MEHMET BAYRAK
Mazlum bir halk olan Êzidî Kürtler’in, son haftalarda yaşadığı dramatik ve trajik durum, adeta tarihin yeniden tekerrürü gibiydi. Tarihte, Kızlıbaşlar ve Êzidîler ile azınlık durumuna düşmüş diğer etnik toplulukların yaşadığı “mağara macerası”, 21. yüzyılda bir kez daha tekrarlanıyor ve en az bir yıl önce kaleme aldığımız bir konuyu yeniden gündeme getiriyordu…
“Mağara” mazlum yaşamında bir kült!
“Dersimliler mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısının içerisinden, bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtleri’ni kestiler…”
Üstteki trajik sözler, birkaç yıl boyunca Dersim soykırımına tanıklık etmiş, Seyid Rıza ve arkadaşlarının idamını organize eden, dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’e ait. Kime yapıyor bu açıklamayı? Yaklaşık 25 yıl önce, bizden de Dersim’le ilgili kaynak isteyen şimdiki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na…
1989 yılında, yayımlamakta olduğum Kürt kimlikli Özgür Gelecek Dergisi’nden dolayı iki kez tutuklanmış ve Çağlayangil’in Dersim katliamına ilişkin kimi tanıklıklarını röportaj ve anı biçiminde cezaevi koşullarında basından izlemiştim. Çağlayangil, daha 1935 yılında Malatya Emniyet Müdürü iken Dersim kasabı Kor-Vali Abdullah Alpdoğan’la yaptığı alan çalışmalarına; 1937 yılında ise Seyid Rıza’nın idamına ilişkin ilginç ve çarpıcı anekdotlar anlatıyordu.
Bu anlatımlar, o tarihlerde bürokrat olarak kamuda çalışan Kılıçdaroğlu’nu da oldukça etkilemiş olmalı ki, ortak bir tanıdık üzerinden benden kaynak istediği gibi, bir arkadaşıyla birlikte Yalova’da Çağlayangil’i de ziyaret etmiş ve üstteki trajik sözleri de içeren bir röportaj yapmıştı. Aslında, Çağlayangil bu döneme ilişkin tanıklıklarını ve benzeri görüşleri övünerek, Nakşibendiler’in yayın organı İslam dergisinde de anlatmıştı (Bkz. İslam, Mayıs- 1990, Sayı: 81).
Çağlayangil, Dersim harekâtının doğrudan Atatürk’ün “Dersim meselesini kesin olarak halledin” talimatıyla yürütüldüğünü; Alpdoğan’la iki yıl süreyle alan çalışması yaptıklarını, burada “Hz. İsa kılıklı, insan güzeli adamlara rastladığını” söyler. 1937’de Ankara’dan gönderilerek, Seyid Rıza ve arkadaşlarının idamını organize eden Çağlayangil, Devlet aklını şu sözlerle ortaya koyar: “Devlet otoritesi tesis edilmelidir. Bir kadının kocası belli olmalıdır. Hâkimiyet devlette olmalıdır”. (Agy)
Evet, “medenileştirme” yani Türk-İslamlaştırma adına, silahları neredeyse tümüyle toplanmış bir bölgeye, bombardıman uçaklarının yanı sıra, tam teçhizatlı üç kolordu, iki süvari tümeniyle girmek ve can korkusuyla mağaralara sığınmış olan insanları yaylım ateşine tuttuktan sonra, içeriye zehirli gaz salarak topyekûn imha etmek… Bu, Kemalist rejimin Dersim’i “medeniyete açma” projesidir. Öyle ya, ünlü Kemalist kalemşör Hakkı Naşid (Uluğ), 1931’de “Derebeyi ve Dersim”, 1938’de ise “Tunceli Medeniyete Açılıyor” kitaplarını boşuna mı yazmıştı? Bunlar, tam da Kemalist rejimin sözcülüğünü yapan rapor- kitaplar değil miydi?..
Koçgiri Katliamı’nda da mağaralara sığınanlar “Tütsüyle” imha edildi…
Yaklaşık 90 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen, Koçgiri katliamı üstündeki sır perdesi bile yeni yeni aralanıyor. Ve anlıyoruz ki, Dersim’de uygulanan imha yöntemlerinin benzeri, yaklaşık 15/16 yıl önce 1921’de Koçgiri’de de uygulanmış. Yaklaşık 140 köyün yok edilmesiyle sonuçlanan Koçgiri’de de yine insanlar can havliyle doğanın en kuytuluk ve korunaklı mekânları olan mağaralara sığınmışlar, ancak buralara da tütsü salınarak, insanlar boğularak katledilmişler.
