/Remzi Kaptan
*Bu kadar yıldız var olmasına rağmen, kainat hala karanlık. İnsan yaratıldığından bu yana da bu yıldızlar kadar, belki daha da çok söz söylendi. Ama sözün ışığı, hakikatin karanlığını aydınlatmaya hiç bir zaman yetmeyecek. Çünkü hakikat söze dökülmez. Söz söylendikçe, hakikat perdelenir. Necm suresini hatırlıyor musunuz. “Sonra o, yaklaştı. O na iki yay kadar, belki ondan daha yakiyn oldu”. İşte dostlarım, hakikate söz ile değil, hal ile yaklaşırsan; iki yay kadar belki ondan daha da yakın olursun. Bu iki yayı birleştirirsen bir daire olur. Bu daire üzerinde hareket edersen her zaman başladığın noktaya dönersin. başladığın nokta, arayışının sonundaki hakikattir. Keramet baştadır. Pervane olanın başı döner ki, başa dönsün. Bu sebeple hiç noktan kanat çırpsın. Dönerken kanat çırpar pervane. Hakikati kanat çırpmak zanneder. Aslolan ışığa gark olmaktır. Sonrasında ışığa konar ve yanar kül olur. Küllerinden yeniden doğar, Zümrüd-ü Anka gibi. İşte doğmak, başladığın noktaya dönmektir.
* Sükutu Harf-Hüseyin Albayrak-Dharma Yay ınları-Sayfa; 89-90
Fazlullah Hurufi, (Fadlullah Astrabadi ve Naimi olarak da bilinir) 1339 (veya 1340) yılında Astrabad da doğmuştur. Fazlullah’ın babası devrin önemli alimlerinden biriydi ve bazı kaynaklara göre Evladı Resuldü. İnancın yaşandığı ve yaşatıldığı bir çevrede dünyaya gelen Fazlullah, doğal olarak küçük yaşlardan itibaren yaşıtlarından farklı olarak bir çok dini ve daha başka bilgileri öğrenerek büyüdü.
Menkıbevi şekilde aktarlan hayat öyküsünde Fazlullah, delikanlılık çağının ilk dönemlerinde dervişin birinden Mevlana’nın
Sonsuzluğun gerçeği varken ölümden korkmak neden?
Mezara nasıl girersin sen Allah’ın ışığı altındayken?
adlı şiirini (veya buna yakın, benzer başka bir beyiti) dinler. Anlatıma göre bu beyiti duyar duymaz kendinden geçer ve kendine geldikten sonra hemen hocasına koşar ve bunun ne anlama geldiğini sorar. Hocası, bu beyiti anlamak için insanın kendisini tamamen bu yola adaması gerektiğini söyler. Yaşamın anlamını çözmek isteyen genç Fazlullah kararını verir ve rahat, güvenli hayatını bırakıp bir gezgin olarak yollara düşer. Bundan önceki ömründe rahat ve güvenli bir yaşam sürmüş olan Fazlullah, zahmetli ve yorucu bir yolculuktan sonra dönemin önemli merkezlerinden bir olan Isfahan kentine gelir. Bir süre burada kalan ve kaldığı süre içerisinde çeşitli kişilerin ve grupların sohbetlerine katılan ve böylece farklı bakış açıları, düşünceler ile tanışan Fazl, bu defa Mekke’ye gider. Mekke de bir süre kalan Fazlullah, buradan Harezm bölgesine geçti. Harezm bölgesinde de gereken bilgi ve tecrübeleri edindikten sonra Meshed kentine geçer. Bu kente bulunan sekizinci imam Ali Rıza’nın türbesinde bir süre hizmet ve ibadet eder. İnançta, duyguda düşüncede gelişen ve derinleşen Fazl, rüyalar görmeye başlar. Rüyaları gördüğü ilk dönemler, rüyaların bir süre sonra gerçekleşmesi ilk etapta Fazl`ı oldukça tedirgin eder. Zamanla bunun kendisine ait özel bir yetenek olduğunu fark edince tedirginlik yerini rüyaları anlamlandırmaya bırakır.
Fazlullah, sadece kendi rüyalarını değil, kendisine rüyasını anlatan herkesin rüyasını yorumlar.
Belli bir birikime ve bilgiye sahip olan Fazlullah, kendisi ile sohbet eden insanların sorularına verdiği cevaplar ve sorunlarına getirdiği çözümler ile sevileni ve takipçisi çok bir eren olur. Her ne kadar menkıbevi şekilde anlatılsa da, özünde biriken duygu ve düşünce yoğunluğunun dışa taşması sonucu seveni ve takipçisi çok olan bir eren oluyor. Sadece rüyaları doğru şekilde yorumlamaktan ziyade, hayatın anlamına dair edindiği ruhsal ve düşünsel birikimlerin paylaşılması ve bunların kabul görmesi ile sevenleri çok oluyordu. Çünkü Fazlullah, insanların o güne değin duymadıkları, bilmedikleri bir yol ile, yöntem ile gerçekleri anlatıyordu. İşte Fazlullah ve dostlarının hakikatleri anlatmaları ve bu anlatımların kabul görmesi sonucu sevenlerinin, yolunu benimseyenlerinin git gide çoğalması, her dönem olduğu gibi karanlığın temsilcisi olan ruhları tedirgin ediyordu. Bu korku ve tedirginlik sonucu Fazlullah ve dostları, her dönem baş vurulan “din dışı, sapık kişiler” oldukları gerekçesiyle baskı altına alınmaya başladılar. Düşünceleri, görüşleri, inancı şeriata ters bulunan Fazlullah, 1394 yılında katledildi. Ayaklarına taş bağlanarak cesedi sokaklarda parçalanarak teşhir edildi. Fazlullah’ı katledenler sevenlerine, onun düşünce ve yöntemini benimseyenlere çok büyük trajediler yaşattılar. Ancak Fazlullah’ın düşünceleri, bütün kıyım ve baskılara rağmen, farklılaşmış olarak da olsa yaşamaya devam ediyor.
Fazlullah Hurufi’nin Düşünceleri ve Hurufiler
Fazlullah Hurufi, öncelikle harfler ve harflerin sayılarla bağlantısı üzerinde durur. Fazlullah’a göre anlama ve kavrama noktasında harfler ve sesler esas alınmalıdır. Yaşamı, evreni, insanı ve Yaratanı anlamak için harflerin anlamını bilmek gerekiyor.
Araştırmacı yazar Esat Korkmaz, Hurufiliği kısaca şöyle tanımlıyor; “Varlığın özünü oluşturan harflerler seslerdir. Harflerin oluşturduğu seslerin görünüş alanına çıkmasıyla varlık türleri oluşur. Ses insanda söz olarak gerçekleşir; harfler dile aktarılınca söz niteliği kazanır; bu durumda ses aracılığıyla harflerin mana aleminden madde alemine geçmesi algılanır ve oluş böylece gerçekleşir. Evrenin özeti olması nedeniyle insanın yüzü hakikatin aynasıdır. İnsan yüzündeki doğuştan gelen yedi çizgi (hutut-ı ebiye) yedi göğü; yine yüzündeki sonrada oluşan yedi çizgi ( hutut-ı ümmiye) yeri temsil eder. Bu on dört çizgiyle bu çizgilerin insan yüzünde bulundukları on dört yerin toplamı 28’dir; 28 harf Tanrıyı gösterir. Hurufilikte, bütün varlıklar insana, bütün insanlar ise peygamber ve imama bağlıdırlar. Nasıl ki peygamberlik Hz. Muhammed’le en yüce ve en son noktasına ulaşmışsa tıpkı bunun gibi imamlık da Hz. Ali’yle olgunluğa ulaşmıştır”. (Bak: Alevilik Terimler Sözlüğü- Esat Korkmaz)
Tarihçi yazar Murat Bardakçı da Hurufiliği kısaca şöyle tanımlıyor: “Temeli ses, harf ve sayı kavramlarına dayanan “Hurufilik”, Arapça “harf” sözünün çoğulu olan “huruf” kelimesinden gelir ve “harflerle ilgili” demektir. Hurufiliğin kurucusu olan Fazlullah, mezhebinin kurallarını Farsça olarak kaleme aldığı ve “Câvidannâme” ismini verdiği kitabında ayrıntılarıyla ama sembollerle dolu bir şekilde anlatır. Mutlak gerçeği rüyasında gördüğünü iddia eder, sisteminin temelini Arapça’nın 28 harfine Farsça’ya mahsus dört harfin ilâvesiyle ve bu harfler arasındaki matematik ilişkiler vasıtasıyla geliştirir. Fazlullah’ın sistemi, en basit ifadesiyle şöyledir: İnsanın yüzünde yedi adet “hat” vardır ve bunlar iki kaş, dört kirpik ve saçtır. Doğumla vârolan bu özellikler, “anne hatları”dır. Erkeklerde “baba hatları” denilen ve ergenlik çağında ortaya çıkan bıyık, sakal, burun hattı ve dudak altı çizgisi de on dört adettir. Toplamı 14 olan bu hatlar, çıktıkları yerlerin de ilâvesiyle 28’e, saçın ve dudak altındaki hatların da ikiye ayrılmasıyla 32’ye yükselir. 28 sayısı Arapça olan Kur’an’ın, 32 de Farsça Câvidannâme’nin yazılışında kullanılan harflerin sayısıdır. Fazlullah, temeli bu basit hesaba dayanan Câvidannâme’sinde daha sonra değişik matematik hesaplamalar yaparak dinle ilgili yeni kurallar koyacak ve aynı hesaplama biçimleriyle kâinatın geleceğinden sözedecektir. Bütün bu bilgilerin yazılı olduğu Câvidannâme’nin nüshaları asırlar boyunca defalarca imha edildi ama çok sayıda nüshası bugüne kalmayı başardı”. (14.01.2007 Sabah)
Yukardaki kısa ve öz anlatımlardan da anlaşılacağı üzere Hurufilik, egemen olan dini inanç ve anlayışların hiç bir zaman kabul etmeyecekleri bir düşünce, bakış açışı ve inançtır. Kabul etmedikleri gibi bu düşünceleri benimseyenler çok büyük acılar yaşadılar. Bu noktada yine Tarihçi yazar Murat Bardakçı’nın yazdıkları iyi bir kaynak niteliğindedir. “Edirne’nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450‘li yılların sonlarına doğru günlerce devam eden bir çabayla büyük, çok büyük ve birkaç bin kişiyi alabilecek devâsâ bir çukur kazıldı. Kazma işi nihayete erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Hararet, cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, elleri kolları bağlı binlerce kişiyi ite-kaka çukurun etrafına sürüklediler. İlk tekbiri, herkesin hürmet gösterdiği sarıklı, yaşlı bir zât getirdi. Bunu, çukurun etrafındaki askerlerin gerisinde durup olup biteni takip eden binlerce kişinin hep bir ağızdan getirdiği tekbirler ve ardarda sıralanan lânetler takip etti. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri-kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryatları tekbirlere ve lânetlere karışıyor; kavrulanların miktarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden bu facia dinmeden, hiç kimse meydanı terk etmedi; son kurbanın da kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lânet okuduktan sonra dağıldılar. Yakılanların suçları “Hurufi” olmaktı”. (14.01.2007 Sabah)
Murat Bardakçı’nın yazdıklarına ilave edecek pek bir şey yok. Hurufilerin bütün suçu günahı egemen dini anlayışlardan farklı bir inançlarının olmasıydı. Bunun için binlercesi Edirne de yakıldı. Nesimi’nin derisi yüzüldü. Daha bir çok akıl almaz vahşetler yaşatıldı. Hurufiler bunca insanlık dışı kıyımlara, işkencelere inançlarına bağlılıklarından dolayı katlandılar. Bize düşen; Hurufiliğin inanç değerlerini tekrar ortaya çıkarmak, doğru bir anlatımla tekrar gündemleştirip insanlığın hizmetine sunmaktır. Ne yazık ki uğruna bunca ağır bedellerin ödendiği bu değerleri yeteri kadar öğrenip sahiplendiğimiz söyleneme
Yoruma kapalı.