Alevi Haber Ajansi

Faik Bulut: Cemaatleri cemaatlerle temizlemeye çalışıyorlar

Haber Sol’un “Tarikatler Cemaatler Dağıtılsın” başlıklı söyleşi dizisinde bugünkü konuk yazar Faik Bulut oldu.

Bulut’la cemaat ve tarikat yapılanmalarının tüm yönleri konuşuldu.

Türkiye’deki tarikat-cemaat yapılanmasının tarihi; siyaset ve sermaye ilişkilerine dair genel değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

Bugün İslami sermaye dediğimiz tarikat-cemaat sermayesinin başlangıcı Osmanlı’dan başlayan yardımlaşma sandıkları, korporatist dayanışma gibi yapılara dayanır. Cumhuriyetle birlikte, tekke ve zaviyelerin kapatılması bu oluşumların da bir süre faaliyet gösterememesi anlamına geldi. Bu ara, 1950’ye, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine kadar devam etti. Demokrat Parti’yle Menderes’in popülist ve oy avcısı politikaları sayesinde tarikat-cemaat örgütlenmeleri devletle yeniden barışık hale geldi.

Süleyman Demirel dönemi ve arkasından Erbakan dönemlerinde hem devletin içinde bürokraside, hem de ticarette devletten krediler almak suretiyle yükselişlerine devam ettiler; ki buradaki en önemli figür Özal’dır. Özal finans kapitali islami kesimin de içinde devindiği bir sistem haline getirdi. İslamcılar finans kapitalle Özal zamanında tanıştılar, dolayısıyla islamcıların finans kapitale el attıkları zaman da bu zamana tekabül eder.

AKP iktidarıyla birlikte bu kesimlerin önleri tamamen açıldı. AKP’nin kendisi içi attığı en “bilge” adımlardan bir tanesi TÜSİAD’a güvenmemesi oldu. Bu AKP’nin Özal döneminden çıkardığı bir derstir: Kendi sermayesini yaratamayan iktidarın altı boş kalıyor. AKP hem Fethullahçılar’ı hem kendine yakın diğer sermaye gruplarını ve bankaları destekledi. Günümüze geldiğimizde islamcı sermayenin artık üretime dayalı yerel Anadolu kaplanları olmaktan çıkıp küresel sermayenin bir bileşenine hatta komprador burjuvaziye dönüştüğünü görüyoruz.

O zaman şöyle devam edelim. AKP, Erdoğan yönetmek için neden tarikat ve cemaatlere ihtiyaç duyuyor?

Bunun birkaç nedeni var, birincisi ideolojiktir. İslami bir dünya görüşünü benimseyen, “alnı secdeye değen” herkesi kendilerinden sayıyorlar ve bu temelde gelecek bir toplumsal desteğe muhtaçlar çünkü iktidarlarını ancak dini temelde örgütlenmiş cemaat-tarikat örgütlenmeleri üzerinden popüler ve kalıcı hale getirebiliyorlar.

İkincisi, tarikatların faaliyetleri dergahta namaz kılmak, oruç tutmak, basit ritüelleri yerine getirmekle sınırlı değil; bir sermaye gurubu, holding gibi hareket ettiklerini gözlemliyoruz. Erbakan-Milli Görüş geleneğiyle birlikte sermaye gibi hareket eden cemaat ve tarikatlara ekonomik bağlamda devlet desteği sağlanmaya başlandı ki, iktidarlarlarının altı dolsun. TÜSİAD’a olan güvensizlikleri bu odaklara destek vermelerine yol açtı. Türkiye dışına Afrika’ya ve Orta Asya’ya olan açılımlar da bu sayede gerçekleşti.