Bu konuda bir alan çalışması yapan, Koçgiri’nin efsanevi şairi Alişer’in yakınlarından Dr. Ali K. Yıldırım, ilginç anekdotlar aktarıyor. Katliam sırasında insanların sığındıkları mağaraları resimleriyle veren Yıldırım, sözgelimi İmranlı’nın Pevriziyan (Eskidere) köyündeki bir mağaranın acıklı öyküsünü şöyle anlatıyor: “Çevre köylerden kaçıp bu mağaraya sığınanlar, Topal Osman güçlerince mağaranın girişine yığılan samanın yakılması sonucu duman ile boğularak öldürüldü.” (Bkz. A. K. Yıldırım: Osmanlı Sonrası İlk İcraat: Koçgiri Katliamı; Rızgari Online, 23.11.2011).
Doğanın bu derinlikli mekânları, kimi zaman gerçekten mazlumların kurtarıcıları olur. Sözgelimi, yine Koçgiri katliamı döneminde insanların sığınıp kurtuldukları ve bugün “Ana Fatma Ziyareti” olarak tavaf edilen bir başka mağaranın öyküsü şöyle aktarılıyor: “Bu mağaraya yerleşen Eskidereliler, kurtulmayı başarıyor. Mağaranın girişi dar ve içerisinde su akıyor. Ağız bölümü otlarla kaplanmış bulunduğundan, birilerinin burada saklanacağı tahmin edilmediğinden Eskidereliler kurtuluyor. Bu nedenle, buraya Ana Fatma deniliyor ve ziyaret olarak kabul ediliyor.” (Aynı yer)
Sömürgeci Devlet ittifakıyla Ağrı/Zilan’da gelen “Dereboyu” ölümler
Burada anlatılan iki örneğin kahramanları, “azınlık içinde azınlık” statüsündeki Koçgiri ve Dersim Kızılbaş- Kürtler’i… Ancak, biliyoruz ki 15 bin kişinin katliyle noktalanan 1925 Kürt Hareketi’nden sonra, Kürt Özgürlük Örgütü (Xoybun) tarafından örgütlenip 1928-1932 yılları arasında devam eden Ağrı/Zilan İsyanı, birçok diplomatik manevralar ve yasal aldatmacalardan sonra, Türk ve İran sömürgeci devletlerinin ittifakıyla sonlandırıldı. Türk basınının haberlerine göre, bu aşamada katledilen Kürtler’in sayısı 30 bini buluyor ve dereler “lebalep” insan cesetleriyle doluyordu.
Burada da, savaş uçakları dâhil tüm araçlar kullanılmıştı. Bu harekâttan yıllar sonra 1944 yılında, harekâtta bizzat görev alan Yarbay Eyüp Sabri Süsoy tarafından kaleme alınan ve Genelkurmay Başkanlığı’nca yayımlanan “Eşkıya Muharebeleri ve Mağara Aramaları” konulu bir kitapçıkta; iki devlet arasında Kürtler’e karşı kurulan kanlı tuzağın birçok ipucu görülebileceği gibi insanların dağlardaki sığınağı olan “Mağara” olgusu konusunda da son derece ilginç bilgilere yer verilir.
