Daha çocukluğumuzda bize okutulan tarih kitaplarında ne kadar yenilmez, ne kadar kılıç geçmez, ne kadar cesur olduğumuzu okur, ceddimize hayran olurduk. Çocuktuk, gururumuz, yenilmezliğimiz bizi geçmişimize özendirirdi. Analarımızın ağıtlarındaki ölümlerin sebebini anlayamazdık, babalarımızın sessizliğini de.
Anlamadığımız bir şey daha; devlet babamızın bize „okuyun“ dediği kitaplardan başkasını okumanın aklımızı bozacak oluşuydu. Oysa her kitabın bir yazarı vardı, devlet babanın kitaplarını yazanlar gibi. Ders kitaplarını okuyanlar çalışkan ve önü açık, başka kitapları okuyanların „kafalarını yemiş, deliler sayılmasıydı.
Her sabah “Bu ülkede ezanlar susmayacak” diyen milli marşımız ezberletiliyordu, hatta marşı duyduğumuz da yerimizde olduğumuz gibi duruyorduk ama okulda öğrendiğimiz ile yaşamın kendisi hiçte bize öğretilen değildi. Laiklik diye bir şeyin adı daha geçiyordu hiç görmediğimiz. En iyi ahlak camide ibadet etme, namaz kılma, oruç tutma yaşamımızda yoktu. İkrarımız, cemimizin „mum söndürme“ gibi çok kötü, büyük suç olduğunu öğreniyorduk okul kitapları dediğimiz zıkkımlardan ama yaşamımızın bir parçasıydı bu tanrıya söyletilen kötülük. Devlet ya, isterse tanrıları da konuşturuveriyordu laik ülkemizde.
Devlet baba eli kolu uzun, her şeyi bilen erişilmez, söz edilmez bir güçtü. Kendisine asi olanları hapse atar, döver ve idam edebilir, kimse bir şey soramazdı. Sazımızla deyişlerini söylediğimiz Pir Sultanların, Hatayilerin, Karacaoğlanların, Köroğluların adı geçtiğinde ellerini dudaklarına götüren büyüklerimiz, bir dönemin bölücü, kökü dışarıda, anarşit, teröristlerine niyaz ediyorlardı. Böyle, aklı birbirine karışan bir toplum olarak yetiştirildik.
Cumhuriyetin ne kadar özgürlükçü olduğunu öğrenirken, zavallı babam ödeyemediği vergileri, gittiği sürgünleri iç çekerek anlattı yaşamı boyu. Ne kadar çalışkan Türk olduğumuzu her sabah, birbirimizle yarışırca bağırırken, evimize gelen bir Türk gittikten sonra anam bizleri içeri almaz, evi temizleyip kırkladıktan sonra ancak girebilirdik. Bizler öğrendiğimiz “çalışkan Türklüğümüzü” söylemeye çalıştığımız da, yaşlılarımız sır verir gibi sessizce “Biz Türkmeniz” derlerdi. Oysa okuduğumuz ders kitaplarında gelmişimiz, geçmişimiz yazıyordu, devlet baba yalan söyler miydi? Türkmen çadırlarda yaşayan ya çok kaba, aşağılanan insandı ya da hakki Türk. Birini söylemek suç, diğerini söylemek övünçtü.
Bölücü, kökü dışarıda, anarşist, terörist sözleriyle büyüyen ve yaşlanan bir kuşağız. Sevdiğimiz insanları anarşist suçlamasıyla ya sokakta katletti ya hapislere doldurdu yada ipe gönderdi özgürlükçü Cumhuriyetimiz. Yetmedi, toplu katliamlara şahit olduk. Yaşlandık ve hala katliamları gördükçe öfkeleniyoruz, kızıyoruz ve birilerini suçluyoruz. Düşünmekten, hafızamızı zorlamaktan yoksunuz çünkü.
Toplu katliamların katillerini ödüllendiren bir devletimiz olduğunu, yaşanan bu katliamların gerçek katillerinin bizzat devlet dediğimiz aygıtı söylemekten korkuyoruz. İktidarlara kızıyoruz da, iktidarlar durmadan el değiştirirken katliamların hiç değişmediğini sorgulayamıyoruz. Sistem çok iyi organize edilmiş çünkü. Baba geleneğini sürdürebilmesi için bizleri başrol oyuncularına yönlendiriyor, gerektiğinde oyuncuları değiştiriyor ama kendi hiç değişmiyor. Sistemi sorgulamaya çalışanlar bölücüler diye sunuluyor, ilk başta ekmeğimizi paylaştığımız insanlar bu oyuna katılıyor. Çünkü kafalarımızı tütsülü, yosunlu yaptılar, hafızalarımız kör.
Geçmiş katliamların hesabını sorabilseydik, yani el ele vermeyi başarabilseydik günümüz katliamlarını yaşamazdık. 17 bin faili mechul var bu ülkede, yürekleri yanan anneleri kardeşleri, bir avuç insan her hafta kucaklarında kaybettiklerinin fotoğrafları ile hak arıyorlar, bizi ilgilendirmiyor. Roboski katliamının suçluları hala ortada yok, Antep’deki patlamaları yapanların kimler olduğunu bilmiyoruz, Hatay Reyhanlı katliamının da gerçek suçluları ortaya çıkmayacaktır.
İktidarın “Suçluları bulduk” söylemlerine inanıyor musunuz? Ben inanmıyorum. Onların suçlu ilan ettikleri, katliamların suçluları değil, kendilerine muhalif olanlardır. Suç Acilcilerin üzerine atılmış görünüyor, bu anlık açıklamaların KESK tutuklanmalarına kılıf uydurma yalanları olabilir olması ilk akla gelen. Haksız yere tutuklanmış gazeteciler, öğretmenler, sağlık çalışanları hapisler de suçlarının ne olduğunu duymak için beklerken, saniyelik “suçlu bulma” açıklamalarına nasıl inanalım?
Yarın kimin, hangi nedenle katliama uğrayacağı da belli değil. Devlet Babanın yüreği de, vicdanı da yok. Çünkü, katillerin ödüllendirildiği bir ülkede ne katliamlar son bulur nede katiller bulunur. Birimizin acısını hepimiz yüreğimizde hissettiğimiz gün bu katliamların sonu gelecektir. Tersi, sayılarını dahi unutacağımız “hangi katliam” diye sormaya devam edeceğiz. Hepimizin gördüğü, 5-6 yaşlarındaki oğlu ölmüş ananın çocuğuna sarılmış fotoğrafı umarım vicdanımıza seslenmiştir. Devlet dediğimiz şey vicdan bırakmış ise…. 14.05.2013
Yoruma kapalı.