Üçüncüsü de, tarikat-cemaat örgütlenmelerinin emperyalistlerin Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya ilişkin siyasetleriyle örtüşmesi oldu. Arap Baharı’yla başlayan islamcı yükselişle Türkiye’den bütün bölgeye örnek teşkil edebilecek bir ılımlı islam modeli yaratılmak istendi; tarikat ve cemaatler de Batı’da ılımlı islamın taşıyıcıları olarak görüldü. Ancak Batı’nın “ılımlı islam gelirse radikal islam kaybolur” tezi çürüdü. Görüldü ki, zemin ne kadar islami olursa radikalliğe dönüşüm de o kadar çok oluyor. Bu Mısır’da da Tunus’ta da görüldü. Türkiye’de daha fazla görülüyor. IŞİD’e sempatinin yüzde 8 olduğu bir ülke haline dönüştü Türkiye, tarikat ve cemaatler de daha radikal hale geldi. IŞİD militanlarının çoğunu Türkiye’deki tarikatlardan, dergahlardan devşiriyor. Toparlayacak olursak cemaat ve tarikat örgütlenmelerinin toplumu yönlendirmek, mobilize etmek, bir arada tutmak, devletin önemli kadrolarına kendi cenahlarından adam yetiştirmek gibi çok önemli işlevleri var AKP açısından.

Türkiye’deki tarikatlar ve İŞİD arasında bir alışveriş var mı?

Polisiye bağlamda bu soruya cevap verebilmem mümkün değil ama fikriyat düzeyinde alış-veriş olduğunu düşünüyorum. Radikalleşen bireylerde IŞİD’in ezilenlerin islamını temsil ettiğine dair bir algı var; devşirmelerdeki temel motivasyon da bu oluyor.

Fethullah Gülen cemaatine dönelim, tasfiye gerçekleşti mi sizce, sonlandı mı?

Hayır, iki nedenle tasfiye gerçekleşmedi. Birincisi, kökleri son derece derinde ve 1960’lardan itibaren özellikle 70’lerden itibaren iktidarı ele geçirmek temelinde hareket eden, devletin bütün kurumlarında örgütlü, sermaye gruplarının içine yerleşmiş bir örgütün tasfiyesi üç-beş ay içerisinde seksen bin-yüz bin insanı içeri almakla gerçekleştirilebilecek bir husus değil.

Kaldı ki, İslamcı cenahta geçişkenlik had safhada olduğu için kendilerini iyi bir AKP’li olarak kamufle etmeleri mümkün. Kaldı ki bu hususu polisiye bir tutumla çözmesi de mümkün değil; görüyoruz, bugün birisini tutukluyor sonra bir bakıyorsunuz daha dün tutukladığı, işten attığı kişileri yeniden işe alıyor. Görmeden ve bilmeden boşluğa tırpan sallıyor AKP.

Gülen Cemaati’nin en çok beslendiği “Risale-i nur” hâlâ revaçta. Onun yazarı ve Gülen’in öncülü diyebileceğimiz Said-i Nursi iktidar katında hâlâ saygın. Bu çelişkilerle iktidar kendisiyle Gülen arasındaki farkı yalnızca darbe gecesiyle tanımlamış olmuyor mu?

Tabii Nurettin Veren bugün Akit’te yazıyor keza Hüseyin Gülerce ve Latif Doğan AKP’ye yakın olmaya devam ediyor, Alaattin Kaya ve Boydak’ın beyanları da AKP tarafından kabul edildi ve affedildiler. AKP dünya görüşü ve fikriyat sorgulaması yapmıyor; 15 Temmuz’da kimin safındaydın, ona bakıyor. Dolayısıyla aslında bunları (Fethullahçıları) kökünden temizlemesi mümkün değil. Temizlemek olayın köküne inmeyi gerektirir.

Laiklik, din-devlet ilişkilerinin düzenlenmesi yani aydınlanma temelli bir yaklaşım gerekir ki, bunlar AKP’nin yapabileceği işler değil. Ayrıştırılamaz bir tözleri var; dolayısıyla AKP kendi içine hiç dokunmadı, dokunamadı.

