Alevi Haber Ajansi

‘Diyanetin sözü, devleti yönetenlerden daha fazla geçiyor!’-VİDEO

PİRHA –Prof. Dr. Şükrü Aslan, günümüz Diyanet İşleri Başkanlığı’nı “Bir tür imparatorluk” sözleriyle ifade ederek devlet üzerindeki yüküne işaret etti. Aslan, “Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Diyanet ile bugünkü Diyanet’i aynı kategoride değerlendiremeyiz. Bugünkü Diyanet, herkesi kendisi gibi düşünmeye mecbur eden bir ikinci devlet gibi. Hatta belki de asıl devlet gibi” diye ekledi.

Pir Haber Haber Ajansı (PİRHA) olarak yeni bir haber dizisiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nı masaya yatırıyoruz.

Türkiye’de halkın en güvenmediği ikinci kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı her geçen yıl artan bütçesi, genişleyen yetkileri, yaptığı açıklamalarla, verdiği fetvalarla toplumsal yaşamın her alanında gittikçe daha çok söz sahibi oldu. Din işlerinden sorumlu, devlete bağlı bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), kurulduğu 1924 yılından bu yana devlet içindeki varlığı, işlevleri, iktidar politikalarının hayata geçirilmesindeki etkin rolü, her geçen yıl artan bütçesi ve değişen siyasal konumu itibariyle her daim bir tartışma konusu oldu. Son yıllarda eğitim-öğretimde de etkin rol verilen Diyanet Milli Eğitim Bakanlığı ile çeşitli protokoller imzalayarak laiklik karşıtı eğitimin kalıcılaşması için çabalıyor.

“Bütçesi büyük, varlığı tartışmalı kurum olan Diyanet‘in tarihsel ve güncel görevini, toplumdaki yerini, laiklik karşıtlığını, kadınlara bakışını, Alevi toplumu üzerindeki etkisini Akademisyen Prof. Dr. Şükrü Aslan ile konuştuk.

SEKÜLER YAŞAMA KARŞI GELİŞTİRİLEN DİYANET!

PİRHA: Diyanet’in kuruluş amacı nedir?

Prof. Dr. Şükrü Aslan: Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması cumhuriyetin hemen ardından gündeme gelen bir konu. Dolayısıyla cumhuriyet ve din ilişkisi bağlamında hep gerilimli tartışmalara konu olmuş bir mesele bu. Gerek DİB kuruluş yasasını incelediğimde, gerekse döneme ilişkin olarak yapılmış analizleri okuduğumda şunu görüyorum; cumhuriyet yeni bir rejim olarak, yani Osmanlı’nın geleneksel dini düzeni dışında daha seküler bir toplum kurma tahayyülü olan yeni bir rejim olarak, dini alanı da düzenlemek ihtiyacını duyuyor. DİB, aslında bu alanı düzenleme ihtiyacının bir ürünü.

