari Mahkemesi var. İhraçların bir kısmı muhtemelen bu mahkemelerde, bir kısmı Danıştay’da, bir kısmı da son aşama olarak Anayasa Mahkemesi’nde geri dönecek. AİHM’in önüne çok daha az bir sayıda dosya gidecek. Bu işin bir boyutu. Bir diğer boyutu da ideolojik ve siyasal yanıdır.
OHAL Komisyonu sadece bu hukuksuzluklara imza atmakla kalmadı aynı zamanda bu 130 bin emekçinin 4,5 yıl boyunca üzerinde bir Demokles’in kılıcı gibi durdu. Komisyon süreci uzatarak aynı zamanda ekonomik olarak zor durumda bırakmak istedi. Çünkü bizler sadece işlerimizden olmadık, aynı zamanda başka yerlerde çalışmamız, kendi işlerimizi kurmamız ya da başka özel üniversitede çalışmamız, akademik etkinliklerimizi yapmamızı da engellediler.
Yani bazılarımızın deyimiyle ‘sivil ölüme’ mahkûm edildik. Dolayısıyla burada komisyonun ideolojik boyutuna bakacak olursak, zapturapt altına almak, yıldırmak, politik olarak pasifize etmenin de bir mekanizması olarak işlev gördü. Dolayısıyla bugün barış akademisyenlerinin ardı ardına gelen ret kararları devam ediyor ve edecek. Gelen ret kararlarındaki gerekçeye baktığınız zaman tek cümle yazıyor; barış metnine imza atmış olmak. Şimdi böyle bir karar vermek için 4,5 yıl bekliyorlar. Bu korkunç bir şey. Bu yine komisyonun aslında bir hukuk komisyonu olmadığını tamamen politik ve ideolojik nedenlerle kurulan bir komisyon olduğunu teyit eden bir durum. Daha öncede söylediğim nedenlerle 4,5 yıl boyunca bizi biraz daha süründürmek, biraz daha yıldırmak, biraz daha zapturapt altına almak için yapıldığını çok net biçimde gösteren bir gerekçe.
“HAKLARIMIZI ALMAK İÇİN MÜCADELEMİZİ SÜRDÜRECEĞİZ”
-Ret kararı sürpriz olmadı o zaman.
Türkiye’de hukuk özellikle son on yıldır siyasi iktidarlara angaje bir biçimde gidiyor. Yani iddianameyi hazırlayan savcılar o kadar yok yere hukuksuza iddianameler hazırlıyorlar ki, hakimler o kadar inanılmaz kararlar veriyorlar ki bütün Türkiye ve dünya kamuoyu bunlara şahittir. Hukukun bu derece politize olduğu koşullarda ben bir çoğumuzun aslında OHAL Komisyonu sonrası yürüyecek olan idari ve hukuki, süreçlerde de çok bir sonuç elde edeceğini zannetmiyorum. Belki bir iktidar değişikliği olursa ancak o zaman belki. Ama süreç uzayacak.
Bu anlamıyla kısa vadede bir dönüş ihtimali beklemiyorum. Dönüldüğünde ne olur! Türkiye’nin bir yandan hukuku konuştuk. Bir yandan da akademilere bakalım. Milli Eğitim Şurası’nda Cumhurbaşkanı profesörlere çağrı yapıyor ve ortaokullara müdür olmalarını istiyor. Bu söylem aslında akademinin geldiği noktayı da gösteriyor.
Kendi adıma bunca yaşanandan sonra dönersem orada nasıl bir yer bulurum bilemiyorum açıkçası. Tabii bunun psikolojik boyutu da var. İhraç sürecinde meslektaşlarımızla kurduğumuz ilişkiler var, bize karşı takındıkları tavırlar var, bizim fakültelerimizden, odalarımızdan atılma sürecimizde gösterdikleri tepkiler asla benim benliğinden gitmeyecek. Yaşadığım sürece gitmeyecek. Dolayısıyla işin bir bilimsel boyutu var, bir mesleki boyutu var, bir iş ahlaki boyutu var, bir psikolojik boyutu var. Kendi adıma gidip uzunca bir süre ‘mesleğimi, pozisyonumu geri aldım, hadi geldim derslere’ gibi bir heyecanım yok.