Bu içiçelik hali ideolojik mücadele ve ciddi bir laiklik ve aydınlanma programıyla ayrıştırılabilir; bunlar da AKP’de bulunmadığından bu husus önümüzdeki günlerde AKP için bir kriz başlığıdır. Cemaatleri cemaatlerle temizlemeye çalışıyorlar, şimdi de Menzilciler geliyor, başka cemaatler geliyor; bu sürdürülebilir bir şey değil. Fethullah’ın bir özelliği küresel çıkarların, oyuncuların kesiştiği bir noktadan kuvvet alıyor öz kuvveti dışında. Ancak Menzilciler’in bugün Fethullahçılar’dan küçük olması yarın bir gün bunların uluslararası irili ufaklı aktörlerle iş tutamayacağı anlamına gelmez; bunun garantisi yok.

Son tahlilde bu bir iktidar meselesidir ve iktidarı arzuladığı zaman mikro iktidardan başlanır sonra makro ölçeğe doğru genişler. Menzilciler şimdi Sağlık Bakanlığı’nda örgütlüler; bu diğer bakanlıklara yayıldığında bu sefer devletin tümünü ele geçirmek isteyecek, bunu yapabilmek için müttefikler arayacak kendine. Bu müttefikler bölgesel olabilir büyük devletlerden olabilir.

Yani kategorik olarak tüm bu cemaat ve tarikat yapılanmalarının aslında devleti ele geçirmeye çalıştıklarını mı söylüyorsunuz?

Evet, sonuçta amacınız ele geçirmekse orada bir iktidar arayışı içerisindesiniz demektir, tahakküm ilişkileri söz konusudur. İktidar iki kişiyi kaldırmaz, iktidar olan diğerlerini tasfiye eder. En fazla ittifaklar olur ki, bunlar da bir yere kadar gider, sonra tekmeler vurulur; ki AKP-Cemaat ilişkisinde de bunu gördük.

Başta Recep Tayyip olmak üzere AKP cenahı Nakşbendi meşrebindendir yani o dergaha bağlıdır. Nakşilerin içerisinde de Esat Coşar’ın dergahı geriledi, bu sefer de Erenköy cemaatinin yıldızı parlamaya başladı ki, Kadir Topbaş bu cemaattendir. Ha keza Ahmet Taşgetirenler de bu gelenektendir. Yani birisi giderken öteki geliyor.

Menzilciler de Nakşibendi ve devletin birçok kademesinde etkin. O zaman anlıyoruz ki devlet tasfiye olan Fethullahçılardan boşalan alanı birden fazla cemaatle dolduruyor…

Yine Nakşi gelenekten gelip sonra değişen Nurcular ve Kırkıncıhocacılar dışında Türkiye’de iktidar pastasından pay alma derdinde olan bütün sünni cemaatlerin Nakşibendi olduğunu söyleyebiliriz. Nakşilik bir tarikattır esasında diğerleri yani Işıkçılar, Erenköy cemaati, İsmailağa cemaati, Süleymancılar Nakşi tarikatının dergahlarıdırlar. Osmanlıdan günümüze gelenek olduğu üzere iktidar devlet tarafından Nakşi cemaatleri arasında paylaştırılmaya devam ediliyor.

Biraz Kürt bölgesi ve Kürt siyasetine, bunların cemaat-tarikat ilişkisine geçelim. Bu gerici cemaat-tarikat örgutlenmeleri bölgede hep Kürt siyasetine, PKK’ye bir alternatif oluştursun diye yükseltildi AKP eliyle, cemaatlerin bölgede bu kadar rahat zemin bulabilmesi nasıl mümkün oldu?

Bölgesel olarak çok farklılık olduğunu düşünmüyorum. Bir cemaat İzmir’de ne kadar taban bulabiliyorsa Karadeniz’de de, İstanbul’da da Kürtlerin yaşadıkları bölgelerde de aşağı yukarı aynı oranda hakimiyet kuruyor. Kürtlerin ulusal bilincinin önünün kesilmesi AKP döneminde başlamadı; bu cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren istikrarlı olarak sürdürdüğü bir politikaydı. Atatürk de çoğunu yasaklamış ve kapatmış olmasına karşın bir kısım Nakşi dergahını korumuştur; devlete yardımcı olduğunu düşündüğü azınlığı desteklemiştir.

