PİRHA-Gazeteci Çilem Küçükkeleş, Altılı Masa tarafından paylaşılan Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ni PİRHA’ya değerlendirdi. Küçükkeleş, “Altı ayrı siyasi partinin bir araya gelip asgaride buluştuklarını topluma açıklaması değerli ve kıymetli ama bir yüz yıl daha asla yok saymayı kabul etmeyelim” dedi.
Millet İttifakı’nı oluşturan altı siyasi parti geçen hafta “demokrasi ve özgürlük manifestosu” olarak nitelendirdikleri Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ni kamuoyu ile paylaştı. Metin duyurulduğu andan itibaren tartışılmaya devam ederken, Gazeteci Çilem Küçükkeleş, “Metin Türkiye’nin temel sorunlarına çözüm olur mu?”, “Altılı Masa’nın dediği gibi demokrasi ve özgürlük manifestosu mu?”, “Kılıçdaroğlu’nun dönem dönem yaptığı çıkışların metinde yer almaması masanın kamuoyunca bilinen hassasiyetinden mi kaynaklı?” sorularını PİRHA‘ya yanıtladı.
“SAĞIN HASSASİYETİYLE ŞEKİLLENEN YÜZ YILLIK BİR CUMHURİYET SİYASETİ”
İttifak bileşeni parti temsilcilerinin “krizden kurtuluş reçetesi” olarak tanımladıkları metne ilişkin ilk olarak “Altı ayrı siyasi partinin bir araya gelip asgaride buluştuklarını topluma açıklaması değerli ve kıymetli” yorumunda bulunan Küçükkeleş, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Ama bizim dikkatimizi çeken genelde bu tarz buluşmalarda soldan çok sağın hassasiyetinin daha çok karar alıcı ve sonuç alıcı olduğu ve mütemadiyen Türkiye toplumunun sağdan bir toplum şekillenmesi olarak tariflenip oranın hassasiyetiyle neredeyse yüz yıllık bir cumhuriyet siyasetiyle karşı karşıyayız. Mesela bugün toplum belki en çok bunu sormalı. Yani bu hassasiyetler bize nasıl bir sistem getirdi? Bu hassasiyetleri dikkate alarak Türkiye ne kadar demokratikleşebildi? Bu siyasetler aslında hala hassasiyet bildiren değil tam tersi topluma öz eleştiri veren yerde olmalılar. Hassasiyetleri öyle bir noktaya getirdi ki bugün AKP hükümeti şahsında Türkiye siyasetinin geldiği yeri değerlendirirsek aslında toplumun can çekiştiği, bu hassasiyetler dikkate alınarak toplumu çoktan tartışıp açtığı en geri taleplerin yeniden topluma yedirilmeye çalışıldığı, işçinin, emekçinin, kadının, hakkın, hukukunun olmadığı ama bununla beraber yüz yıldır aslında toplamda hiç kimseyle barışmayan bir sistemin inşa edildiği çok açık ortada.
Bugün Türkiye’de belki savaş derken herkesin aklına çatışmalı bölgeler gelebilir ama bence bu devlet uzun yıllardır kadınıyla, inancıyla, emeğiyle, işçisiyle, köylüsüyle bir bütün savaşan bir topluma dönüşmüş durumda. Ve bu savaş hali bir şekilde barışa evrilmezse oradan bir demokrasinin çıkma şansı da gerçekten yok. O yüzden bu metnin ana konusunun tam da yüz yıldır cumhuriyet kiminle savaşıyorsa onun üzerine cümle kurmasıyla bir demokratikleşme gelişebilirdi. Ama bu beyanda gördüğümüz “Devlet nasıl yaşar? Devlet nasıl ayakta tutulur? Devlet nasıl yeniden güçlü hale getirir?” mantığını çok net kuran ama bu devletin toplumu nasıl yaşadığı, ne yaşadığı, bugüne nasıl geldi meselesini hiç görmeyen bir yerden inşa edilmiş durumda. İtiraz büyük oranda buna ve en güçlü aslında itirazın temsil ettiği yer de şurası; İstanbul Sözleşmesi orada olmayınca en başta şunu konuştu toplum; yüzde ellinin hem toplumsal sözleşmesi, hem can güvenliği, şiddete, tacize, tecavüze uğramamasının önündeki en büyük engele dönüşebilecek ve toplumsal bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’ne bile bir sahip çıkma, metinde güçlü savunma yoksa “Peki bu metin kimi savunacak?” sorusu aslında en açık ele veren yerdi.”
