PİRHA-Barış Bildirisini imzaladığı için üniversitedeki görevinden ve AKP’den ihraç edilen, AKP kurucu üyesi ve İnsan Hakları Aktivisti Fatma Bostan Ünsal Alevilere yönelik nefret saldırılarını PİRHA’ya değerlendirdi. Bostan Ünsal, Avrupa’nın erken modern döneminin, ötekini düşmanlaştırıcı, şeytanlaştırıcı üslubunun bugün Müslümanların dilinde olduğuna dikkat çekti. Bostan Ünsal “Bundan kurtulmanın tek yolu her tür imtiyazı bırakarak eşit vatandaşlık temelinde bir araya gelecek bir siyaseti organize etmek olabilir” diye belirtti.
Nefret suçu; bir kişiye veya gruba karşı ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi ön yargı doğurabilecek nedenlerden dolayı işlenen, genellikle şiddet içeren suçlardır.
Nefret suçu, insanlığa karşı işlenmiş olarak görülüyor ve uluslararası hukukta karşılığı var. Ancak günlük yaşamda özellikle inancı, kültürü, yaşam biçimi, dili vb. farklı olan toplum ve topluluklar nefret diline, baskısına ve saldırısına maruz kalıyor.
Türkiye’de geçmişten günümüze nefret saldırılarına maruz kalan toplumlardan biri de Aleviler. Alevilere yönelik nefret saldırıları artarak sürüyor. Devlet tarafından inancı ve ibadethanesi kabul edilmeyen Aleviler, okulda, sokakta, işyerinde, hastane, mahallede, yaşadığı apartmanda aşağılanıyor, hor görülüyor, hakarete uğruyor.
Türkiye’de nefret suçları ile ilgili kapsamlı bir yasal düzenlemenin eksikliği sistematik bir biçimde bu saldırıların devam etmesine de zemin hazırlıyor.
Peki nefret suçu kaynağını nereden ve nelerden alıyor? Yargı Alevilere dönük nefret suçuna karşı ne yapıyor? Demokrasiyi ve eşitliği savunan kurum ve kuruluşlar Alevilere dönük nefret suçlarına karşı ne yapıyor? Tüm bu soruları ve daha fazlasını akademisyen, yazar, tarihçi, hukukçu, insan hakları savunucularına sorduk.
AKP kurucu üyesi, İnsan Hakları Aktivisti, araştırmacı-akademisyen Fatma Bostan Ünsal, sorularımızı yanıtladı.
PİRHA: Türkiye’de ve dünyada nefret söylemi ve buna bağlı olarak da nefret söyleminin ortaya çıkardığı şiddet artıyor. Nefret diline daha fazla sarılarak ötekileştirdikleri halkları, inanç kimliklerini, sınıfları, kadını düşmanlaştırıyor. Yine Ortadoğu’da sonu gelmeyen mezhep savaşları bunun en belirgin örneklerinden biri. Siz bu nefret söylemini neye bağlıyorsunuz?
FATMA BOSTAN ÜNSAL: Aslında kendisinden farklı olanı düşman görme ve kendini üstün görme hem kişisel olarak hem de toplumsal olarak var olan bir durum. Bütün çağlar boyunca bu vardı. Yakın döneme kadar, 1900’lü yıllara kadar bu hep vardı ama bu hareketlilik fazla olmadığı için, ‘Modern Dönem’ olmadığı için zaten insanlar türdeş toplumlar içinde yaşıyorlardı ve çok büyük problemler çıkmıyordu. Ama yine de problemler yaşandığını biliyoruz. Kendisinden farklı olanı hem toplumlar hem de bireyler farklı ve düşman olarak görüyorlar. Aslında bu insanın ve toplumun içinde olan bir şey. Yani insan bir şekilde başkalarından farklı ve imtiyaz istiyor. Bu doğal ve tabii bir şey. Problem olan nokta, farklı ve üstün olmanın doğuştan gelen hususlara bağlı olması. Bu ırk olabilir, ten rengi veya zenginlik, fakirlik gibi olabilir. İnsan hürmet görmek ister. Bu eğer çalışmak gibi veya nezaket gibi yani insanın çalışarak elde edebileceği bir hususa bağlanmazsa, doğuştan gelen herhangi bir hususa bağlanırsa problem burada başlar.
NEFRET SUÇU MODERN DÖNEMDE DAHA DA ARTTI
Nefret söylemi, nefret suçu çeşitli şekillerde bazen çok trajik sonuçlara yol açmıştır. Hem İspanya örneğini hatırlarsak hem Hitler dönemini hatırlarsak bu çok trajik sonuçlara yol açabilen bir kabul olmuş oluyor. İnsan başkasından üstün olmak istiyor. Ne olursanız olun bu sizin üstünlüğünüz veya alçaklığınızın sebebi değildir. Bu üstün olma doğal eğiliminin en trajik olan noktaları diğerlerini sürmek veya öldürmek. Bütün dini ekoller ve felsefe bu doğal güdünün terbiye edilmesine yönelik hizmet ediyor. Bu olmadığı takdirde yani bu yapılmadığı sürece trajik sonuçlar veya daha az trajik ama bireysel yaşamı da etkileyen hususları görmüş oluyoruz. Bu hep böyleydi. Ama günümüzde nefret söylemi, daha da arttı diyoruz ve modern iletişim vasıtalarıyla ve modern yaşam artık çok farklı ve çelişkili çıkarları olan insanları bir arada yaşatan bir form olduğu için bunları daha çok görüyoruz. Modern dönemin bize getirdiği problem de bu. Bu yüzden de biraz daha bilinçli davranılması gerekiyor. İnsanlardaki bu üstünlük eğiliminin daha da iyi eğitilmesi gerekiyor. İnsanın elde edebileceği, çalışarak sonradan elde edebileceği olumlu özellikleri de kazandırmak yönünde toplumun daha da dikkat etmesi gerekiyor ki bu problemler daha hissedilir bir şekilde yüzümüze çarpmasın.
“TARİHTEN DERS ALMADIĞIMIZ İÇİN YENİDEN YENİDEN DÜŞMANLIK ÜRETİLİYOR”
Aleviler, Türkiye’de nefret söylemine en çok maruz kalan toplumsal kesimlerden biri. Alevilik de biraz önce bahsettiğimiz tahakkümü, cinsiyetçiliği, talanı, sömürüyü, gaspı ve savaşı reddeden bir noktada duruyor. Alevi toplumuna dönük bu dil sizce kaynağını nereden alıyor?
Bütün ayrımların temelinde biraz da siyaset rol alıyor. Bakıldığı zaman çok farklı Alevilik okumaları var, Alevilik tanımları var. Bu yüzden şimdi ifade edeceğim tanımlama bütün Alevileri kapsamayacaktır ama genel olarak nasıl neşet etmiştir diye bakarsak Hz. Ali’ye olan sevgi ve Hz. Ali’ye yapılan ve hatta torunu Hz. Hüseyin’e yapılan zalim davranışlara yönelik aslında bir tepkidir diyebiliriz Alevilik için. Genel olarak ben böyle görüyorum. Ama tabi ki çok çeşitli Alevilik tanımları var. Ama peygamber torunu bile olsanız, eğer var olan siyasi iradeye uymuyorsanız, en ağır şekilde cezalandırılıyorsunuz ve aslında Alevilik bu cezalandırılan insanın yanında, mağdurun yanında olmak.
Aslında bütün Müslümanların yanında olduğu kişidir Hz. Hüseyin. Ama baktığımızda o çoğunluk, Sünni dediğimiz kesim hem Hz. Hüseyin’e çok büyük sempati duyarken hem de bir taraftan siyasi düzen olarak çok büyük itirazlar edilmemiştir. Yine İslam tarihine baktığımızda aslında çoğunluk olarak itiraz etmeseler de çok ağır cezalarını yaşamıştır. Hem Mekke’de hem Medine’de Hz. Hüseyin’in katlinden hemen sonra bütün İslam toplumu çok ağır şekilde cezalandırılmıştır. Mekke ve Medine Müslümanlar tarafından yakılmıştır. Kadınlarına da tecavüz edilmiştir. İslam tarihindeki bu olay bütün Müslümanlar tarafından iyi bir şekilde örnek alınmış olsaydı bugün Alevi-Sünni gibi bir kavram ortaya çıkmazdı. O durumdan gerekli dersi almadığımız için yeniden yeniden hem düşmanlık hem de yeni mağdurlar üretmiş oluyoruz. Tabi ki Hz. Hüseyin taraftarları mağdur olmuştur. Ama bütün bir İslam ümmeti de mağdur olmuştur. Bu maalesef Sünni doktrinde bilinmez. Üzerine vurgu da yapılmamıştır ve bunun yapılmaması nedeniyle de bu ayrım devam edegelmiştir.
İnsanların bir başkası üzerinden üstünlük elde etmek istemesinden bahsetmiştik. Bu açlık gibi bir içgüdü. Siyasi ortamda, Sünni toplumda otomatik olarak Alevilere karşı diyelim bir üstünlük söz konusuysa ve eğer cehalette varsa bu devam ettirilmek istenir. Şunu söylemek istiyorum; pür değerlerden bağımsız olarak düşündüğünüzde bu hazır üstünlüğü devam ettirmek istersiniz. Mesela şöyle örnek verilebilir: Bir beyaz insanlar eğer bir şekilde üstün görülüyorsa, imtiyazları varsa bunu devam ettirmek isterler veya erkekler diyelim, erkek olmanın avantajları varsa bu avantajları devam ettirmek isterler. Tabiatta var olup bizim insan olarak itiraz etmemiz gereken bir çok husus var. Bu da onlardan bir tanesi. Bunun farkında olup, önüne geçmeye çalışmak gerekir. Aynı şekilde bir Sünni toplumdayız ve tarihe de baktığımızda daha çok siyasi iktidarın Sünni topluluklar tarafından oluştuğunu görüyoruz. O yüzden hazır bir üstünlük, hazır bir imtiyaz varken bunu devam ettirme yanlışına insanlar kolaylıkla kapılabiliyorlar. Aleviler de o tarihi mağdurun yanında olmanın sürdürücüsü olarak çeşitli kerelerde mağdur olmuş oluyorlar.
Her insanın, her topluluğun sahip olduğu bu eğilim, üstün olma eğiliminin doğuştan gelene bağlı olması problemin esas noktası demiştik. Buradan bakarak herkes uyanık olmalı ve yaşadığı her hususta ‘elimdeki, bana sunulan imtiyazı mı devam ettiriyorum’ sorusu içinde davranmalı. Erkekler de bu soru içinde hareket etmeli, bir beyaz insan da bu şekilde davranmalı. Yani bakıldığında bu bizim içimizde olan bir husus.
“YARGI EŞİTSİZLİĞİ VE AYRIMCILIĞI PEKİŞTİRİYOR”
Hali hazırdaki hukuk sisteminin Alevilerden veya ötekileştirilenlerden yana bir artısından bahsetmek mümkün değil. Hukuksal anlamda nefret söylemine ve eylemine dönük yeterli bir mekanizmanın devrede olduğunu düşünüyor musunuz?
Bir ayrımcılık olduğunda bunun karşısında bütün toplumu da zayıflatacak bir husus olduğu için bir çok konuda ayrımcılığın olmaması gerekiyor. Artık toplumlar buna ikna olmuş durumdalar. Ama bunu ne kadar sağlayabilirler, bunun mücadelesi içindeyiz. Bir taraftan böyle bir doğru kabulü var. Ama bu kabul günlük yaşamda kendiliğinden yaşanmadığı için bu ihlal edildiğinde devreye girecek kurumların olması lazım. Bu zaten yeni bir anlayış. Hazır üstünlüğü bırakmak, razı olmak zaten zor bir şeyken bunun kurumlarını oluşturmak daha da zor.
Aslında bu konuyla ilgilenen bazı modern kurumlar var. Ombudsman isimlendirilen Kamu Denetçiliği veya eşitlik kurumu, bunların yanında başka kurumlar da var. Yargı da aslında bunun için var. Ama yargı faaliyetlerini yürütenler de toplumda var olan eğilimlerden ve düşüncelerden beslendiği için bu yargı da bazen eşitsizliği ve ayrımcılığı pekiştiren bir durum olabiliyor. Kadınlar olarak biz bunu ‘kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik bırakmayacaksın’ diyen bir hakimden duymuştuk, kadın şiddetine yönelik. Bugün bunu söyleyenler yok ama bir zamanlar söylenmişti.
Aleviler ile ilgili olarak ötekileştirme faaliyetlerinde bir durum olduğunda ve bu cezalandırılmadığı zaman faaliyetler devam ediyor. Bunların cezalandırılmasını da yargı sağlayabilir. Ama onlarda toplumdan etkilendiği için bu kadar net bir tavır almayabilirler. Yargının bağımsız olması gerekiyor ki en azından bu hususlara da bağımsız bir şekilde müdahil olabilsin. Ombudsman veya Eşitlik İzleme Kurulu, bunlar yeni kurumlar ve yargının yetersiz kaldığı hususlarda daha doğrudan müdahale araçları. Ama olması gibi oluşturulamadığı için gereken yapılmıyor. Olması gerektiği gibi olmadığını da şuradan anlıyoruz, yeni dönemde İnsan Hakları Eylem planında cezaevlerindeki ihlallerle ilgili bir izleme kurulu oluşturulacağı söylendi ve o kurulun bağımsız şekilde oluşturulacağı, barolar gibi, sivil toplum kuruluşlarından olacağı söylenmişti. Her ne kadar sivil toplum kuruluşlarına da kayyım atama yönünde hem pratiklerin olduğu hem de hukuksal bir alt yapıda hazırlandığı bir ortamda barolarla ilgili de problemli bir durum olsa da bunun bağımsız bir şekilde oluşturulmasının uygulanması, diğer daha önemli kurumların da bağımsızlıktan uzak olması bizim görmemizi sağlıyor. Bu konuda bağımsız bir şekilde belirlenmesi yönündeki talebimizin oluşması ve vurgulanması gereğini de bize hissettiriyor.
“SİYASET KARŞISINDA BAĞIMSIZ SİVİL TOPLUM KURULUŞLARINDAN MAHRUMUZ”
Nefret söylemine ve suçuna karşı demokratik kurumlar yeterli refleksi ortaya koyuyor mu?
Demokratik kurumlar dediğimiz zaman aklımıza ilk gelecek olan tabi ki de parlemento. Parlemento çok güçsüz. Parlemento kurulduğu dönemde daha farklı refleksleri ve gücü vardı ve çok kısa bir süre sonra bu yetkisinin azaldığını ve meclisin olması gereken bir kurum olmaktan uzaklaştığını görüyoruz.
Demokratik kurumlar olarak sivil toplum kuruluşları, yargı ve basın önemli. Bütün bunlarda olması gerekenin çok uzağında refleksler olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda zayıf sivil toplum kuruluşları söz konusu.
Sivil toplum kuruluşlarını da şöyle söyleyebiliriz. Bu konuda da daha çok Türkiye’nin hukuk düzeni aslında sivil toplum kuruluşlarının çok güçlü olmamasını gerektirmiştir. Siyasi açıdan da siyasete bağımlı pek çok diğer hususlarda olduğu gibi çok siyasete bağlı olması siyaset karşısında bağımsız, siyaseti yönlendirecek sivil toplum kuruluşlarından mahrum olmamızı getirmiştir.
“GÜCÜN YANINDA DURAN BİR MEDYA VAR”
Nefret dilinin topluma yayılmasında başat rol oynayan güçlerden biri de medya. Medya bu dili neden kullanıyor, kaynağını nereden alıyor?
Medya da siyasete çok bağımlı. Yani siyasetin dışında bireylerin, sivil toplum kuruluşlarının siyasete çok bağımlı, sadece statükoya bağımlı ve o güce yaslanan bir medya görüyoruz. Bütün dezavantajlı kesimler için yani azınlıkta olan, hem sayı olarak azınlıkta olan hem de güç olarak azınlıkta olan kesimleri kapsayan, örneğin Alevilerin sayı olarak da azınlıkta olduğunu biliyoruz, iktidarın çeşitli yerlerinde olmamaları dolayısıyla, görüşleri de ana akım olmadığı için ötekileştirildiğini, bazen suç görüldüğünü biliyoruz.
Örneğin bir ‘Ermeni’ ifadesi nötr bir ifadedir. Ama Türkiye’de küfür olarak, aşağılayıcı olarak rahatlıkla görebiliyoruz. Bunun da yine medya tarafından desteklendiğini görüyoruz. Mesela ‘Sabiha Gökçen’in Ermeni bir öksüz çocuk olarak alındığı’ ifadesi neden bir aşağılama olsun ki? Bu nötr bir durumdur. Bunlar çeşitli şekillerde bazen görebildiğimiz, bazen de göremediğimiz şekildedir. Çünkü ayrımcılıkları bazen de göremiyoruz. Aynı kadınlar için olduğu gibi. Hani kadınlar için, cam tavan diyoruz. Hani görünmüyor ama sizin yükselmenizi engelliyor. Bu tür azınlıkta olan kişiler veya gruplar için bazen görünmeyen ama o insanları çok yaralayan, engelleyen çeşitli durumlar söz konusu. Bunların da Türkiye’de medya ile maalesef yeniden yeniden üretildiğini görüyoruz. Çünkü gücün yanında duran bir medya var. Eskiden de öyleydi ama görmesi biraz daha zordu, bugün daha da açık bir şekilde görebiliyoruz. Mesela bir anda on on beş gazetenin aynı manşetle çıkmış olması bugün açık şekilde görmemizi sağlıyor. Bunu daha çok birinci derece mağdurlar hissedebiliyor.
“AVRUPA’NIN ÖTEKİNİ DÜŞMANLAŞTIRICI ÜSLUBU BUGÜN MÜSLÜMANLARIN DİLİNDE”
Nefret söyleminin ortadan kalkması için ya da en azından azaltılabilmesi için neler yapılmalı?
Bütün bu durumlar modern toplumda birbiriyle çıkarları veya görünümleri birbirinden farklı grupların bir arada yaşadığı bir toplum şu anda modern toplum. O yüzden aslında çeşitli şekillerde ötekiye karşı, diğerine karşı çok büyük zulümlerin olduğunu ‘Modern Dönem’ gördü. Avrupa da çok gördü ve daha çoğunu, ırk ayrımını bile gördü. İnsanlık buraya gelmiş durumda. Yani o bizim eleştirdiğimiz, ötekine karşı çok şiddet kullanan batı medeniyeti, batı sömürgeciliği bugün başka bir yerde. Bugün çoğulculuğu sağlamaya çalışan, ayrımcılığı önlemeye çalışan bir yerde. O eleştirdiğimiz Avrupa’nın erken modern döneminin, ötekini düşmanlaştırıcı, şeytanlaştırıcı üslubu bugün maalesef Müslümanların dilinde. Farklı dinlerle, farklı ırklarla beraber herkesin hakkının korunacağı bir toplum oluşturmak için bir arada olmamız gerektiğinden çok uzakta olabiliyoruz. Bu dönemde biz İslam medeniyeti o erken dönem batılı anlayışın pratiklerini tekrar etmektense yani farklı olanı şeytanlaştırıp cezalandırma yönünde olmaktansa bugün ki Avrupa Birliği gibi kurumlardan da yararlanarak farklı olanla beraber herkes için yaşanabilecek bir dünya için bir araya gelen bir topluluk olmalıyız.
Yasal değişiklik konusunda ise yasal bir değişikliğe çok gerek yok. Sadece iktidarda olanın o yasalara uygun şekilde hareket etmesini sağlayacak mekanizmalar olmuş olsa yeter. Bu da nasıl mümkün olabilir, bu yasalara uygun davranılmadığı zaman bunu açıkça söyleyebilecek bir medya olmalı. Çünkü açıkça söylendiği zaman cezalandırılıyorsa, bu böyle bir toplumun oluşmasına engel olmuş oluyor. Engeller kalksa yeter. Çok özel olarak davranılmasına gerek yok. Çünkü herhangi bir problem olduğunda bunu ifade edebilme durumda bağımsız ve özgür bir toplum oluşabilmesi için ifade özgürlüğü çok önemlidir. Hem özgür olmak hem de bunu sağlayacak imkanlara sahip olmak önemli. Bu sağlandığı durumda devlet çok pozitif olarak müdahale etmese bile, bunu yapamayabilir ama bu tarz şeyleri cezalandırması yeterli. Zaten cezalandırmadığı taktirde bu durumu gören yaşayan insanlar kendilerini ifade edeceklerdir ve bu bir taraftar toplayacaktır. Bu da kamusal alanda kabul edileceği için şu anda yasal düzenlemeler değil, asıl problem uygulamadaki problem.
NEFRET DİLİNDEN KURTULMANIN TEK YOLU EŞİT VATANDAŞLIK
Kurumlar çok zayıf. Kurumları hizaya getirecek toplumda çok güçlü değil. Ekonomik olarak ya da özgürlükler olarak. Burada da yanlış yapılan yürütmeyi doğruya sevk etmek zor oluyor. Bir de neden bu tür farklılıklar devam ettiriliyor ona bakmak lazım. Aslında bütün farklılıkların devam ettirilmesinin sebebi yönetimi kolaylaştırmak. Yani Türkiye’de Aleviler var, Kürtler var ve herkes bir başkasına bakarken bazen devletin resmi duruşundan daha ayrımcı olabiliyor. Bu yüzden yönetime sahip olanlar rahatlıkla bu toplumun bu şekilde bölünmüş olmasından yararlanarak devam ettiriyorlar. İşte buradan çıkış, çeşitli şekillerde mağdur olduğunu düşünen, farklı olduğunu düşünen kesimlerin bir araya gelip, herkesin eşit olduğu, eşit vatandaşlık ile kimsenin daha vatansever olarak görülmeyeceği, daha iyi görülmeyeceği bir ortam olursa bundan kurtuluruz. Yani bundan kurtulmanın tek yolu her tür imtiyazı bırakarak eşit vatandaşlık temelinde bir araya gelecek bir siyaseti organize etmek olabilir diye düşünüyorum.
Diren KESER-Diren SATI/PİRHA
1-Akademisyen Kaya: Alevilere yönelik nefret çok derinlerde, eskiye dayanıyor-VİDEO
2-Avukat Eren Keskin: Alevilerin hakları birçok kez ihlal edildi-VİDEO
3-Tarihçi-Yazar Erdoğan Aydın: Nefret suçu doğrudan rejimle bağlantılıdır-VİDEO
4-‘Alevi örgütleri nefret saldırılarına karşı ortak tavır geliştirmeli’-VİDEO
5-‘Aleviler, tarih boyunca nefret suçuna maruz kaldı’-VİDEO
6-‘Alevi düşmanlığı bu toplumun genlerinde var; iflah olmaz’-VİDEO
7-‘Aleviler kuşatmayı ve tecridi yaşıyor; nefret dili ile düşmanlaştırılıyor’- VİDEO
8-‘Hak temelli bir anayasal düzenleme yapmadan nefret söylemi azalmaz’-VİDEO
9-‘Nefrete karşı demokrat Sünniler, Aleviler, Ermeniler bir araya gelebilmeli’-VİDEO
Yoruma kapalı.