Mesele o zamanlardan başlamışsa da, Demokrat Parti iktidarıyla bir ivme kazanmıştır. Bu ivmeyle beraber Kürt bölgelerinde de cemaatlerin, Kürtlerin ulusal bir bilinç kazanması önündeki set çekici rolü çok tartışılmış ve nihayetinde Demirel-AP döneminde uygulamaya sokulmuştur. Ancak bu politika en çok 12 Eylül sonrasında Evren döneminde uygulanmıştır ki, 1984’te de Kürt silahlı hareketi ortaya çıkmıştır. Bundan önce komünizme karşı, anti-komünist temelde Kürt bölgelerini dindarlaştırmak, tarikat-cemaat faaliyetlerinin yoğunlaşması adına adımlar atılıyordu; fakat Evren’le birlikte tarikat ve cemaat faaliyetleri Kürt ulusalcılığına karşı desteklenmeye başlamıştır.

Çok ilginç bir örnektir; Kenan Güven olması lazım, Dersim gibi Sünnilikler hiç ilgisi olmayan bir yerde Kürt-Alevi çocukları toplayıp İstanbul’da tarikat yurtlarına gönderiyordu. Yani bu mesele AKP ile başlamasa da, AKP ile hızlandı. AKP ile gelen bir başka husus da bu döneme kadar bölgeye giremeyen tarikat ve cemaatler bu coğrafyaya girme fırsatını buldu. Mesela daha önce Kürt bölgelerinde göremeyeceğiniz Mahmut Ustaosmanoğlu-İsmailağa cemaati gibi Süleymancılar gibi yapıların Kürtler’in yoğun olduğu bölgelerde de önü açılmıştır; zira daha önceden faaliyetleri olan Kadiriler de AKP ile ivme kazandı.

Bölgedeki diğer bir Kürt aktör olan Mesut Barzani’nin egemenliğindeki coğrafyada durum nedir?

Barzani de, Suriye’deki, Irak’taki, İran’daki sünni kürtlerin büyük çoğunluğu gibi Nakşibendidir. 200-300 sene önce Barzani ailesi Kadiri idi ancak şimdi çoğu Nakşidirler. Barzaniler’in Kadirilikten Nakşiliğe geçmesinin sebebi 1700’lü yıllarda Şeyh Nevrana Halid adlı Süleymaniyeli bir Kürdün Hindistan’a giderek Nakşilik eğitimi alması ve döndüğünde de “100 halife yetiştirmesi”dir ki, bu 100 kişi Şam, Bağdat ve Irak Kürdistanı’ndadır. Yine bu 100 kişiden 30 tanesi özel olarak Kürtler’den seçilmiştir ki, Mesud Barzani’nin dedesinin dedesi bu grubun içerisindedir.

O dönem yetiştirilen Kürt halifelerin kurdukları cemaatlerin çoğu o dönemin Kürt milliyetçiliği ile Nakşibendiliği harmanlayarak 1883’lerden itibaren isyanlar başlatırlar. Şeyh Ubeydullah isyanı bunlardan bir tanesidir. İran, Irak ve Türkiye’nin kesiştiği yerde Nahri diye bir bölge ve isimini bulunduğu bölgeden alan Nahri cemaati var. Bunlar bilinirler çünkü Şeyh Sait’e destek vermişledir. İsyan sırasında ha keza İran ve Irak’taki ayaklanmalarda da buradaki isyancıları desteklerler. Yani bağlarsak Nakşilik Kürt milliyetçiliğine de önemli oranda ivme kazandırmıştır, literatürde militan Nakşilik olarak geçer.

Biraz da üzerimize çöken bu karanlık bulutlardan öteye bakalım. Karanlıktan çıkış nerede?

