15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL hala devam ediyor. Peki Aleviler OHAL’den nasıl etkilendi? Gazete Karınca, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkan Yardımcısı Cuma Erçe ile konuştu.
Darbe girişimi sonrası Gülen Cemaati üyelerinin devletten tasfiye edilmesine yönelik çabaların dışında eğitimciler, milletvekilleri, sendika, memurlar, insan hakları savunucuları , basın gibi bir çok alana yayılan uygulamalar geçmişten bu yana inanç ve kimlik mücadelesi veren Alevi toplumunu nasıl etkiledi? Gazete Karınca’dan İsa Uğur Erdoğan, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkan Yardımcısı Cuma Erçe’ye, OHAL sonrası Alevi toplumunun yaşadıklarını sordu.
“İKTİDARIN İÇİMİZE SOKTUĞU TRUVA ATLARIYLA DA MÜCADELE ETTİK”
Aleviler Gülen Cemaati’nin e-cami/cemevi projesi başta olmak üzere bir çok projesi ile 15 Temmuz öncesiyle mücadele ediyorlardı. Darbe girişiminin ardından üyelerinin devlet mekanizmalarından tasfiye edildiği günleri yaşıyoruz. Darbe girişiminin ardından ortaya çıkan bu durumda Aleviler için olumlu yönde bir gelişme var mı? Diğer yandan birçok tarikat ve cemaatin de şu günlerde çeşitli devlet kademelerinde yer edindiği noktasında haberler okuyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle şunu söyleyelim. Şahsen devletin niteliği açısından bakıldığı zaman Aleviler açısından değişen olumlu yönde bir durum söz konusu değil. Hatta daha da kötüsü Gülen Cemaati’nin etkili olduğu günlerde var olan sorunların sayısı artmış durumda. O gün mevcut olan müfredat, kırıntıları da olsa, bilimi içinde barındıran bir müfredatken bugün çok daha gerici bir eğitim ortaya koyulmuş durumda. O gün Gülen Cemaati üzerinden yürütülen işlemler, bugün başka cemaatlerle daha da azgınlaşarak devam ediyor. Son süreci baştan söylemiş olalım. Gülen Cemaati, İsmail Ağa Cemaati, Adıyaman’daki Menzil Tarikatı’nın bizim açımızdan bir farkı yok. Yani halk deyimiyle al birini vur ötekine. Dün Gülen Cemaati ile ortaklaşa Aleviler üzerinde sürdürdükleri asimilasyon politikalarının bugün başka cemaatler üzerinden sürdürüldüğünü söyleyebiliriz.
Bizim açımızdan en sıkıntılı olan şey; Gülen Cemaati için Alevilerin, Alevilerle birlikte farklı düşünen, farklı inanç gruplarının tasfiyesi ve asimilasyonunda kullandıkları yöntemleri yine Alevileri temsil ettiği ileri sürülen kimi kurumlar bizim adımıza yapıyorlardı. En büyük sıkıntımız, en çok mücadele etmemiz gereken alan burasıydı. Biz bir taraftan devletin o kemikleşmiş yapısını, felsefesini, Aleviler üzerindeki düşmanca tutumunu geri püskürtmek için uğraşırken bir taraftan da içimize soktukları Truva atlarıyla da mücadele etmek zorunda kalıyorduk. Cami – cemevi projesi hazırlarken Gülen Cemaati ya da şimdiki deyimiyle Fethullah Terör Örgütü (FETÖ) dedikleri, biz o zaman ifade ettiğimizde Fettullah ismini tek kullandığımızda ‘O şekilde konuşamazsınız, hoca efendidir’ diyenler ve ‘Fethullah Cemaati’ diyenler tek başlarına üstesinden gelemeyeceklerini anlamışlardı. O yüzden de bu projeleri özellikle İzzettin Doğan ve Cem Vakfı üzerinden de ortaklaşa oluşturmuşlardı.
Yani maddi olanakları güçlü bu Truva atlarını yaratmışlardı, bu Truva atlarıyla işi götürüyorlardı. Ama Aleviler bunun farkındaydı, çok ciddi mücadeleler verdiler. Özellikle moral yükseltmek açısından çok önemliydi. Gelinen aşamada aralarındaki bu pay problemi veya cemaatle ortaklıklarının bozulmasıyla birlikte bu alanda bir tasfiye hareketi sürerken şimdi aynı felsefeye sahip başka cemaatlerle bu projeleri farklı yol ve yöntemlerle devam ettiriyorlar.
“ARTIK MESELE ‘TÜRKİYE TİPİ ŞERİAT’ MESELESİDİR”
Dün imam hatip liselerinin sayısını artıranlar şimdi bütün okulları imam hatip yapma gayretindeler. Adının ‘imam hatip’ olması önemli değil. İmam hatipte uygulanan müfredatın tıpa tıp ilkokullarda, ortaokullarda, fen liselerinde bilim yerine hurafelere dönüştüğü eğitimde öncelik. Uzun sözün kısası bizim açımızdan, Alevilerin açısından esas noktada bir avantaj sağlayacak bir durum oluşmadı. Biz sadece mücadele ettiğimiz kesimin kurumlarının yerine başka kurumlarla mücadele edeceğiz. Bizim açımızdan Fethullah Cemaati ile İsmail Ağa cemaatinin farkı yok. Devletle, hükümetle, iktidar sahipleriyle bir takım çıkar ilişkisi içerisine girerek, ihanet içinde olan kesimlere karşı da dün olduğu gibi bugün de mücadelemiz sürecek. Onlar ihanet etmeye devam edecekler ama biz de bunları toplum içerisinde özellikle Aleviler içerisinde bunları teşhir edeceğiz, bunları kesinlikle aramızda eriteceğiz.
Şimdi Türkiye’de şeriat gelmesi mümkün müdür, değil midir sorusu var yıllardır. Ama şunu artık yüksek sesle dile getirme zamanı: Türkiye’de şeriatın gelme ihtimali üzerine kullandığımız cümleler geçmiştir; mesele Türkiye tipi şeriat meselesidir. İlk etapta ya da yakın bir zamanda akıntıya benzeyen bir şeriattan bahsetmiyoruz. Türkiye tipi şeriattan bahsediyoruz. Bugün Türkiye tipi şeriat tüm kurum ve kuruluşlarıyla maalesef ve kendini yeniden yeniden örgütlemektedir.
“ALEVİLER MAL VE CAN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN RİSKLERLE KARŞI KARŞIYA”
Buradan doğru Alevi ve Eğitim-Sen’li emekçilerin, kamudan ihraç edilmelerinin bunun bir ön hazırlığı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kurumların tümünde böyle bir temizliğin olduğunu gözlemliyoruz. Açıkçası arkadaşlarımızın, yanlış anlaşılmasından korkarım ama bizim araştırmalarımız şunu gösteriyor, KESK’te ihraç edilenlerin büyük bir çoğunluğunun Alevi olduğunu görüyoruz. Bunda devlet geleneğinin, asimilasyoncu, inkârcı, reddeden anlayışın etkili olduğunu gözlemliyoruz.
Bundan daha tehlikelisi belki de Türkiye’de ilk defa işten çıkarılanlar ciddi bir kıskaçla karşı karşıya. Bizim çocuklarımız, devlet kapılarında iş bulamaz hale gelmiş durumda. Adına mülakat denilen, sınavdan yüzde yüz puan da alsa mülakatlarda elenen, torpilin, adam kayırmacılıkla karşı karşıya gençlerimiz. Özel sektörde de ciddi bir kıskaçla karşı karşıyalar, listeler dolaşıyor. İktidar partisinden gitmeyen hiç kimse özel sektörde de işe giremiyor.
Esnaflık yapmaya çalışan Alevilerin ciddi bir ablukayla karşı karşıya olduğunu görmemiz mümkün. Tarikatçı, cemaatçi çevrelerin açtığı iş yerlerinden insanlar yönlendiriliyor. Ekonomik olarak en geri kalmış mahallelerde bile A 101’lerin, BİM’lerin, Şok’ların yaygınlaştığını gözlemliyoruz. Buralardaki küçük esnafın da artık iş yapamaz hale geldiğini gözlemliyoruz. Dolayısıyla çok yönlü bir saldırıyla karşı karşıyayız. Aleviler gerçekten mal ve can güvenliği açısından çok ciddi risklerle karşı karşıya. Çocuklarını iyi bir işe yerleştirememe riskiyle karşı karşıyalar, okumuş çocuklarımız boş gezme riskiyle karşı karşıya.
“RÜZGAR EKENLER FIRTINA İLE KARŞILAŞACAK”
Doğrudan PSAKD’a üye olmakla suçlanmayıp fakat tutuklu olan üye ve yöneticileriniz var. Bu tutuklamaların da hukuksuz olduğu düşünülüyor. Alevilere yönelik baskıların bir yönüyle de tutuklama olduğunu söyleyebilir miyiz? Özellikle iki tutuklu üyeniz var bölgede olan: Mersin şube yöneticiniz Hasret Mesrure Vurucu ve Duygu Canıtez. Onlar için de cemevinde katıldıkları bir cenaze töreni gerekçe gösteriliyor.
Kesinlikle . Bir insan için son görev dediğimiz anlam, bizim sırlama veya uğurlama diye tabir ettiğimiz bir ritüel için bir suçlama var. Dünyanın hiçbir yerinde olmamış bir şey. Bir kere bir insanın öldüğü itibariyle bütün suçları biter. Onun geride kalan ailesi, yakınlarının acılarını paylaşmak insani, vicdani bir görevdir.
İkincisi devletin yapmış olduğunu söylediği iddia ve suçlar halkın vicdanında haksızdır. Gerçek anlamda iddialara bakılırsa, bahsettiğimiz iki arkadaşımız, Pir Sultan üyesi birçok gencimiz sudan, farklı gerekçelerle ya da benzer gerekçelerle gözaltına alınıyor, aylarca tutuklu tutuyorlar. Zaman zaman cezalar verip hükümlü hale geliyorlar.
Ama bu iki arkadaşımız, bu arkadaşlarımıza yönelik suçlamaların iki önemli yanı var ki kadın örgütlerinin ayağı kalkmasını gerektiren, kadın örgütlerinin itiraz etmesi gereken gerekçeler: 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde yapılan toplantıya katılmak, basın açıklamasına katılmak, 25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’ne katılmak gibi. Bu gerekçelerle suçlamanın, yargılamanın gerçekleştirilmesini kabul etmek mümkün değil.
Suçu yaratan, onun delillerini yaratan bir yargı sistemi ile karşı karşıyayız. Önce suç oluşturuluyor, suçun kanıtları oluşturuluyor, karar veriliyor. Sonra siz mahkeme karşısına çıkartılıp, önceden verilmiş kararlarla koyuluyorsunuz cezaevlerine.
Demin söylediğim kıskaca alma, o inkar politikaları imha politikasına dönüştürülüyor. Tümüyle tecrit altına alma, tümüyle yok etme projesinin bir devamıdır. Bu proje on yıllık, on beş yıllık bir proje değildir. AKP hükümeti ile sınırlı değildir. Bu proje bin yıllık bir projedir.
Biz o arkadaşlarımızı, o kızlarımızı, gençlerimizi kendi vicdanımızda suçsuz sayıyoruz. Semih’le Nuriye’yi terörist ilan ettiler. Bizim için hak arayıcısılar. Bizim çocuklarımız için ileri sürdükleri suçlamaları kendi vicdanımızda kesinlikle biz doğru saymıyoruz. Bizim gözümüzde suçsuzdurlar. Pırıl pırıl gençlerimiz, okumak isteyen çocuklardır.
Cezaevi koşullarının gittikçe ağırlaştığını duyuyoruz. Cezaevinde baskı ve şiddetin, işkencenin arttığını duyuyoruz. İnsani bir takım taleplerin karşılanmadığını, yasaklandığını duyuyoruz. Kadın olmalarından kaynaklı bir takım ihtiyaçlarının giderilmediği gibi insanlık dışı muameleye tabi tutulduklarını duyuyoruz, üzülüyoruz, isyan ediyoruz, öfkeleniyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki gerçekten rüzgar ekiyorlar. O rüzgar ekenler fırtınalar ile karşılaşacaklardır. Bunun tarihte binlerce örneği var. Bu çocuklar bizim çocuklarımız, bu çocuklarımızı sağlam bizden teslim aldınız, sağlam istiyoruz.
“HEM ALEVİLERİ ÖLDÜRÜYORLAR HEM DE ALEVİLERİN KUTSALLARINI”
Dersim’de uzun süre devam eden yangınlara müdahale edilmesine yönelik engeller oldu. Bazı vakıf ve Alevilerin değer verdiği mekanların devlete devredilmesi gündeme geldi. Bu yönde sorunlar hala devam ediyor? Bunların da bahsettiğimiz saldırılara dahil olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tabi kesinlikle diyebiliriz. Aslında dört koldan bir saldırı dalgası var. Bir dedemizin ifadesidir: ‘Şimdiye kadar Alevileri öldürüyorlardı, şimdi Aleviliği öldürüyorlar’. Çok önemli bir tespittir. İmha ve inkar politikaları ile hem Alevileri öldürüyorlar hem Aleviliği öldürüyorlar hem Alevilerin kutsallarını, yaşayan kutsallarını.
Dört koldan bir saldırı var. Şimdi yaşam alanlarımıza yönelik saldırılar uzunca bir süredir devam ediyor. Alevileri zorla yerlerinden etme, katliamları, Dersim’i unutmamak lazım, uzun dönem devam eden politikalarını doksanlı yıllara dair, bugüne geldiğimizde baraj ve HES projeleriyle görüyoruz. Bütün bunları ezber konuşmuyorum asla. Dersim’de yapılan barajlardan elde edilecek olan, yapılan barajların sağladığı enerji, orada yapılan yapıların masrafını karşılamıyor. Masrafın yüzde birini dahi karşılamıyor. Buraların zenginleşme ihtimali bu şekilde yok. Tersine orada amacın insansızlaştırma olduğunu görüyoruz.
Yıllardır ormanların söndürülmesi noktasında, söndürmeye çalışan köylülerin önüne engel olunuyor. Yağmur yağmasından medet umacak hale gelmişiz. Bir yağmur yağsa da şu yangın sönse diye. Dolayısıyla orada sadece orman yanmıyor. Dersim’e özgü olan bitkiler yok ediliyor. Yangınların ortasında kalmış yatırlarımız, türbelerimiz, dergahlarımız yok ediliyor. Öyle ki Alevi inancında, sizler de bilirsiniz ki, dört kutsal vardır: biri hava, biri toprak, su ve ateştir. Dört ana unsuru kutsamıştır. Bu kutsallar arasında ateş ve suyun önemi büyüktür. Öyle bir hal, öyle bir çelişkidir ki, örneğin Kerbela’da susuz bırakılan Hüseyin’in bir benzeri… Aleviler suyu canlı olarak görürler, aslında Aleviler’de cansız hiçbir şey yoktur, taş bile canlıdır. Dolayısıyla su canlıdır diyerek ateşe dökmek Aleviler‘de kabul edilmez. Bunu yaparsa günahkar olur. Bu kadar kutsadıkları su, bu kadar kutsadıkları ateş Dersim’de maalesef birbirine muhtaç edilmiştir. Bizim dökmeye kıyamadığımız su orada ormanları ateşe verenler sayesinde muhtaç olduğumuz suya dönüşmüştür. Bir yağmur yağsa da şu yangınlar sönse deme noktasına gelmiştir. Bizim sorunumuz bitmez. Bu ülkede maalesef ki saldırı yapılmayan bir gün yok.
“İKİYÜZLÜ ÇEVRECİ ANLAYIŞI GÖRÜYORUZ”
Bizim açımızdan Dersim’deki ormanların, Kaz Dağları’nın, Munzur Vadisin’de olan HES’lerin, Cerattepe’de yapılandan farkı yok. Ama bu noktada ikiyüzlü bir çevreci anlayış görüyoruz. Hasankeyf’e sesini çıkartmayan ama dünyanın neresinde olursa olsun benzer bir durumda olan saldırıya çok güçlü tepkiler, refleksler veren çevrecilerin bir kısmını buralarda göremiyoruz.
Bir yandan sizin dediğiniz gibi bir çok dergah malum Alevilerde değil. Var olanlar da alınmaya çalışılıyor. Yıllardır bizden zorla alınmış başta Hacı Bektaşi Veli Dergahı farklı amaçlarla kullanılıyor. Buralar Sünni inancının birer ibadethanesine dönüştürülmüş. Maalesef bunları üzülerek söylüyorum. Saldırıların kapsamlı olduğu gerçek, bu saldırılara karşı bizim top yekûn birlikte karşı durmak yolumuz var.
Munzur’dan Kaz Dağları’na köprüler kurarak bu mücadeleyi ancak başarıya ulaştırabiliriz. Aksi takdirde bu, kendi kendimizi parçalamak anlama gelir. Ölenin kim olduğunu, kimden olduğunu sorgulamadığımız, yananın kime ait olduğunu sorgulamadan önce, yanan eğer bizden değilse oh olmuş diyemeyiz. Toplumun bu anlamda çok ciddi anlamda kendini özeleştiriden geçirmesi gerekiyor.
Çağrımız şudur ki; gerçekten dili, dini, ırkı, mezhebi, cinsiyeti, dünya görüşü ne olursa olsun bütün insanların kardeşçe, barış içerisinde, bir arada yaşayarak, birbirlerini ötekileştirmediği, emeğin iktidar olduğu bir ülke, bir dünya özlemimiz devam ediyor. Bundan asla geri durmayacağız ve mutlaka güzellikler kazanacak, kötülük kaybedecek. Buna inanıyoruz. İnanç olarak da böyle bir inancımız var. Biz sorunlarımızı öbür dünyada hesaplaşmayı düşünen bir inanca sahip değiliz. Adaletin böyle sağlanacağını, zaten geç gelen adaletin de adalet olmayacağını söylüyoruz. Gün gelecek güzellik ve aydınlık, karanlık ve kötülüğü mahkûm edecek. (Gazete Karınca)
Yoruma kapalı.