Mağaraların muharebe ve korunmadaki işlevi konusunda ayrıntılı bilgiler içeren kitapçık, Kürt coğrafyasında dağlık ve volkanik arazide çok sayıda mağaranın bulunduğunu, özellikle çok volkanik olması dolayısıyla Ağrı Dağı’nda çok sayıda mağara bulunduğunu ve bu mağaralardan bazılarının kışın bile sıcak dumanlar çıkardığını bildirmektedir. “Ağrı’da bulunan çeşitli mağaraların arasında, yüklü hayvanların girebileceği ve bir taburu tamamen barındırabilecek büyüklükte olanları da vardır. Bu mağaralar türlü biçimlerde olup giriş yeri dar, içerisi geniş ve serbest; koridorlu ve birkaç bölmeli, uzun dehlizli, birkaç kapılı olanları bulunduğu gibi içlerinde yakılacak ateşin dumanının çıkması için tabiattan ve sonradan yapılmış bacalı olanları da vardır.”(Age, s. 37)
Yazar, bu mağaraların ya mıntıka adıyla ya da simgeleşmiş isyancı kişilerin adıyla anıldıklarını belirtiyor. Sözgelimi, kişi adıyla verilen mağaralardan bazıları şöyle: Haso mağarası, Timur mağaraları, Hacıali mağarası, Mato mağaraları, Ahmet Şemo mağarası, Ali Mirza mağarası, Ömerbesi mağarası, Paşo mağaraları…
Yine bu kitapçıktan öğreniyoruz ki, önce Koçgiri’de, sonra Dersim’de başvurulan mağaralara boğucu duman salınması yöntemi Ağrı/Zilan’da da uygulanmış. Ancak yazar, mağaraların içi girintili ve bölmeli olduğundan, isyancıların bir yamçı veya keçe ile bir menfezi tıkayarak kendilerini dumandan koruduklarını, bu nedenle bu tür mağaraları çökertmek için “bomba, bomba demeti ve tahrip kalıbı” kullanıldığını bildiriyor. (Age, s. 40)
Ağrı/Zilan direnişi aşamasında, Ağrı Dağı çevresindeki Kürt direniş noktaları ve Kürt yaylaları konusunda bugün elimizde, harekâta bizzat katılan Pilot Naim Bürküt’ün çektiği fotoğraflar da bulunuyor. (Bunun bir örneği için bkz. Haz. Yılmaz Çamlıbel: Ağrı Albümü/ Serhildana Agiriye).
Ezidi Kürtler’in despotizm ve fanatizmle ölümcül dansı
Biliyoruz ki, Kürdistan’da yine “azınlık içinde azınlık” statüsündeki Ezidi Kürtler’in devletle ve yöredeki fanatik Müslümanlar’la ölümcül dansı en az üsttekiler kadar trajik… Başka din mensuplarının sayısı sürekli artarken, sayıları sürekli azalan bir etnik topluluk Ezidi Kürtler. Zerdüşt dininin en yakın devamcıları olarak geçmişte büyük bir çoğunluğa sahip olan Ezidiler, bilinen İslamcı devlet baskıları dolayısıyla sürekli azalmaya yüz tutmuşlar. Osmanlı dönemindeki çok yönlü baskı ve katliamlar bir yana, son yüzyıllık sürede bile büyük bir kırılma yaşanmış. Sözgelimi, Serhad bölgesi Kürtleri’nin büyük çoğunluğu geçmişte Ezidi olup, bugün sınırın kuzeyinde kalanlar Ezidiliğini korurken, Osmanlı bölümünde kalanlar komple Müslümanlaşmışlar. Keza, 19. yüzyıl kaynakları Serhad’dan Sincar bölgesine uzanan güzergâhta büyük bir Ezidi varlığından söz ederken, bugün bu varlığın yüzde birine rastlamak mümkün değil. Yine, Rojava’nın kuzey kesimine yayılan Ezidi varlığı da önemli ölçüde eriyip gitmiş. Salt bir rakam vermek gerekirse, 1980 Cuntasına kadar Siirt, Batman, Diyarbakır, Urfa ve Mardin gibi illerde yaşayan Ezidiler’in sayısı 20 bini aşkınken, bu rakam 2000 yılında 400’lere kadar düşüyor (Bkz. Ezidilerin Sayısı 423’e Düştü, Evrensel gaz. 15.3.2005; Kürdistan’da Ezidiler’in Sayısı Azalıyor, Öz- Po, 15.3.2005).
Ezidi denince, ilk akla gelen bölge, Ezidilerin kutsal mekânı Laleş. Oysa biliyoruz ki, geçmişte Viranşehir, Orta Anadolu’daki Kapadokya gibi hem bir uygarlık ve kültür merkezi, hem de Ezidiler’in ana karargâhlarından biriydi. Benzeri kaderleri paylaştıklarından olmalı, burada da tıpkı Kapadokya gibi yeraltı kiliseleri ve mağara barınakları vardı. Bunların bazı kalıntıları ise günümüze kadar gelebilmiş. Göbeklitepe gibi 12 bin 500 yıla tarihlenen insanlığın en eski yerleşkeleri Harran’da bulunduğu gibi, Viranşehir de bölgenin en eski kültür ve uygarlık merkezlerinden biridir.
“Akese Kilisesi ve Mağaraları, Viranşehir-Urfa yolunun 19. kilometresinde bulunan Kırlık ya da diğer adıyla Gavurhori köyüne altı kilometre mesafede bulunuyor. Akese Kilisesi, dere yatağında yer alan kayalara oyulmuş. Kilise girişinin tam karşısında Ezidiler tarafından kutsal kabul edilen “Tavuskuşu” kabartmaları yer alıyor. Kilisenin M.S. 2. yüzyılın sonlarına doğru gizli ibadet için yapıldığı tahmin ediliyor. Yine ibadethane olarak yapılan mağaralar ise, yerden iki metre yüksekte bir girişle inşa edilmiş.” (Bkz. Uygarlıklar Merkezi Viranşehir, Öz- Po).
Bu mağaraların hangi maceralara tanıklık ettiklerini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Bilinen dini baskılar nedeniyle, gizli ibadet yeri olarak kullanıldığı gibi, tehlike durumunda sığınak olarak kullanıldığı da açıktır. Keza, Şengal dağlarında Ezidiler’in katliamlarda sığındığı bir mağaranın öyküsü, ünlü Kürt halk destanının kahramanları Derweş ile Edule’nin acıklı macerası ekseninde verilir: “Bir yandan Edule’ye dörtnala at koşturan Derweş’in atının
ayak sesleri, bir yandan acımasız fermanlarla gelen kılıç darbelerinden kurtulmak için Şengal dağlarına koşan, koşarken çığlıklara boğulan kimsesiz Ezidiler’in aman çığlıkları. (…) Sincar/ Şengal dağları, sadece bir büyük aşk öyküsünün tanığı değildir kuşkusuz. Onlar, 72 fermana da tanık dağlar. Her bir taşı, her bir vadisi acı, hüzün ve Ezidi kanıyla yıkanmış…” (H. Ermiş: Edule’nin Gözyaşları, Politik Art, Sayı: 132/ 2014).
Bilindiği gibi Ezidiler, bugüne kadar 72 katliama maruz kaldıklarını kabul ederler. Bu gerçeklik ve daha 2007 yılında Şengal’ın kadim halkı Ezidi Kürtler’e karşı yürütülen ve 600 dolayında insanın yaşamına mal olan karanlık katliam göz önüne alınırsa, Ezidiler’in dünden bugüne fanatik ve despotik güçlerle girdiği ölümcül dans daha iyi anlaşılır…
Malatya-Viranşehir hattında bir taçsız kral: İbrahim Paşa
Üstte de vurgulandığı gibi, Ezidiler denince Viranşehir; Viranşehir denince Batı literatüründe “Kürdistan’ın ya da Hamidiye Alaylarının Taçsız Kralı” olarak ün yapan Milli aşiret federasyonu reisi ve Hamidiye Alayları paşası İbrahim Paşa akla geliyor. Gerçekten de, nasıl 1854’te Kırım üzerinden yürütülen ve İngilizler’le Fransızlar’ın da aynen bugün gibi taraf oldukları Osmanlı-Rus Savaşı’na katılan ünlü Kızılbaş-Kürt kadını Fataraş, Osmanlı/Kürt kadınını Batı literatürüne en çok taşıyan figür ise İbrahim Paşa da, gerek Aşiret Alayları Paşası olması, gerekse çevredeki etkinliği dolayısıyla üzerinde en çok durulan ve fotoğraflanan Kürt figürüdür.
Kendisinden söz açan Batılı kaynaklar, ondan “Malatya Kızılbaşı” olarak söz etmekte ve şu bilgileri vermektedirler: “19. yüzyılın başlarında Milan Aşireti’nin başında İbrahim Paşa bulunmaktaydı. İbrahim Paşa’nın, 2000’i geçen aile üzerinde nüfuzu olduğu biliniyor. İbrahim Paşa, bu 2000 aile arasında saygı ve hoşnutlukla anılmakta ve kendisinden Malatya Kızılbaşı olarak bahsedilmektedir. O, Dersim’de muhafız olarak gezebilecek tek aşiret lideri olarak bilinmektedir. İbrahim Paşa’nın ilginç yanlarından biri de kendisine bağlı ailelerin arasında Putperest, Şii, Ortodoks ve Müslümanların bulunmasıdır.” ( Mark Sykes ve Hugo Grothe’den aktarılarak, İ. Yazgan: Kürdistan’ın Taçsız Kralı İbrahim Paşa, Öz- Po, 9 Ocak 1998).
İbrahim Paşa’nın, Batılı kimi kaynaklarda “Malatya Kızılbaşı” olarak sunulması, kuşkusuz ilginç bir belirlemedir. Geçmişten 19. yüzyıl sonlarına kadar, Malatya-Adyaman/Semsur-Urfa/Ruha hattında büyük bir Kızılbaş ve Ezidi nüfusunun yaşadığı bilinmektedir. İbrahim Paşa’nın da Kızılbaş veya Ezidi olarak Viranşehir bölgesine gittiği ve sonradan Müslümanlaştığı söylenebilir. Zaten, Hamidiye Alayı oluşturması için de Müslüman olması gerekiyordu. Ancak, İbrahim Paşa’nın Batılı araştırmacının söylediği gibi, farklı din ve inançtan topluluklara ne denli hoşgörülü davrandığı sorgulanması gereken bir husustur. Unutmamak gerekir ki, Koruculuk sisteminin babası bu Alaylar’ın ta kendisidir.
Literatürde “Aşiret Alayları” olarak da anılan Hamidiye Süvari Alayları, üstteki örnekte görüldüğü gibi kimi aşiret reislerine büyük nüfuz sağlamış olsa da, izlenen yanlış politikalarla Kürt blokunda inançsal temelde bir kırılmaya da yol açmıştır. Siyasi ve manevi gücünü Abdülhamid’den alan bu milis kuvvetlerinin liderlerinin yani Alaylı paşalarının en büyük muhaliflerinden biri İttihad-Terakki kadrolarıydı. Nitekim, Diyarbekir’deki Osmanlı-Kürd İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin aktif üyelerinden biri olan Ziya Gökalp’ın yayımlanan ilk kitabı, doğrudan İbrahim Paşa’yı hedef alan “Şaki İbrahim Destanı” dır. (1908’de yayımlanan bu Destanın ayrıntılı bir irdelemesi için bkz. M. Bayrak: Alman Emperyalizminin Türkiye İle Kürdistan’a Girişi ve Ziya Gökalp; Kürdoloji Belgeleri- I içinde, Özge yay. Ank. 1994,s. 509- 515).
Z. Gökalp, destanın bazı kesitlerinde şöyle diyor: “Berazi’yi, Aneze’yi dağıttı / Seller gibi Şammar kanı akıttı / Mızrak dikti Karakeçi yurduna (…) Her tarafı sardı azgın kurtları / Diyarbekir, Mardin, Urfa yurtları / Döndü baştanbaşa ıssız çayıra (…) Osmanlılar bu vahşete dayanmaz / Kürd kılıcı din kanına boyanmaz / Bugün millet alacaktır intikam.”
1908 Meşrutiyet Devrimi aşamasında yayımlanan bu destanda söylendiği gibi, İbrahim Paşa gibi birçok şahsiyet tasfiye edildi. Ancak, Hamidiye Alayları tasfiye edilmediği gibi, Ziya Gökalp’in ideologluğunu yaptığı İttihad-Terakki yönetimince birçok alanda kullanılmaya devam edildi. Ziya Gökalp’in içinde bulunduğu kadro, bir etno-dinsel arındırma politikasıyla birçok halkı bu topraklardan sildi, süpürdü. Dahası, bu zihniyetin devamı olan Kemalistler de, 1924’te resmen lağvettikleri bu milis kuvvetlerini 1925’te “mahalli milis kuvvetleri” adı altında yeniden göreve koştu… Son uzantıları ise, bugünkü Korucular…
Özetle söylersek; “azınlık içinde azınlık” kategorisindeki Kızılbaş veya Ezidi Kürt topluluklarla benzerleri, tarih boyunca nice uğursuzlar, salgınlar ve saldırganlarla ölümcül bir mücadelen geçip bugünlere geldiler. Ozan Telli’nin dizeleriyle söylersek: “Ve yine de her zaman / Tırnaklarını avuçlarına saplamış / Isırmış dişleriyle dilini / Dilememiş düşmandan aman…”
zülfikar gazetesi – eylül 2014
Yoruma kapalı.