Peki dini hayat dediğimiz ne? Türkiye’de dini hayat, o koşullarda doğal olarak çok baskın. Yani geleneksel kültürler ki onların içerisinde dini kültürler çok baskın, belki de bütün toplumu bunlar yönetiyor. Ve belki de toplumun bütün kesimlerinin gündelik hayatının düzenlenmesinde yeni bu değerler baskın oluyor. Bu değerler gelenekten geldiği için çok güçlü. Dolayısıyla cumhuriyet, bütün diğer alanlara olduğu gibi bu alanı da yeni baştan tanzim etmek gibi bir politik görev belirliyor. Birçok farklı alanda bu yeni düzenlemeler yapılırken geleneksel olanı tasfiye etmek, yani yok saymak ya da yok etmek gibi bir politika izlerken, dini alanda bambaşka bir politika izliyor. Yani tasfiye etmek ve yok etmek değil; görünmez kılmak da değil, tam tersine görünür kılmak ama kontrol altına almak… Bence DİB’in kuruluşunu bize anlatacak anahtar cümle budur. Dini hayatı yeniden düzenlemek, fakat kontrol altına alarak düzenlemek. DİB, bunun aracı oluyor. Çünkü Türkiye’de ‘diyanet’ dediğimiz zaman aslında akla doğrudan Sünni İslam inancı geliyor. Cumhuriyetin de diyanete yüklediği anlam bu. Mesela cumhuriyetin 1924 yılında çıkardığı en uzun kanunlarından biri olan Köy Kanunu’nda, köylerdeki dini hayat tartışılıyor ve köylerde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yapmaları gereken mecburi işler arasında cami ya da mescit belirtiliyor. Yani başka bir inanç mekanı değil. Dolayısıyla cumhuriyet de Sünni İslam’ı kabul edip görünür kılıyor. Kendini de aslında onunla tanımlıyor. Çünkü devleti yönetenlerin pek çok konuşmalarında Sünni İslam’a gönderme yapan birçok açıklama bulabiliriz. Peki neden bu alanı düzenliyor? Kritik soru belki de budur. Dini hayatı hem dönüştürmeyi öngörüyor hem de zaman içerisinde seküler hayatı önündeki bir engel olmaktan çıkarmayı öngörüyor. Bunun için gerekiyorsa radikal biçimde kontrol etmesi gerekir ve biz bu kontrolün mekanizmasına baktığımızda da bu hedefi daha net görebiliyoruz. Kontrol ise şöyle; bütün camilerin bir görevlisi oluyor, bu görevliler hiyerarşik olarak bir üst birime bağlı oluyor ve en nihayetinde hepsi DİB’e bağlı oluyor. Dolayısıyla aşağıdan yukarıya tabi olunan bir ilişki. Yukarıdan aşağıya doğru emir ve talimatnamelerin hızla ulaştığı bir sistem kuruyor. Mesela bunu en net cuma hutbelerinde görebiliyoruz. Merkezden bir metin üretiliyor, bütün Türkiye’deki camilere gönderiliyor ve cuma namazlarında okutuluyor. Mesela ne tür şeyler okutuluyor diye baktığımızda, aslında denetim ve kontrol altına alma politikası daha net anlaşılabiliyor. Ama tabii rejimin, dini hayatı kontrol altına alma politikasının belki en çıplak örneği ezanın Türkçe okunması kararıdır. Bu da DİB’in hemen kurulduğu dönemde değil tabii 1932 yılında bu karar alındığında aslında modern ulus devlet kurma politikasının katı, hiyerarşik bir modern devlet kurma politikasının dini alandaki karşılığını görüyoruz.

Buradan her şeyin Türkleştirildiği bir politik tahayyül var ve o tahayyül dini hayatın da Türkçeleştirilmesi, dolayısıyla aslında Türkleştirilmesi gerektiğini düşünüyor. 1930’ların Türkiye’sinde her ne kadar Türkiye, Müslümanlığın çok yoğun ve katı şekilde yaşandığı bir ülke olup her ne kadar nüfusun büyük bir çoğunluğu köylü ve adeta pür İslami ritüeller içerisinden geliyor olsa da gelenekler için devletle gerilim yaşayacak, karşı çıkacak halleri yok. O yüzden o kararlar toplumda kabul ediliyor. Ben bu kabulü biraz tırnak içine alıyorum. Çünkü bu uygulama, bir mecburi uygulama. Bir uygulama devlet tarafından mecburi hale getirildiğinde çok değişik grupların onunla karşılaşma biçimi genellikle itaat biçiminde oluyor. O yüzden ezanın Türkçe okunması gibi radikal bir karar bile 1932’nin Türkiye’sinde önemli bir direnişle karşılaşmıyor. Ama tabi kontrol altına almak bundan da ibaret değil. Aynı zamanda çizgiyi aşan, yani rejimin öngördüğü seviyede İslami düşünmeyi ve davranmayı aşan bireyler varsa onların takip edilmesi, yargılanması gibi eylemlere de başvuruyor ki bunun da çok ilginç örnekleri var. Bunların hepsini topladığımızda şöyle bir sonuca varıyorum; DİB, cumhuriyetin kurduğu bir kurum fakat cumhuriyetin bu kurumu inşa etme biçimi ve nedeni Türkiye’nin dini hayatını kontrol altına almaktır. Bu dini hayat Türkiye’de Sünni Müslümanların içinde olduğu bir dini hayattır.

Cumhuriyetin diğer dini hayatlara dair bir politikası neredeyse yoktur. Daha doğrusu vardır ama o kesimleri görünmez kılmak onlardan bahsetmemek ve yok saymak amacı taşınır. Dolayısıyla onlardan kalmış mekanları da yok etmek amaçlanmıştır ve Aleviler de bunun en tipik örneğidir. Cumhuriyetin Alevilerle ilişkisi onları yok saymak hatta mümkünse yok etmektir.

“ŞİMDİKİ DİYANET ADETA BİR İMPARATORLUK GİBİ”

-Tarihsel olarak faaliyetleri nasıl bir yol izledi?

Dönemsel olarak bu değişiyor. Mesela Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Diyanet ile bugünkü diyanet faaliyetlerinin çeşitliliği bakımından ve hükmedebilme gücü bakımından neredeyse kıyaslanamayacak kadar farklı. Şimdi mesela diyanet adeta bir imparatorluk gibi. Aslında adeta bir devlet gibi. Adeta bir ikinci devlet de denilebilir. Dolayısıyla Cumhuriyetin ilk yıllarındaki diyanet ile bugünkü diyaneti aynı kategoride değerlendiremeyiz. Bana sorarsanız Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Diyanet devletin yeni rejimi yani cumhuriyetin dini hayatı kontrol altına alma amacını taşıyordu bugünkü Diyanet ise aslında dini hayatı bütün başka toplum kesimlerine dayatmayı esas alıyor. Bugünkü Diyanet, herkesi kendisi gibi düşünmeye mecbur eden bir ikinci devlet gibi. Hatta belki de asıl devlet gibi.

“DEVLETİN SIRTINDA ÇOK BÜYÜK VE AĞIR BİR YÜK”

-Sizce süreç içerisinde misyonunda bir değişiklik yaşandı mı?

Evet. Aslında bunun da çok ilginç bir şekilde kırıldığı bir dönem var. O dönem, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara girişidir. Demokrat Parti’nin ilk icraatlarından bir tanesi ezanın tekrardan Arapça okutulmasıdır. 1950’li yıllardaki DİB’in arşivleri 1930’lu yıllardaki DİB arşivlerinden başka bir şey söylüyor. Bu kez Sünni İslam’a daha fazla gönderme yapan ve devlet yöneticilerinin kendini Sünni İslam şemsiyesi altında tanıtıma çabalarının çok daha baskın olduğu bir zaman. Şöyle söyleyeyim 1950’lerden Sonra Türkiye’de diyelim ki bir siyasi parti kurulacaksa veya popüler biri, siyasete atılacaksa yaptığı ilk iş bir cuma günü camiye gidip namaz kılmak ve her ne söyleyecekse onu namaz sonrasında söylemek… O gelenek 1950’lerden başlayarak günümüze kadar artarak geldi. O yüzden diyanetin bu iki dönemde radikal bir kırılması var. Fakat bunun ötesinde diyanet 1930’ların diyanetinden farklı olarak aslında bütün toplum kesimlerinin sırtında bir yük haline geldi. Çünkü diyanette istihdam edilen kamu personelinin sayısı, dolayısıyla diyanetin bütçesi pek çok devlet kurumlarının, bakanlıkların bütçesinden radikal bir şekilde fazla olduğu için, fakat bu alanda iktisadi hayatı sürdürmeyi mümkün kılacak bir üretim de yapılmadığından bu giderek bir yük haline geldi. Yani bugün DİB, aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sırtında çok büyük ve ağır bir yük gibidir. Onun için sırtından kaldırıp bir yere koyarsa çok rahatlayacaktır.

“YEPYENİ BİR DİYANET BİÇİMİ ORTAYA ÇIKTI”

-AKP’nin iktidar olduğu günden itibaren Diyanet’te nasıl bir değişim yaşandı?

Yük, daha da çok arttı. Çünkü hemen hemen her dönemde kamu görevlileri, devleti yönetenler, bu alana daha fazla yatırım yaptılar. Çünkü bu alanı istismar edilebilir bir alan olarak gördüler ve istismar ettiler. Yani daima kitlelerin dini inançlarına hitap eden ve onu çok sahipleniyormuş gibi gören, öyle bir politika geliştiren bir tutum içerisinde oldular. Sonra o tutumun bir gereği olarak diyanetin kadrosunu şişirdiler, yeni mekanlar açtılar, hiç ihtiyaç olmadığı halde birçok yere cami yaptılar, oralara görevliler tahsis ettiler ve oraların giderleri kamuya büyük bir yük oldu. Ama bugünün diyanetinin ikinci bir özelliği daha var. Bugünün diyaneti, çeşitli İslami gruplar; yani gündelik dilde onlara tarikat deniliyor, o grupların, diyanetin herhangi bir birimini, camisini ya da mekanını bir tür kendi kontrolüne aldığı yepyeni bir diyanet biçimi ortaya çıktı.

Cumhuriyetin kuruluşundaki dini hayatı kontrol altına almayı amaçlayan Diyanet, çok farklı İslami grupların kontrolü altına aldığı bir kuruma dönüştü. Şimdi artık onların sözü geçiyor. Hatta o kadar çok sözleri geçiyor ki birçok yerde onların sözü aslında devleti yönetenlerden daha fazla geçiyor.

“DEVASA ŞİŞMİŞ BİÇİMİ İLE DİYANET”

-Diyanet bir taraftan en güvenilmez ikinci kurum olurken, Meclis’e sunulan 2025 bütçesinden 130 milyar 119 milyon ₺  ile 6 bakanlığın bütçesini geride bırakarak bütçeden aslan payını almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Diyanet için ‘yük’ dememin sebebi zaten bu. Bugün Türkiye, kamusal sürdürülebilirlik açısından ciddi handikaplar yaşıyor. Dikkat edin, tasarruf tedbirleri falan, vergiler arttırılarak bir şekilde bu süreci atlatmaya çalışıyorlar. Bu yük nereden kaynaklanıyor diye dönüp kamuya baktığınızda ilk gördüğünüz şey devasa şişmiş biçimi ile Diyanet oluyor. Üstelik bu artık bildiğimiz o klasik İslam inancındaki, mesela israftan kaçınmak gibi dediğimiz bütün dini söylemlerin de rafa kaldırıldığı, yok edildiği bir süreçte gerçekleşiyor. O yüzden bir devasa yük ortaya çıkmış durumda. Bu ülkenin yurttaşı ve sosyolog bir akademisyeni olarak bence bu durum Türkiye’nin taşıyabileceği bir yük olma seviyesini çoktan geçti. Bu, artık Diyanet’e karşı çıkmak ya da çıkmamak meselesi değil. Bu Türkiye’de kamunun bu yükü taşıma kapasitesi var mı yok mu böyle bir tartışmaya dönüştü. Türkiye bu yükü taşıyamıyor.

Bu kadar caniyi de bu kadar dini görevliyi de, bu görevlilerin masraflarını da taşıyamıyor. Yani aslında devlet başka hiçbir iş yapmasa bile sadece bir Diyanet devleti olsa bile artık taşıyamıyor çünkü bunu yapabilmesi için bir gelir bulması gerekiyor. Mütemadiyen Diyanet dışı bir alandan gelir elde edip Diyanet alanına taşıyan bir devlet söz konusu. Ama bunu sürdürebilmesi artık çok zor. o yüzden benim kanaatim, önümüzdeki dönemde Diyanet’i, Türkiye’nin her kesimi, Müslümanlığa en üst seviyede vurgu yapan kesimleri de eğer bu ülkeyi yönetmeye adaylarsa Diyanet meselesini gündemlerine almak zorunda kalacaklar.

“BU TARZ POLİTİKALARIN TUTABİLMESİ İMKANSIZDIR”

-Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın iç içe geçen faaliyetlerini nasıl okumak gerekir?

Diyanet artık sadece kendi alanında kalan bir kurum değil. Bunu mesela ilk söylediğim cümle ile ilişkili düşünelim. Cumhuriyet, Diyanet’i dini hayatı kontrol etmek için bir araç olarak kurgulayıp inşa etti. Bugünün Diyanet’i, artık sadece kendi alanında çalışan bir kurum değil ve Milli Eğitim’e ya da başka alana sirayet eden bir kuruma dönüştü. Böyle baktığımızda hiçbir üretici dinamiği olmayan bir kurumun, belki de bütün üretici dinamikler üzerine bu kadar etkin söz sahibi olması, bahsettiğim Diyanet’in, kamunun üzerinde bir yük olma olgusunu iyice pekiştiriyor. Bu yük, sadece mali anlamda bir yük değil, kültürel anlamda da bir yük. Milli Eğitim Bakanlığı ile Diyanet’in işbirliği biçimleri; Diyanet bugün Sünni İslam’ın kurumu, bütün toplumu, Sünni İslam dairesi içerisinde biçimlendirmek ve yeni bir şeyler yapmak gibi… Bu politikaya dair sosyologca bir şey söyleyip iki özelliğinden bahsedeceğim.

Bir; bu politika Diyanet’in ve dolayısıyla iktidarın, toplumu belli bir kültürel form içerisinde tutma, biçimlendirme ve eğitme amacını taşıyan bir şey yapıyor. Ama bir diğer tarafı da bu tarz politikaların tutabilmesi imkansızdır. Radikal bir şey söylüyorum, yani istediğiniz kadar elinizde devlet olsun ve istediğiniz kadar fikirlerinizi empoze etmeye çalışın, başarılı olamazsınız. Çünkü her birey belli bir kültür içinden geliyor. Yani her birey bir ailenin çocuğudur, her aile de bir kültürün çocuğudur. Her kültür, yüzyıllar, belki de bin yıllarca geçmişi olan köklü bir kurumdur. Siz istediğiniz kadar ona müdahale edin, dönüştüremezsiniz. Bir yere kadar dönüştürüyormuşsunuz gibi görünür ama dönüştürmeniz mümkün değil. Bunun örneğini tam da diyanetin kuruluşundan söyleyebilirim. Cumhuriyetin, Diyanet’i kurması dini hayatı kontrol altına alma amaçlıydı, peki yapabildi mi? Yapamadı. Cumhuriyet de bunun için çok masraf etti, yani öyle bir şey taahhüt etti ki ‘biz böyle kontrol altına alırsak zaman içerisinde sönümlenecektir’ falan… Ama tam aksi bir şey oldu. Siz hele ki devlet eliyle sönümlendirmeye çalışırsanız herkes size itaat eder gibi görünür ama o itaatin arkasında sessiz bir itiraz vardır. O nedenle tutmaz. O yüzden bu politikaların tutabilmesi mümkün değil. ÇEDES, muhalefette büyük bir tedirginlik yaratmıştı, bunu anlayışla karşılıyorum ama tutabilmesi mümkün değil. Şöyle bir şey olur; Diyanet görevlileri gelir, çocuklara anlatır ve kendi inanışlarını empoze eder, çocuklar buna uyar dua, namaz öğrenir falan ama neticede o çocuk tekrar kendi geleneğine, köküne ailesine döner. Döndüğünde bunların hepsi onun için sadece tarihindeki tuhaf bir anıya dönüşür. Bu sosyolojik olarak böyledir. O yüzden şu cümleyi söylememe müsaade edin; Türkiye’de siyasi iktidar ‘kuramadık’ dediği kültürel iktidarını gerçekten de kuramadı ama zaten o yolla, devlet baskısıyla kuramaz.

“İNANÇLARI YOK SAYDIĞINIZ BİR LAİKLİK OLMAZ”

-Diyanet ve laiklik bir arada olabilir mi?

“Laikliğin kısa tanımı, aslında dini olmayan bir kamusal hayat kurmak. Bu durum, dinin hiç olmadığı anlamına gelen bir şey değil tabii. Ama inançlar üzerinden bir kamusal hayat kurmamak… Laikliğin klasik tanımı bu. Fransız aydınlanmasının ortaya çıkardığı bütün o seküler model hayat kurma büyük tahayyülünün bir parçası bu. Bu anlamda baktığımızda Diyanet’in olduğu böyle bir rejimin laik olarak tanımlanması zaten imkansız, çelişkili bir şey. Hele böylesine devasa bütçesi olan ve adeta ikinci bir devlet olan bir devlette laiklikten söz etmek gerçekten çok tuhaf. Türkiye, bana sorarsanız hiçbir zaman laik olmadı. Söz gelimi cumhuriyet, Alevileri yok saydığı gibi İslam’ı da yok saysaydı mesela ne olurdu? Kağıt üzerinde belki olurdu ama yine de laik olamazdı. Çünkü yok saymak onun yok olması anlamına gelen bir şey değil. Dolayısıyla o modern anlamdaki laiklik Türkiye’de hiç yaşanmadı. Bugün zaten öyle bir laiklik tahayyülü doğru bir sosyolojik tahayyül de değil. Bütün inançları yok saydığınız bir laiklik zaten olmaz. İnsanlar, inandığı gibi yaşayacak ama siz o inançlardan bir tanesinin devleti olmayacaksınız. Türkiye’nin durumu tam olarak bu. Bütün sorun da buradan çıkıyor.

Eren GÜVEN – Devrim FINDIK/İSTANBUL

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak