Artık her geçen gün daha kötüsüne uyanıyoruz. HDP’nin iki eşbaşkanı ve 10 milletvekilinin tutuklama istemiyle gözaltına alınması, parlamentoya, temsilî demokrasinin asgari ilkelerine, halk iradesine vurduğu darbeyle belki de en kötünün başlangıcı. Sözü siyasete girdiğinden beri barıştan ve bir arada yaşama azminden başka bir şey söylemeyen, HDP’nin diğer eşbaşkanı Figen Yüksekdağ ile beraber çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklanan Selahattin Demirtaş’a bırakıyoruz. Express’in Kasım 2016 sayısından kısaltarak…
Başkanlık sistemi için referandum hazırlığı yapılıyor. Referandum ihtimaline nasıl bakıyorsunuz?
Selahattin Demirtaş: Parlamentodaki aritmetik hesaba katıldığında, referanduma gitmeyi tek başımıza engelleme şansımız yok. MHP ve AKP anlaşır ve fire vermeden bunu parlamentodan geçirirse, referanduma gidilecek. Bizim tercihimiz böyle bir ortamda herhangi bir referanduma gidilmemesidir. Çünkü böyle ortamların en büyük tehlikesi faşizmi sandıktan çıkarmak, onu kurumsallaştırıp “meşruiyetini” sağlamaktır. Adil seçim koşulları varmış gibi referandum sonucunu bu meşruiyete dayandırarak kalıcı hale getirmek dönemin en büyük tehdidi ve tehlikesidir. (…) Ama karşımıza konan sandığa da duyarsız kalamayız.
Ne yapacaksınız peki?
Referandum gelecekse, bunun başkanlık rejimi adı altında dayatılan bir dikta rejimi olduğunu topluma anlatmamız lâzım. Bu bir fırsattır. Belki imkânlar eskisi kadar olmayabilir, ama eldeki olanaklarla, bütün muhalif kesimler bunun son tarihsel hesaplaşma olmadığının da farkına vararak mücadele etmeli. (…) Referandumdan korkmuyorum. Kesinlikle iyi bir sonuç elde ederiz. (…) Fakat MHP ve AKP’nin böyle bir ortamdaki işbirliği ve medyanın tek sesli hale getirildiği, seçim kampanyasının sadece Erdoğan’ın kazanması üzerine kurulacağı hesaplanırsa, referandumda yüzde 50’den fazla oy alabilir. Bu da “başkanlık halk tarafından desteklendi, artık meşruiyeti vardır” sonucu çıkarır. Ama bizim de elde edeceğimiz başarı kesinlikle 7 Haziran’dan daha yüksek olur. Biz buna dayanarak mücadeleyi büyütüp sıçratabiliriz. (…)
Diyelim ki başkanlık rejimine geçildi, Saray bu rejimi kurumsallaştıracak güçte mi sizce?
Erdoğan bir sistem yaratabilecek bir lider değil. Kendisini en güçlü hissettiği an şu andır. Herkes artık Erdoğan’ın işi alıp götürdüğünü ve bundan geri dönüş olmadığını düşünse de ben o kanıda değilim. (…) Erdoğan siyasi olarak kendisiyle sınırlı bir düzen yaratabilir. Siyaseten bittiği gün, bir gün sonrasında Erdoğanizm diye bir şey kalmaz. Parçalanmış bir AKP, darmadağın bir devlet yapısı… Tabanı da yeni bir sağ oluşumunun arkasından koşacaktır. Ama Erdoğan’ın verdiği zarar, Erdoğan’dan sonra kolay kolay atlatılamayacaktır. Toplumda karşısındakini boğazlayacak düzeyde bir Türkçü-İslâmcı kitle yarattı. Türkçülük de, İslâmcılık da her zaman vardı. Ama Türkçü-İslâmcılık bu kadar kitleselleşmemişti. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu kitle Erdoğan’ın teşviki ve devletin de desteğiyle sokağı da kullanmayı öğrendi. Şimdi kendisi gibi düşünmeyen bütün toplumsal odakları bir tehdit olarak görüyor bu kitle. Kendisi gibi düşünmeyen bireyleri fiziken de yok etmek için sadece talimat bekliyor. Tehlike budur.
Bu tehlike nasıl bertaraf edilir?
Bunun yolu, ev ev dolaşarak yeniden halka gitmektir. Üstten siyasi çağrılarla, elit söylemlerle veya süslü laflarla bu süreç götürülemez. Seçim çalışması yapıyormuş gibi insanların güvenini kazanmak, süreci anlatmak, neler yapılabileceğini doğrudan halkla tartışmak ve bunu tabandan doğru örerek gelmek gerekiyor. Tabanı, muhalif kesimleri buna hazırlamak gerekiyor. (…) Türkiye toplumu bu faşizme karşı meydanlarda, alanlarda direnmelidir. HDP bunu örmenin çabası içinde. Yaklaşık bir buçuk aydır bütün hazırlıklarımızı, örgütlerimizi, teşkilatlarımızı buna göre yeniden konumlandırıyoruz. Toplantılar yapıyoruz ve bütün bu çalışmayı halka, mahalleye, sokağa taşıyacak perspektifi oluşturuyoruz. Kendimize güveniyoruz. Hiç umutsuz, karamsar değilim. Baskının çok abartılı, orantısız olduğu dönemlerde bir avantaja sahipsiniz: Kazanmak için ayakta kalmanız yeterlidir. Saldırılara illa aynı oranda cevap vermeniz gerekmiyor. Bu kadar büyük saldıranın bir dezavantajı vardır: Bu büyük güce rağmen karşısındakini yıkamazsa, yenilmiş sayılır. O yüzden bu fırsatı Türkiye muhalefetinin iyi değerlendirmesi lâzım. (…)
(…) Bir basın açıklamasına bile gitmekten korkar hale gelmiş olan insanları nasıl bir söylemle demokratik haklarını talep etmek üzere sokağa çıkmaya ikna edebilirsiniz?
(…) Öncelikle OHAL’e karşı bir kampanya planlıyor, ona hazırlanıyoruz. OHAL’in artık meşruiyeti kalmamıştır. Görünüyor ki, OHAL rutin yönetim şekli olarak kalıcılaştırılmak isteniyor. (…) Buna karşı ev ev, kapı kapı dolaşacağız. (…) Sadece HDP olarak değil, CHP, Halkevleri, Haziran Hareketi, içindeki süreci doğru okuyabilen bütün kesimlerle, en küçük platforma kadar herkesle işbirliği yapmak istiyoruz. (…) Korku nasıl bulaşıcıysa cesaret de bulaşıcı. Korku insanlara yukarıdan bulaştırıldı. Korkmakta haksız değil insanlar. Bu ülkede insanlar diri diri bodrumlarda yakıldı. Haksız yere on binlerce insan işten atıldı, meydanlarda bombalar patlatıldı, yüzlerce genç öldürüldü. Dolayısıyla, topluma “niye korkuyorsunuz” demenin anlamı yok. Bizim buna karşı cesareti büyütecek işler yapmamız lâzım. Yukarıdan “hadi sokağa çıkalım” söylemi dönemin tarzı değildir. Sabırla, alttan, umudu yeniden büyütecek işler yapmamız lâzım. Karınca misali, yaşayacağımız siyasi alanı yeniden kanallar açarak büyütmeliyiz. Sonrası gelecektir. Bu mücadele bir haftalık, bir aylık olarak düşünülmemeli. 15 Temmuz sonrasında Türkiye yeni bir hatta girdi. Demokratik siyaset kanalları sıfıra yakındı, şimdi sıfırın altındadır. Biz yeniden 7 Haziran öncesindeki “olağan” dönemin –ne kadar olağan ve demokratik idiyse– koşullarına dönmek için uğraşmalıyız. Bunu alt etmeden, sanki Türkiye sıradan bir muhalefetle düzelirmiş gibi davranmak tam da Erdoğan’ın arzu ettiği şeydir. Biz buna teslim olmadan, şunu ispatlamaya çalışacağız: Yenilmedik, Erdoğan kazanmadı. (…)
(…) HDP milletvekillerini ve siz eşbaşkanları doğrudan hedef alan yargısal bir süreç işliyor. Bazı milletvekilleri hakkında mahkemeye zorla getirilme kararı var, tutuklanmaları da olası. Bunlar partiniz içinde nasıl algılanıyor?
Tutuklama, gözaltı olabilir. Biz eşbaşkanlara dahil, bir yargı operasyonu olabilir. Bu çok ihtimal dahilindedir ve şu anda bunun olmaması için yasal engel yok. Peki, neden yapamadılar? Ocak ayından beri Erdoğan neredeyse gece-gündüz “dokunulmazlıklarını kaldırın, yargı gereğini acilen yapsın” diye kamuoyu önünde talimat veriyor. Acaba zaman zaman bize karşı merhamet duyguları mı depreşiyor da bunu yapmıyorlar? Hayır. Tam da bunun kendisine maliyetinin yüksek olacağını her hesap ettiklerinde, frene basmak zorunda kalıyorlar. Ama gerilim-çatışma giderek sertleşiyor ve Erdoğan artık bazı maliyetleri ödemeyi de göze alabilir.
Ne gibi maliyetler?
Hem Türkiye’de hem de bölgede bazı siyasi maliyetleri göze alabilir. Bu yüzden bize yönelik tutuklamalar da olabilir. Fakat biz tabanımızı buna karşı tepki gösterebileceği, elindeki bütün olanaklarla protesto edebileceği, iradesine sahip çıktığını ispatlayabileceği bir örgütlülük düzeyinde tutmaya çalışıyoruz. Diplomatik alandaki bütün çalışmalarımız bu başlığın bir parçası. Tutuklama gerçekleştiğinde önemli bir uluslararası dayanışma bekliyoruz –bu konuda belli hazırlıklarımız var. Güçlü konumdayız. Onlar bütün dünyada IŞİD zihniyetinin temsilcisi olarak görülüyor, HDP ise bütün dünyada bu karanlık içinde parlayan bir yıldız olarak. Bu avantajımızı diplomatik alanda iyi değerlendirdik ve bugüne kadar getirdik. (…) Bir yandan bu çılgınlığı yapmamaları için uğraşıyoruz, ama yaparlarsa, postumuzun ucuz olmadığını göstermek istiyoruz. Böyle bir şey yapılırsa, bu HDP’nin durdurulmasına değil, sıçrayışına dönüşebilir. Bundan da herkesin emin olarak, özgüvenli hareket etmesi gerekiyor. (…)
Başkanlık referandumu söz konusu olursa, HDP ile CHP tabanı arasında bir ittifak için tarihi fırsatın yakalanabileceği söyleniyor. İki taban arasında bu anlamda bir ortaklaşmanın koşulları hâlâ var mı?
Kemalizm-sol ilişkisi, Kemalizm-Kürt hareketi ilişkisi, Ortadoğu’daki çizgi ve çıkar savaşlarından bağımsız değildir. Bugün HDP-CHP, HDP-Haziran Hareketi-Halkevleri ilişkisi tüm bunlardan bağımsız olarak ele alınsa çok yavan kalır. Dolayısıyla, meseleye “bu hafta işbirliği yapalım, haftaya herkes yoluna” diye bakamazsınız. Ama ben HDP’nin eşbaşkanı olarak taktiksel işbirliklerine açık olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bir seçim, bir referandum, bir kampanya veya bir hamle için bile işbirliği yapmaya değer. Bütün bu çevreler buna açık olmalı, biz de açık olmalıyız. Fakat esas mevzu şu: Niye stratejik ittifaklara ve işbirliğine gidemiyoruz? Çünkü Ortadoğu’da veya Türkiye’de Kürtlerin kazanımlarının Türklerin ve Türkiye’nin zararına olduğu sanılıyor. Bu konuda bir uzlaşma sağlamadığımız sürece stratejik bir işbirliğine gitmemiz neredeyse imkânsız hale geliyor. Kemalistler, Kemalist sol, ulusalcılar, ulusalcı sol, Kürtleri emperyalizmle işbirliği yaparak, kendi çıkarlarını merkeze koyarak mücadele etmekle eleştiriyor veya suçluyor. Öbür taraftan, özellikle HDP’nin içinde yer aldığı Kürt hareketi, mevzunun bir taktik işbirliğinden çok Türkiye halkları ve ilerici kesimleriyle stratejik bir işbirliği olduğunu anlatmaya çalışıyor. (…) Kürt hareketi açısından bu olmazsa olmaz bir işbirliğidir. Ama Türkiye’deki Kemalist sol ve çeperindeki sol, ısrarla bunu anlamak istemiyor. Hal böyle olunca, Türkiye’deki muhalefeti bütünlüklü olarak bir cephede birleştirmek giderek zorlaşıyor. Ama biz bu konuda tartışmak zorundayız. Hem CHP’yle hem Haziran’la hem de Kemalist solla. Kürt hareketini milliyetçi bir hareket olarak gören, sadece Kürtlerin çıkarları için mücadele ettiğini düşünen bir sol anlayışla ikna temelinde yeniden tartışmak hepimizin görevidir. Birbirimizden vazgeçemeyiz. (…) Başkanlık adı altında diktanın resmîleştirilmesine karşı hep beraber kampanya yürütebilmeliyiz. (…) Fakat Yenikapı’ya gidip aleni bir şekilde Erdoğan’ın çizdiği bir politikanın yanında saf tutmayı bir muhalefet biçimi olarak kabul etmemizi kimse beklemesin. Bununla ilgili bir özeleştiri verilmesi lâzım.
CHP tabanı da “Yenikapı ruhu”ndan rahatsız.
Biz parlamentonun üçüncü büyük partisiyiz. Diğer partilerin tabanlarından oy almak, onları ikna etmek herkesin hakkıdır, bizim de hakkımızdır. CHP tabanına “siz bu yönetimi hak etmiyorsunuz” diyoruz. Böyle bir yönetim CHP tabanı için zulümdür. Kaç tane CHP’li Yenikapı’daydı? Bir kişi bile olduğunu zannetmiyorum. Tam tersine, Yenikapı’daki sahnede oluşturulan ruhtan CHP tabanı ürktü, korktu. CHP yönetiminin “muhalefeti önemli ölçüde gerileten bir iş yaptık” diyerek özeleştiri vermesi lâzım. (…) Erdoğan’ın siyasi darbesinin önünü açan şey, Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı’ya gitmesidir, (…) Buluşacağımız yer Yenikapı ruhu değil. Muhalefet bir ruhta birleşmek istiyorsa, bu Gezi ruhudur. Buyrun orada buluşalım. Gezi’den başka bizi buluşturacak bir ruh var mı?
Diyelim ki anamuhalefetin başkanı sizsiniz. Ne yapardınız?
Kendimi Kılıçdaroğlu’nun yerine koyarak düşünemem, ama elimde öyle bir güç olsaydı, partim öyle bir konumda olsaydı, yapacağım ilk iş PKK’ye ateşkes çağrısı olurdu. Derdim ki, “silahları sustur, ateşi kes. Biz senin Türkiye’ye karşı silahları tümüyle bırakabileceğin koşulları yaratmak için anamuhalefet partisi olarak parlamentoda inisiyatif alıyoruz. Bunun için demokratik siyasete şans ver. Türkiye’nin ikinci büyük partisi olarak topluma alternatif bir çözüm süreci programı açıklayacağız. Bunun için silahları sustur.” Biz bunu HDP olarak bugün söylüyoruz da, öyle bir güç olarak söylediğimizde yaratacağımız etki başka olurdu. Ve topluma dönüp şunu söylerdim: “AKP bir çözüm süreci yürüttü. Bunu kendi çıkarları için kullandı. Ve biz yeni bir çözüm süreci başlasın istiyoruz. Programımız da, çözüm sürecinden muradımız da şudur. Mekanizmalar, yasal dayanaklar şöyle olacak, nihai hedefi de süresi de bu olacak.” Bunun için bütün toplumdan destek isterdim. Peki böyle bir programı açıkladıktan sonra AKP ve Erdoğan savaşı sürdürsün bakalım, nasıl sürdürecek! Bir anda Saray’ın savaşı boşa düşer. Böyle bir programa PKK eylem yapsın bakalım, nasıl yapıyor! Diyorsunuz ya, anamuhalefet olsaydınız ne yapardınız diye. Hiçbir şey yapamazsak, bunu yapardık ve bunun üzerinden muazzam bir enerjiyle toplumsal muhalefeti büyütme fırsatı çıkarırdık. (…) Sosyal demokrat bir parti olduğunu iddia eden anamuhalefet partisi, yüzde 25’in desteğini alıyor, ağırlıklı olarak Türk seçmenden destek alıyor ve demokrat bir tabanı var. Ama bu gücünü hükümetin Kürtlere karşı savaşına açık çek olarak kullanıyor sadece. Tıkanma noktası burasıdır işte. Siyaset açılacaksa buradan açılır. CHP’nin işgal ettiği alan barışın, demokratikleşmenin yolunu tıkıyor, AKP’ye karşı mücadelenin yolunu tıkıyor. AKP her sıkıştığında, yaptıkları hatalarla, devletin bekası adına resmen faşizan sistemin değirmenine su taşıyorlar. Biz bunu eleştirmeden veya tespit etmeden yürüyemiyoruz artık. CHP yönetimini eleştirmek muhalefete karşı bir muhalefet değil, aslında iktidara karşı muhalefetin de bir parçasıdır artık. (…)
Baskıcı politikalar, akademisyenlerin, öğrencilerin, öğretmenlerin, kadınların, hak talep edenlerin karşı karşıya kaldığı kuşatma karşısında en sık duyduğumuz soru şu: “Bu kâbustan nasıl çıkacağız?” Sizin buna yanıtınız var mı?
Bunun basit bir formülü yok. Kimse “şunları yaparsak bu kâbustan çıkarız” demesin. Yüz yılda bir gelişen bir girdabın içindeyiz. Türkiye birkaç aylık bir siyasi krize girmiş de hemen çıkacakmış gibi düşünmesin kimse. Öğrencisi, işçisi, memuru, akademisyeni, parlamenteri tutuklu olabilir, fakat Erdoğan’ın teklif ettiği, “gelin burada uzlaşalım” dediği zemini kabul etmemek, “hayır, ben seninle orada uzlaşmayacağım” demek, direnmenin kendisidir. Ve bunu herkes, her yerde göstermelidir. Bedel ödemeden bu iş olmaz. Özgürlüğümüz elimizden alınabilir, işimizden olabiliriz, dayak yiyebiliriz. Bütün bu bedelleri göze almadan “demokrasiyi, özgürlüğü savunuyoruz” demenin anlamı yok. 12 Eylül darbesi sonrasında bedel ödemeyi göze alanlar o bedeli ödediler, ama geleceğe de bir miras bıraktılar. Gelecek de o miras üzerinden şekillendi. Şimdi çok daha ağır koşullar yaşıyoruz. 12 Eylül’de bu kadar baskı yoktu. Evet, kaba-çıplak zor daha fazlaydı, ama böylesine sinsi, ismine demokrasi denen bir faşizm bu kadar kurumsallaştırılmak istenmiyordu. Şimdi direnmeyeceksek, bedel ödemeyeceksek ne zaman yapacağız? Benim bildiğim tek yol bu. Erdoğan başkanlık diyecek, OHAL diyecek, tek millet, tek dil, tek mezhep diyecek, her şeyi belirleyen olacak ve muhalefete de “uzlaşmak istiyorsanız, gelin bu zeminde uzlaşalım” diyecek. Biz buna hayır diyoruz. Hayır demenin faturası her gün daha ağır olabilir. 15 Temmuz öncesinde hayır demenin faturası yine vardı, ama bu kadar ağır değildi. O yüzden bu bedeli ödememek için rektörler, yargıçlar cüppelerini ilikliyorlar önünde. Varsın bir kısım insan öyle düşünsün. Ama biz kesinlikle bu bedeli göze almış bir partiyiz ve tek başımıza kalsak bile buna karşı direndiğimizi göstermek, Erdoğan’ın kazanmaması için yeterlidir. Belki biz de kazanmayacağız, ama Erdoğan’ın da kazanmasına izin vermeyeceğiz. Durumu yeniden normal mücadele şartlarına çevirecek, OHAL ve dikta şartlarını ortadan kaldıracak bir direnişi ortaya koyuyoruz ve bunu başaracağız. Biz var oldukça Erdoğan kazanamayacak. Erdoğan’ın kazanması bizim yok olmamıza veya teslim olmamıza bağlıdır. Bunu da yapmayacağımıza göre, herkesin içi rahat olsun ve direniş hattında yerini alsın. Şu an Türkiye’de iki hat var: Direnenler ve faşizmle ittifak edenler, Saray’ın önünde el pençe divan duranlar. Bundan başka bir ayrım görmüyorum. Kürt, Türk, zengin, fakir, kadın, erkek… Evet, bunların hepsi toplumdaki ayrımcılık noktaları, ama şu andaki temel ayrım direnenler ve teslim olanlardır. Biz HDP olarak direnenlerin tarafındayız ve herkesi de bu tarafa davet ediyoruz. Elinizde ne imkân varsa direnin. Kimi dua ederek direnebilir, kimi sokağa çıkarak, kimi akademide, kimi cezaevinde direnebilir. Kimi içinden geçirerek “ben sana teslim olmadım Erdoğan” desin en azından. Dirensin insanlar, biz kazanacağız.
Yoruma kapalı.