Aydınlanmanın soyut bir söylem olmaktan çıkmalı; somut, hayatla bağları olan bir kavram olmalı. Bu iktidar saatte 500 km hızla kendisine bütün muhalif usurları biçerek ilerliyor ve tahminimce Nisan ayına kadar bu şekilde devam edecek. Eziyor, yok ediyor, imha ediyor solcular, demokratlar, Kürtler he zaman namlunun ucundalar. İktidarın bu kadar hızlı giderken uçuruma sürüklenmesi de söz konusu olabilir. İşinden atılanlar var solcu ve muhalif olmalarına rağmen, aç insanlar var; hatta bazı sermaye odakları bile TÜSİAD gibi bunlardan rahatsız.

Günlük hayatta bu tırpanın biçtiği yerlerin örgütlenmesi gerekiyor. Bu mücadelelerin birleşmesi gerekiyor. Gündelik hayattan gücünü almayan bir aydınlanmanın soyut kalacağını düşünüyorum. Herhangi bir sol hareket sadece kendi vadisinde yürürse o vadiden çıkamaz; halbuki Türkiye’nin vadisi çok daha büyük. 550 tane dernek kapanmış, memurlar, öğretmenler işten atılıyor düşünebiliyor musunuz? Bunların hepsi birbiriyle ilintili hususlar burada Kürtler’in mücadelesi var, demokrasi mücadelesi var, çevre hareketleri var… Aydınlanma Hareketi bunları dikkate alırsa bunların içinde bir damar olabilir. Bu damarların bir akarsu gibi birbirine kavuşması gerekiyor. Kadın hareketi bir damardır, çevre hareketi bir damardır; bunları dikkate almayan aydınlanma soyut kalacaktır.

Peki sizin nasıl bir Türkiye tasavvurunuz var?

Ben sosyalistim. Kürt olmam hasebiyle Kürt meselesiyle de uğraşıyorum. Ancak mesele “nasıl bir Türkiye kuracağız”dan önce önümüzde duran, hepimizin ortak sorunu olan iktidarın faşist uygulamalarını durdurma meselesidir. Bu iktidar şiddet uyguluyor. Bizzat öldürmese de işten atıyor, aç bırakıyor. Bu da büyük bir şiddettir.

Öncelikle bu iktidarın durdurulması sonra geriletilmesi gerekir. Birden devrilmeleri mümkün değil. Mesela Aydınlanma Hareketi’nin gazetesindeki slogan hoş bir slogan “cemaatler ve tarikatlar kapatılsın” ama bunun altyapısının oluşturulması sokak hareketleri ve siyasal hareketin birleştirilmesi gerekir. Yakın zamanda bir yasa hazırlığı var mesela tarikatlara ve cemaatlere hukuki anlamda da özgürlük yolunu açacak bunu da “Alevilere özgürlük veriyoruz” diye yapacaklar. Mesela bunun önlenmesi gerekir, bu hareketin bunu önlemesi gerekir.

CHP mücadelesini parlamentoyla sınırlıyor. Canavar bir iktidar var ve CHP sanıyor ki solcuları, demokratları, Kürtler’i iktidarın yutmasına karşı çıkmazsa kendisine dokunulmayacak. Fakat öyle değil işte görüyoruz CHP’li milletvekillerine de dokunulmaya başlandı. CHP sokaktan, kitle hareketlerinden korkuyor. Sokağa çıkan kitlelerin, devletçi bir anlayışla, kendisini aşan arayışlar içine girmesinden korkuyor; dolayısıyla muhalefetini sınırlı alanlara hapsediyor.

CHP “Suriye’de savaşa hayır” diyordu, savaşa hayır demekle olmuyor. Savaş istemiyor olsaydınız yığardınız 1-2 milyon kişiyi meclisin önüne, piknik yapardı bu insanlar, siz de beyan ederdiniz meclisten “savaşa hayır” dediğinizi. İşte o zaman korkarlardı savaştan.

HDP cephesi de çok aktif değil. Onunla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Bölgede çok ağır bir savaş yürüdüğü için insanlar yorgun. Tabi orada belli bir örgütlü güç var ama öncelikle insanların yavaş yavaş yaşayarak, görerek baş kaldırmalarını beklemek zorundayız.  (N.M)

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak