PİRHA- Garip Dede Vakfı (GEDEV) Alevi Akademisi tarafından düzenlenen “100. Yılında Tekke ve Zaviyeler Kanunu ve Aleviler” başlıklı konferans, tarihsel ve siyasal arka planı ele alan sunumlarla devam etti. Konferansın moderatörlüğünü Hatice Uzun yaparken, ilk sunumu Dr. Gözde Orhan gerçekleştirdi.
Dr. Orhan, “Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nun Alevi-Bektaşi topluluklara etkileri” başlıklı sunumunda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte Alevi-Bektaşi inancının devlet politikalarıyla ilişkisini tarihsel bir çerçevede değerlendirdi.
Sunumunda 1826 yılında kaldırılan Yeniçeri Ocağı ile Bektaşi Tarikatı arasındaki yakın ilişkiye dikkat çeken Orhan, bu ilişkinin devletin Bektaşi inancına yönelik tutumunda belirleyici bir rol oynadığını ifade etti.
Dr. Orhan, 16. yüzyılda Kızılbaşlara dönük büyük bir şiddet sarmalı olduğunu hatırlatarak, bu politikanın 19. yüzyılda daha kapsayıcı bir devlet şiddetine dönüştüğünü belirtti:
“Osmanlı’da Bektaşi tarikatı, şiddetin birazcık dışarıda bırakılmış durumdayken 19. yüzyılla birlikte biz Kızılbaşların, Bektaşilerin hepsinin bir bütün olarak devlet şiddetine ve dışlanmasına maruz kaldığını görüyoruz.”
“CUMHURİYET’İN KURULUŞ SÜRECİNDE ALEVİ-BEKTAŞİ TEMASLARI”
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Alevi ve Bektaşi ileri gelenleriyle temas kurulduğunu aktaran Orhan, Mustafa Kemal’in hem Babağan hem Çelebi kolu ile iletişim halinde olduğuna dair belgelerin bulunduğunu söyledi.
“Bektaşi veya Alevi dünyası ileri gelenleriyle; dedelerle, babalarla görüşmeler yaptıklarını, hem Babağan hem Çelebi koluyla Mustafa Kemal’in iletişim kurduğunu, birbirlerine telgraflar çektiğini vesaire bu tür bilgilere de sahibiz.”
Dr. Orhan, 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nun Meclis’te ciddi bir muhalefet olmadan kabul edildiğini belirterek, dönemin tartışmalarına dikkat çekti:
“677 sayılı kanun, meclisten çok da büyük bir itiraz olmadan çıkartılıyor. O dönemde polemik konusu olan şey, ‘bu dergâhların malları, mülkleri ne olacak?’ dışında çok ciddi bir polemiğin yürümediğini görüyoruz.”
Kanunun 1925’te hızla yürürlüğe girdiğini belirten Orhan, Hacıbektaş Dergâhı’nın son postnişini Salih Niyazi Dedebaba’nın yaşadıklarını örnek gösterdi:
“Salih Niyazi Dedebaba, Ankara Ulus’ta bir otel tutuyor ve orayı cem törenlerinin sürdürülebileceği gizli bir mekan haline getiriyor ve 1930 yılına kadar da dayanmaya çalışıyor.”
Dr. Orhan, Hacı Bektaş Dergâhı’nın 1964 yılında müze olarak açılmasının, inanç özgürlüğü açısından bir iade anlamına gelmediğini vurguladı.
“12 EYLÜL VE TÜRK-İSLAM SENTEZİ DÖNEMİ”
12 Eylül askeri darbesi sonrası devletin din politikalarının Türk-İslam sentezi ekseninde yeniden şekillendiğini belirten Orhan, 1985’te Sabiha Gökçen’le yapılan röportajı hatırlattı:
“Sabiha Gökçen bu röportajda ‘Tekke ve zaviyeleri kaldırdı evet ama camileri kapatmadı’ diyerek bunun altını çiziyor.”
1990’lı yıllarda Refah Partisi iktidarıyla birlikte tekkelerin açılmasının tartışılmaya başlandığını belirten Orhan, bu sürecin seçici biçimde işletildiğini ifade etti:
“Zaten fiilen tekkeler, zaviyeler açık sayılır. Yani tarikatlar zaten çalışıyor. Olan aslında Alevilere oluyor gibi de gayet açık açık söylüyorlar.”
“28 ŞUBAT SÜRECİNDE KANUNUN YENİDEN DEVREYE SOKULMASI”
Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nun siyasal kriz dönemlerinde işlevsel bir baskı aracı olarak kullanıldığını vurgulayan Orhan, 28 Şubat sürecine dikkat çekti.
Dr. Orhan, kanunun Alevi açılım süreçlerinde ve eşit yurttaşlık taleplerinde devlet tarafından bir engel olarak öne sürüldüğünü söyledi.
AKP döneminde birçok yasa değişikliğine rağmen bu kanuna dokunulmamasının bilinçli bir tercih olduğunu ifade eden Orhan, konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
“Bunun üzerine daha fazla konuşarak, daha fazla panellere konu ederek, belki gündeme getirerek de bir adım atmış olabiliriz.”Araştırmacı
TEKKE VE ZAVİYELER KAPATILDIKTAN SONRA UNVANLAR DA YASAKLANIYOR”
Yazar Mahsuni Gül ise “Tekke ve Zaviyeler Kanununun Hacı Bektaş Dergahına yansımaları” başlığını değerlendirdi. Yazar Gül, dergahın yağmalanan demirbaşlarına değinerek şu bilgileri paylaştı:
“1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldıktan sonra unvanlar da yasaklanıyor. Sonrasında dergahların eşyaları için bir genelge yayınlanıyor. Bu genelgede dergahın eşyalarının bazı müzelere gönderilmesi ile ilgili genelge. Fakat Nazif Öztürk’ün eserinde yer alan bilgiye göre 25’de zaten satış başlıyor. Dergahın eşyaları satılıyor.
Bazı kaynaklarda müze heyetinden Remzi Oğuz Türkkan var mesela. Türkkan, Türkçülüğün mimarlarından biridir aynı zamanda. Yani sıradan bir insanlar değil. Bunlar bir anlamda planlı, organize, yapılmış bir şey. Fakat 1925’de eşyalar imha ediliyor. Eşyaların bazıları da İngiltere’ye hediye ediliyor. 750’ye yakın eşya, o zamanın, Milli Eğitim Vekâletinin bir kanunuyla imha ediliyor.”
PİRHA-İSTANBUL
Yoruma kapalı.