Ahmet Altan
Benim bile amca diyebileceğim bir yaştaydı.
Babamla akrandı.
İşçi Partisi’nin 1965 Diyarbakır mitinginde babam konuşurken o da parti görevlisi olarak yanındaymış.
Bana bunları anlattı.
Yazdığı kitapları verdi.
Bir ara beni azarladı, “Sen Said Dersimi ile beni bile tanımıyorsun, sen ne biliyorsun ki…”
Ben de ona dedim ki, “Eğer cahil olduğumu herkese söylemezsen ben de kitabını okurum sonra da yazarım”.
Anlaştık.
Giderken, “Adımı doğru yaz” dedi.
Şükrü Laçin’in Dersim İsyanından Diyarbakır’a kitabını böyle bulup okudum.
Dersim katliamında on üç yaşındaymış.
Köyleri bir çayın kenarındaymış.
Ağustos ayında bir gün çayın geçit yerlerinde asker çadırlarının kurulduğunu görmüşler.
O sıcakta köyün erkekleri, çocukları sürekli çaya girerlermiş, buna rağmen onlar görmeden o çadırların nasıl kurulmuş olduğunu anlayamamışlar, çok da ürkmüşler.
Şükrü Laçin bir süre sonra askerlerin bir teğmen komutasında köye nasıl girdiklerini, köylüleri nasıl meydana topladıklarını, teğmenin neler söylediğini anlatıyor.
Köyde silah aramışlar ama silah yokmuş.
Sonunda üstü başı daha düzgün olan yedi kişiyi “sizin silahınız var” diye tutuklamışlar, tutuklananlar “Ama silahımız yok”diye itiraz edince, teğmen, “Ben sizi götürmek zorundayım”demiş ve alıp götürmüş.
Götürülenlerden biri nahiyede üçüncü sınıfa kadar okumuş bir köylüymüş. Adı Ahmed Korkmaz.
Ahmed’in nahiyedeki hocası onu çok severmiş.
Öğretmen eski öğrencisinin tutuklandığını duyunca başına neler geleceğini tahmin etmiş, hemen nahiye müdürüne ve kaymakama gitmiş, yardım etmelerini istemiş.
Gerisini, Ahmed Korkmaz köye dönünce anlatmış, Şükrü Laçin de kitabında onun ağzından nakletmiş.
“Sabahın erken saatlerinde isimler okunmaya başlandı. Tarih 14 ağustostu. İsmi okunanları ellerinden birbirlerine bağlayarak kafile kafile götürmeye başladılar. Aradan on dakka geçmeden silah sesleri duyuldu…”
“Güneş bir hayli ilerlemişti, zaman öğleye doğruydu. Bizim de ismimiz okundu. Gidenler gibi bizim de ellerimizi bağlayarak General Galip Deniz’in huzuruna çıkardılar.”
Burada Şükrü Laçin devreye girerek bir açıklama yapıyor, “Halk arasında bu General Baki Vandemir olarak bilinir. Oysaki Mazgirt’te katliamını yapan Diyarbakır Yedinci Kolordu Kumandanı Galip Deniz’di”.
Sonra macerayı yeniden Kahraman’ın ağzından nakletmeyi sürdürüyor:
“Galip Deniz’in yanında Mazgirt Kaymakamı Fahri Tokmakçı da oturuyordu. Galip Deniz bizi baştan aşağıya süzdükten sonra önündeki kâğıda bir şeyler yazmak istedi. O sırada kaymakam hemen kalem ile kâğıt arasına elini sokarak generalin yazmasına engel olmak istedi. General, kaymakamın elini iterek tekrar bir şeyler yazmak isterken, kaymakam yine kalem ile kâğıt arasına elini soktu. Galip Deniz tekrar kaymakamın elini itince kaymakam yerinden kalktı ve hızlı adımlarla Hükümet Konağı’na doğru yürümeye başladı. Bir hayli uzaklaşınca kumandan: ‘Kaymakam Bey gelsene’ diye bağırdıysa da kaymakam yürümeye devam etti. Kumandan tekrar: ‘Kaymakam Bey gel gel, dediğin olsun’ deyince kaymakam geldi, yerine oturdu. Kaymakam oturunca kumandanın yanında ayakta duran subay bizi yan tarafa alarak ellerimizi çözdü. Galip Deniz, ellerimizi çözen subaya dönerek: ‘Bunlar iki gün Mazgirt’te kalacaklar. Eğer şimdi bunları evlerine gönderirsek gezen müfrezeler yolda vurabilirler’ dedi.”
Bu sahne, beni ölüm sahnelerinden bile daha fazla etkiledi sanırım.
Cinayette vahşi bir zorbalığın zulmünü görüyorsun.
Ama ölüm kalım kararının “kumandanın” o andaki keyfine bırakılmış olması, canının istediğini öldürüp canının istediğini salıvermesi, zulme, zorbalığa, vahşete bir de büyük bir aşağılama eklemiş duygusu yarattı bende.
Bir sistem, ezici baskısıyla insanları yok etmekle yetinmiyor, onların ölümüne ya da yaşamasına dair kararı bir “kumandanın”keyfine terk ediyor, canı isterse öldürüp canı isterse bırakarak onları “hiçleştiriyor”, önemsizleştiriyor.
Bu devlet, bu halka çok acı çektirdi, çok zulmetti, çok aşağıladı.
Lekeli bir devlet bu.
Bir de bu devleti savunuyorlar.
Şükrü Laçin’in ve diğerlerinin yazdıklarını okuyun da neyi savunduğunuzu görün.
09 Aralık 2011 Cuma 00:35
Yoruma kapalı.