“AKP GİDECEK DİYE HER ŞEYE RAZI DEĞİLİZ”
Küçükkeleş, Alevilerin, Kürtlerin, kadınların metinde açıkça yer almamasını eleştirirken, şöyle konuştu:
“Türkiye toplumlarını şöyle değerlendirebiliriz aslında; büyük oranda acil servisin önünde yaralı bir toplum diyebiliriz yani. Mütedeyyin hassasiyet acile gelmiş başı ağrıyan birini, Aleviler, Kürtler, kadınlar sedyede ölümle can çekişeni temsil eder. Siz öleceğe ilk yardım müdahalesi yapmayıp başı ağrıyana ilaç arama peşine düşerseniz işte o zaman bir toplumsal sağlık çıkmaz ve bir topluma yeni dönem için de yeni baştan acilin önünde “Sedyede yaşayabiliyorsan yaşa, yaşayamıyorsan da yapacağın bir şey yok” demek yani. Metaforu anlatmak için buradan kurdum.
Doğal olarak biz şu hakkı ve hukuku en başta hak edenleriz. Niye? En çok biz dert gördüysek, en çok biz yaralandıysak, en çok bizim başımıza bu coğrafyada işler geldiyse o zaman ilk ilaç hakkı da bizim hakkımız ve büyük bir öz eleştiriyle verilmesi gereken bir hak. Bırakalım adımızın geçmemesini yani orada şöyle de geçmeliydi yani. “Ey toplum yüz yıldır Alevileri yasakladık. Yüz yıldır Alevileri yok saydık, yüz yıldır inançlarını inanç değilmiş, kültürel bir meseleymiş gibi gördük. Yüz yıldır katliam gördüler, yandılar, yakıldılar. Bin bir bela başlarına geldi. Belki en önce onlara buradan öz eleştiri vererek başlarsak, gerçekten demokratik bir cumhuriyet olabilir” cümlesini hani koyması gerekirken, bunu çok rahat topluma anlatabilecekken maalesef tam tersi gene görmezden gelen, gene adsız bırakan bir durum var.
Biz Aleviler olarak bir şeye ad koymuyorsak onu yok saymışız demektir yani. Adı varsa vardır ve sizin adınız o bildirgede yoksa eğer o bildiri nihayetinde sizi yok saymıştır. İtirazımız en çok buna. Hani şu anda Türkiye siyasetinde “AKP gitsin de ne olursa olsun” meselesi çok gelişkin. Aynı zamanda AKP’yi götürebilmek için sanki hepimizin her şeye razı olması gereken bir politik süreçmiş gibi değerlendiriyor. Ben tam tersini iddia edenlerdenim. AKP gidecekse eğer yeniden yeni bir şey inşa edilecek ve o inşa edilecek şey eğer cesur olmazsa biz bir yüzyıl daha aynı mücadeleyi, aynı yolu, aynı yöntemi kabul edeceksek bugünden aslında yarının ölümünü kabul etmiş oluruz. O ölmektir başka hiçbir şey değil. Toplumumuz gördü, yaşadı, tecrübe etti. Bunun mücadele alanlarını kurdu. Buna “Hadi bir yüzyıl daha bekle” demek gerçekten de çok büyük bir haksızlıktır. Aynı mesele Kürtler, kadınlar, işçi, emekçiler için de geçerlidir.”
“ALEVİLER BİR KEZ DAHA YOK SAYILMAYI KABUL ETMEMELİ”
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Alevilerin bir kez daha yok sayılmayı kabul etmemesi gerektiğini vurgulayan Küçükkeleş, “Toplumun birlikte yaşama ve barışı inşa etme konusunda çok ciddi gayreti gözle görülürken hala barışa ilişkin bir inşanın gelişmemesi, buraya kör olmak demek “AKP’yi götürün, bizi getirin ama bize de razı olun” demektir. Biz tam da öyle bir sistem inşa etmeliyiz ki yarın bir daha AKP gibi bir siyaset bu coğrafyada doğmasın, yeni baştan bu kadar ağır süreçler bu ülkede olmasın. Toplumun çok daha güçlü, özgürlükçü, çok daha birbirini gören ve birlikte yaşamı inşa eden bir yerde çabası var. Ama bu çabayı masanızda yüzde bire bile tekabül etmeyen bir siyasi partiyle ortaklaşmak adına zayi ediyorsanız eğer bu toplumda sizi zayi eder diye düşünüyorum yani.
Bir yüzyıl daha asla yok saymayı kabul etmeyelim. Yeni bir yüzyılın inşasından bahsediliyorsa, bunu siyasetçilere bırakan bir yerde de olmayalım. Ben Alevilerin yeni bir yüzyılı kurma, inşa etme sözünü kurma konusunda yeterli tecrübe, birikime sahip olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bir yeni yüzyılı bizim kuracağımız bir yıl olması konusunda gayret sarf etmemiz gerektiğini düşünüyorum” dedi.
“BAŞKANLIĞA ÖZZEYBEK DEĞİL SOYLU ATANDI”
AKP tarafından Kültür Bakanlığı bünyesinde kurulan Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı’na Süleyman Soylu’nun danışmanının atanmasına da değinen Küçükkeleş, şunları söyledi:
“Bildirgede Alevilere ilişkin sadece bir cemevi yeri tahsisi geçtiği ifade edildi. Buradaki bakış açısı aslında bugünkü AKP’nin kurduğu Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığına çok benzeyen bir bakış açısı. Çünkü AKP de Alevilerin taleplerine “Neyse parası veririz” meselesi olarak bakıyor. Millet İttifakı’ndan da Alevilere çıkan öneri “Varsa arsa ihtiyacınız bunu biz size veririz” ile sınırlı. Aynı bakış açısı. Bunu bir defa kafadan reddediyoruz. Yani bi şimdiye kadar hiç kimsenin kapısına gidip bize verdikleri arsalar üzerine var olmuş bir toplum değiliz. Evimizdeki halımızı getirip, serip cemevi kurmuş, orada cem tutmuş bir toplumuz.
Mesele tam da “var mıyız, yok muyuz” meselesi. Süleyman Soylu’nun danışmanı AKP’nin Kültür Bakanlığına bağlı Alevi Bektaşi Başkanlığına atandı. Ben bunu Ali Arif Özzeybek’in atanması olarak değil tam da Süleyman Soylu’nun atanması olarak görüyorum. En nihayetinde Alevileri teslim ettiği yer çok açık ve nettir. İşte tam da bu bakış açısı dışında bir şey bu bildirgeden çıkmalı. Diyanete ilişkin en azından mutlaka “Siyasete dahil edilmek yerine sadece toplumun inançla ilgili hizmetini vereceği sınırlarına çekeceğiz” cümlesi kurulabilirdi. Bir diğeri laiklik meselesi önemliydi. Bildirgede hiç vurgu görmedi.
Kadınların, Alevilerin, Kürtlerin buraya ilişkin hem önerileri hem de tespit ettikleri eksikler var. Eğer niyet iyiyse, eğer bu kadar devletten değil, toplumdan yeni bir inşadan yanalarsa temenni ediyoruz ki bu sesleri duyarlar. Direkt adımızla yer alırsak evet biz bir umut edebiliriz. Ama ismimiz geçmediği andan itibaren dikkat çekmek isterim ki yok hükmündesinizdir ve bir yüzyıl daha yok olmamalıyız.”
PİRHA / İSTANBUL
Yoruma kapalı.