Çünkü geçen dört yıla baktığım zaman zaten bu işi yürütüyorum. Bu süreçte bir kitabım çıktı, çeviri kitaplarım çıktı, uluslararası konferanslara katılıyorum, yurt dışı çıkış yasağım olmasına rağmen online panellere katılıyorum, bildiriler sunuyorum. Benim için bu imza sürecinde şunu gördüm ki aslında bir akademisyen için toplumsal yaşamın içerisinde olmak, kitlelerle birlikte olmak, ezilenlerle sömürülen ve emekçilerle birlikte olmak, çok daha eğitici ve öğretici. Ben belki de son 4 yılda üniversitede geçirdiğim akademik hayatımda olamadığım kadar verimli olduğumu ve daha anlamlı işler yaptığımı düşünüyorum.
Bu anlamda da dönüp dönmemek artık çok da önemli değil. Tabi kazanılmış haklarımız var, verilmiş bir emek var, 20 küsur yıllık bir çalışma emeği var, bunun bir karşılığı var. Elbette haklarımızı almak için mücadelemizi sürdüreceğiz, hukuki mücadelemizin yanı sıra toplumsal mücadelemizi de sürdüreceğiz ve dönmek için elimizden geleni yapacağız. Ben OHAL Komisyonu’ndan ret kararını aldığım zaman ‘bizim mücadelemiz OHAL komisyonu ile başlamadı, OHAL komisyonu ile bitmeyecek’ diyerek bir mesaj yayınlamıştım.
Ben ihraç edilmeden önce de toplumsal hayatın içerisindeydim. Kitle örgütlerinde, sendikamda, partimde, toplumsal ve siyasal mücadelem devam ediyordu. Dolayısıyla benim mücadele azmimin ya da mücadelede kendimi konumlandırdığım yer ya da süreç OHAL Komisyonu ile başlamadı ve onunla bitmeyecek.
“İKTİSADİ KRİZ İLE OTORİTERLEŞME AT BAŞI GİDİYOR”
-Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasal krizin sebepleri ve topluma yansımalarını nasıl okuyorsunuz?
Ben ekonomi tahsil görmedim o yüzden de cumhurbaşkanımız gibi bir ‘idea’ sahibi değilim. Sadece sıradan bir vatandaş olarak dışardan hayatın içerisinden bir vatandaş olarak belki yorumda bulunabilirim. Aslında şu anda yaşadığımız tipik bir iktisadi kriz. Bu faiz ve kur retoriği içerisine sıkıştırılmış tipik bir kriz. Yani 24 Ocak krizi gibi bir kriz. 5 Nisan 95 krizi gibi bir kriz. Şubat 2001 krizi gibi bir kriz aslında. Bugün yaşadığımızın bu krizlerden farkı ne? O zaman iktisadi krizler politik olaylar taçlandırılırdı. Cumhurbaşkanın anayasa kitabını fırlatması gibi ya da koalisyon hükümetinin iki ortağın 1995’ olduğu gibi belli noktalarda anlaşamaması gibi nedenlerle taçlandırılırdı ve arkasından bunun bir kriz olduğu teyit edilirdi. Bu krizin arkasından da birtakım kararlar çıkardı. 24 Ocak, 5 Nisan kararları gibi ya da 2001 Şubat krizinden sonra Kemal Derviş’in gelip ‘güçlü ekonomiye’ geçiş uygulaması gibi.
Bugün farklı bir taktik izleniyor. Aslında en az 2001 krizi kadar büyük bir krizle karşı karşıyayız. Bu krizin tek farkı onun ifşa ediliş ve yönetiliş biçimi.
Bir kere İslamcı bir retorikle ‘faize karşıyım faiz nedendir, enflasyon sonuçtur’ gibi tamamen politik bir jargon içerisine hapsedilmiş bir manipülasyon üzerinden yürüyor.
Son üç ay içerisinde doların izlediğini seyre baktığımız zaman yaklaşık %40’ a yakın bir devalüasyon var bu ülkede. Dolayısıyla bu tipik bir 1980’den beri uygulanan iktisat politikalarının geldiği noktayı bize gösteren bir kriz. Bunu sadece İslami söylemle taçlandırılarak farklı bir mecraya çekilmeye çalışılıyor. Yoksa 19 yıldır iktidarda olan bir hükümetin durup dururken 19 yıldan sonra faize karşıyım demesi çok akıl alır bir şey değil, ya da inandırıcı gelmiyor.
Yönetim krizi lanse edilir biçimi böyle. Tabii bir de eskide hükümetler devrilirdi ya da işte ekonomi yönetimi değiştirilirdi şimdi artık bir gece hükümetin değimi ile vampir gibi gece kararları alıyorlar. Gece bakanlar görevden alınıyor, faiz kararları gece yarıları veriliyor, kur’da oynamalar yapılıyor. Dolayısıyla bu yönetim mekanizması ve bu krizin lanse ediliş biçimi tamamen manipüle edilmiş biçimde devam ediyor.
Topluma yansıması da, yaşam standartlarının düşmesi, hayat pahalılığı, yükselen grevler, işten çıkarmalar oluyor. Aylar sonra göreceğiz ki faiz yerinde kalmış, dolar, euro Türk parası karşısında %40-%50 değer kazanmış, tersinden söylersek TL döviz kuruları karşısında uluslararası piyasalarda %50 değer kaybetmiş.
Bu bir süre sonra sabitlenecek. Fakat asıl sorun bence şu; 30 yıldır uygulanan politikaların her neredeyse 10-15 yılda bir karşımıza çıkan bu krizin temel nedenlerinden bir tanesi bir açmazdan kaynaklanıyor.
Bir sarmalın içerisine girmiş durumdayız. Sanayii kalmadı. Türkiye’de sanayi kapasitesine baktığımız zaman 1980’ düzeyinin bile çok çok altında şu an. Bu şu anlama geliyor; yaklaşık 40 yıldır Türkiye’de sanayi anlamında bir çivi bile çakmamış. Kapasite kullanımına baktığımız zaman tamda 1980 düzeyindeyiz.
Peki bu büyüme retoriği bu büyüme nereden geliyor tamamen sıcak paralardan geliyor, ranttan geliyor. İşte bu meşhur otoyollar, köprüler, meşhur tüneller, müteahhitlere akıtılan paralar ki 25 yıla yakın bir süredir sadece inşaat sektöründen geliyor. Buda aslında tam bir rant mekanizmasını getiriyor.
Uluslararası borçlanmalar artık bir sarmala dönüşmeye başlıyor. Bu bir açmaz hükümet açısından. Devlet borçları gittikçe büyüyor. Borç hem neden hem de sonuç haline geliyor. Yani Cumhurbaşkanının sözünün tam tersi bir durum yaşanıyor. Bu açmazdan kurtulmanın beraber yürütülmesi gereken iki tane yolu var. Bir tanesi bugüne kadar bu borç sarmalından beslenen sermaye kesimlerinden bu akışı kesmek. İkincisi devletin yönetsel harcamalarını kısmak.
Birincisi niye mümkün değil? Çünkü bu hükümet 19 yıldır zaten bu toplumsal sınıfa dayanarak iktidarda kalıyor, dolayısıyla kendi ipini kesmiş olur.
İkincisini yapamaz. Devleti yönetsel olarakta küçültemez. Çünkü bu devletin yönetsel olarak bu kriz ve iktisadi kriz kötüye gitmeye devam ettiği sürece hem üzerinde yükseldiği toplumsal sınıflarla ilişkilerini sürdürmek zorunda, hem de bu gidişe karşı sesini yükselten emekçi sınıflarla, ezilenlerle, yok sayılanlarla, hor görülenlerle de bunun üzerinde bir baskı uygulamak zorunda.
Dolayısıyla polis gücünü artırması gerekiyor, asker gücünü artırması gerekiyor, gece bekçisi alması gerekiyor. Yani devletin bu kriz surecinde bozulan toplumsal yaşamın hücrelerinde yer alması ve iktisadi anlamda üzerine dayandığı, beraber hareket ettiği bu toplumsal sınıfların beklendiği kanallarına sermaye sınıflarına rantı akıtması gerekiyor.
Sonuçta bir açmazla karşı karşıyayız. Kısaca şunu söylemeye çalışıyorum. İktisadi kriz ve bu iktidarın üzerinde yükseldiği toplumsal sınıflar ile otoriterleşme at başı gidiyor. Bunun da aslına bakarsanız tipik adı faşizmdir zaten.
Yani kriz devam ettikçe bu krizi çözmek artık olanaksız hale geliyor. Çünkü bu krizi çözebilmek için oraya giden sermaye akışının kesilmesi gerekiyor. Bunu yapamaz, kendi doğası gereği yapamaz.
Öbür taraftan da bu gidişata muhalefet eden toplumsal kesimleri zapturapt altına alması gerekiyor. Buda hem ekonomik olarak hem de siyasi olarak devasa bir devlet yapılanmasını gerektiriyor.
“ERKEN SEÇİMLE ÇÖZÜM OLANAĞI OLSAYDI MUHALEFETTEN ÖNCE İKTİDAR PARTİSİ TALEP EDERDİ”
-Krizden çıkışın yolu olarak Cumhurbaşkanı ‘bana güvenin’ derken, muhalefet partiler ve anketlere bakacak olursak yurttaş erken veya hemen seçim istiyor. Erken seçim bir çözüm mü? Değilse nasıl bir yol izlenmeli?
Erken seçime zaten eğer çözüm olanağı olsaydı bence muhalefetten önce iktidar partisi erken seçime talep ederdi. Artık biraz önce yaptığımız teşhise bir şey daha ekleyeyim; parlamenter demokrasinin de krizi ile karşı karşıyayız. Bu kriz çok yönlü bir kriz.
Aslında ana muhalefetten başlamak lazım. Dövizin ilk fırlamaya başladığı günlerde özellikle büyük kentlerde İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli gibi sanayi kentlerinde kıpırdanmalar başladı. Yurttaşlar sokağa dökülmeye başladılar, tencere çalmaları, ıslık söndürme eylemleri, kitlesel yürüyüşler yapıldı. Ana muhalefetin buna karşı tepkisi ‘evlerinize dönün’ oldu.
Dolayısıyla siyaset mücadelesi ve demokrasi mücadelesi tamamen siyasi partilerarası ilişkiler ve parlamentomun içine sıkıştırılmış retorik eğlencesine ötesine geçmiyor. Ana muhalefetin içerisinde yer aldığı Millet İttifakı’nın durumu böyle. Toplumsal mücadeleye ya da tabandan gelen bir mücadeleye sıcak bakmıyorlar. Tamamen retoriksel olarak parlamenter demokrasi söylencesi içerine yerleşmiş bir muhalefet onlar için yeterli.
“PARLAMENTER RETORİĞİN İÇERİSİNE SIKIŞIP HER ŞEYİ SEÇİME BAĞLAMAK ÇÖZÜM ÜRETMEZ”
-Toplumsal mücadeleyi örgütlemesi beklenen solun durumu nedir? Bu sürece yeterli cevabı veriyor mu?
Türkiye’de son 30 yıla baktığımız zaman Türkiye Sosyalist hareketinin kendilerini Kürt özgürlük hareketi üzerinden konumlandırma ve tanımlama gibi bir süreç işliyor.
Burada iki nokta dikkat çekiyor. Bunlardan bir tanesi ulusalcılık ve bir tanesi de sınıf meselesi. Temel eleştirilerden bir tanesi Kürt özgürlük hareketinin bir sınıf hareketi olmadığı, sınıf mücadelesini ya da sosyalizm mücadelesini kimlik siyasetinin arkasına ötelediği ya da kimlik siyasetinin sınıf siyasetinin önüne geçirdiğine dair tipik bir eleştiri var.
Bu tipik bir eleştiri aslında hem iktidarın hem de sosyalist hareketin dışındaki ana muhalefetin de Kürt özgürlük hareketine karşı yönelttiği ‘eleştirilerden’ bir tanesi. Bu noktada hem iktidarın hem de aslına bakarsanız ana muhalefet koalisyonuyla ittifakıyla da örtüşüyorlar.
Sosyalizmi Marksist ya da tarihsel maddeci bir perspektiften okuyorsak; insanların yok sayıldığı, sömürüldüğü, ezildiği, ötelendiği, hor görüldüğü, aşağılandığı bütün toplumsal ilişkileri alaşağı etmeyi kendimize hedef aldığımız zaman diyor Marks, o zaman tarihsel maddeci eleştiriden yola çıkarak bir kapitalizm eleştirisi ve kapitalist siyasal mücadele örebiliriz diyor.
Sınıf, kapıyı çalınca kapısından içeri girdiğimiz bir yer, bir mekân değil. Çok çetrefilli toplumsal ilişki bütünlüğü var. Kendi içerisinde işçi sınıfı da, burjuvazide, köylü sınıfı da, homojen değil, son derece heterojen alt katmanları, üst katmanları kendi içerisinde bile mücadele eden ilişki biçimleri bunlar. Dolayısıyla burada oturup bir sınıf analizi üzerinden sosyalizmin ya da Türk solunun nasıl bir sınıf tanımı yaptığını tartışmanın ne yeri ne zamanı.
Fakat Marks’ın izinden gidecek olursak Marks’ın tam da söylediği gibi insanı hor gören, insanı sömüren, insanı aşağılayan, insanı yok sayan, insanı köleleştiren bütün toplumsal ilişkileri alaşağı etmeyi kendimize hedef aldığımız zaman aslında Türk solunun eleştirdiği o kimlik siyasetini de, sınıf dışında kalan ekolojik mücadeleyi de LGBTİ+Q bireylerin mücadelesini de kapsayacak bir sosyalist anlayışı yerleştirebiliriz, diye düşünüyorum.
Bence bu konuda ısrarla bu kapsamlı ve geniş tanımlamayı kabul etmeme noktasındalar. TKP Genel Sekreteri’nin yaptığı açıklamada belki biraz bu minvalde benim açımdan değerlendirilebilecek bir açıklama. Fakat bir yandan bu kendilerini Kürt özgürlük hareketi üzerinden konumlandırmanın ötesinde kimlik siyasetine bu kadar eleştirel yaklaşmalarının ya da kimlik siyasetine sınıf siyasetinin önüne geçildiği üzerine bir ‘eleştirinin’ arkasında şöyle bir şeyde yatıyor: Aslında yine Marks’ın özellikle Fransa’da Paris Komünü dönemindeki Sosyalist hareketlere getirdiği bir eleştiri var. Doktrinci Sosyalizm suçlaması yöneltiyor. Marks, kendi ideallerini toplumsal gerçekliği yok sayacak kadar hayata geçirme çabası içinde olanları doktrinci Sosyalist olmakla suçluyor. Ortada bir ideal var, kafada bir Sosyalizm ideali var, fakat birde toplumsal gerçeklik var. Bu ideali toplumsal gerçekliği yok sayacak ya da görmeyecek bir biçimde hayata geçmeye çalışmayı doktrinci Sosyalizm olarak adlandırıyor. Bence Türkiye solunun şu anda tam da Marks’ın bu tanımladığı kapsamda olduğunu düşünüyorum. Doktrinci bir Sosyalizm hakim.
Şimdi Türkiye’de birçok sosyalist hareketin bu toplumsal gerçekliğe karşı kayıtsız kaldığını, sessiz kaldığını, hatta saldırdığını görüyorum. Yani doktrinci bir retoriksel bir sınıf mücadelesi söylencesinin arkasına sığınarak bu gerçeklik görmezlikten geldiklerini gözlemliyorum. Bu hareketleri bu yapıları bu oluşumlara LGBTİ+Q bireylere destek veren HDP olmak üzere sol-sosyalist partileri ahlaksızlıkla suçladıklarını da gördüm.
“TOPLUMSAL MÜCADELE ŞART”
Burada bir açmaz var. Bu anlamıyla buradan böyle kendi ifadeleriyle ‘tarihsel ittifakın’ çıkacağını, toplumsal temeli olan toplumda heyecan yaratabilecek bir ittifakın çıkacağını düşünmüyorum.
Parlamenter retoriğin içerisine sıkışıp her şeyi seçime bağlamak çözüm üretmez. Altı ay sonra velev ki bir seçim oldu iktidar gitti, gelecek olan Millet İttifakı’nın kucağına bir bomba bırakacaklar. Amiyane bir tabirle bir bomba bırakacaklar. Dolayısıyla bu bombanın elimizde patlamasını istemiyorsak, sadece bir parlamenter demokrasi ya da seçim retoriğinden kurtulup bir toplumsal mücadele tabanda örgütlenmeli ve tabandan hareket kazanacak bir toplumsal mücadelenin şart olduğunu düşünüyorum.
Diren KESER-Cebrail ARSLAN/PİRHA
Yoruma kapalı.