Türkiye’deki demografik yapı hızla değişiyor. İktidarın Büyük Projeler diye gündemden düşürmediği bu betonlaşmanın, yok etmenin, kuraklaştırmanın neler getirip neler götüreceğini şöyle bir düşünelim.
Toki ve benzeri inşaat firmaları tüm yerleşim alanlarına sığmadığı gibi dağlara, ovalara durmadan bina yapıyor.
Sahil bölgelerinde yeni yetme paralıların yaptığı yapılar deniz kenarlarını yaşanmaz bir hale getirdiği gibi, sahillerdeki meyve bahçelerini, zeytinlikleri, sebze bahçelerini de yok ediyor. Ormanlık arazilere iktidar destekli kaçak yapılar soluduğumuz havayı yok ettiği gibi, hızla her tarafı betonlaştırıyor, doğal alanları tüketiyor.
Her şey en ince detayına kadar hesaplanmış. Kimisi gökdelen kimisi villa olan bu yapıların su, yol, ulaşım, alışveriş merkezlerine kadar para kazanmanın sürekliliği yönünden.
Dünyanın her yanında evler yapılır ama böylesi ilkel, böylesi düşünceden uzak, böylesi hesapsız, böylesi açgözlülükle yapılan binalar ancak bizim ülkemizde olur. Tüm bu binaların yapılabilmesi için malzemeye ihtiyaç var, asıl gözü doymazlık burada aşlıyor.
Uçakla Türkiye üzerinden geçerken dikkat edin yada Google Earth haritasını bilgisayarınıza kurun ve yukarıdan aşağı dağlarımızın haline bir bakalım. Ne kadar dağ varsa Taş ocağı, mermer ocağı, çakıl ocağı nedeniyle delik deşik edilmiş durumda. Ocaklar açılmadan önce ormanlar yok ediliyor, kazılan topraklar gelişigüzel her tarafa dökülüyor. Dağlardaki tüm canlıların doğal yaşamı yok ediliyor. Kuşlar ölüyor, karıncalar ölüyor, sincaplar ölüyor, arılar ölüyor, çiçekler ölüyor. Çeşmeler kuruyor, dereler kuruyor ve kazılıp dökülen topraklar ilk yağmurlarla beraber derelere çamur olarak akıyor. Balıklar ölüyor, kurbağalar ölüyor, suda yaşayan tüm canlılar ölüyor.
Toprağından çıkarılan taş ve mermerler kesilirken tüm havaya toz bulutları salıyor, ilk önce o taş sökenlerin ciğerlerine yerleştiriyor kanser mayasını.
Yaşlılarımız eski taş ustalarını anlatırlardı. “Her taştan bina yapılmaz” derlermiş büyük ustalar. Taş kazılacak yerin üstünde, altında, yakınında su olduğunda oradan taş çıkartılmazmış. “Börtü böcü rahatsız olmasın” derlermiş, “kurdun, kuşun suyuna zarar gelmesin” diye de eklerlermiş. Su içene yılan dokunmaz halk sözünde olduğu gibi.
Ormanların ve orman canlılarının yok olduğu, akarsuların kuruduğu bir ülkede yaşam nasıl olacak? Toprak ekilmezse, bağ, bahçe dikilmezse ne yiyecek, ne içecek bu insanlar?
Büyük çıkar projelerindeki en ince hesap burada yapılmış. Alış-veriş merkezleriyle denetlenebilir tüketim toplumu yaratmak ve bağımlı kılmak. Kendi toprağında yetiştiremeyen insanlar ithal yiyecek, giyecek gibi ihtiyaç gereksinimlerini buralardan alacakları için uluslararası ticari şirketlere muhtaç hale getirilecek. Şirketlere muhtaçlık, iktidar yandaşlığına doyumsuz ve süresiz bir ticaret devamlılığı demek olacak.
Su şirketleri kazanacak. Su şirketlerinin kazanması için kaynak suları yetmeyecek, daha çok baraja ihtiyacımız olduğu söylenen projeler peşinden gelecek.
Elektrik şirketleri kazanacak, elektrik şirketlerinin kazanması için daha çok Termik Santrallere ihtiyaç olduğu iddia edilerek projeler geliştirilecek.
Büyük projeler adı altında sunulan ve toplum tarafından kabul gören bu durum, insanımızın kendi kendisini yok etmesi projesinden öte bir şey olmayacak. Sorunun bilincine varan insanlar iktidarın büyük projelerine tepki gösteriyor, topraklarını, ormanlarını, sularını korumak için direniyorlar.
Artvin
Her şeyi çıkar gözüyle görenler, kendi savunmasını yapan herkesi, her şeyi karşı görürler. Hem laf cambazlığı, hem aba altından sopa gösterme yoluna başvururlar. Artvin, Maraş Terolar, Soma Kozluören köylerindeki direniş tam da bu söyleme denk düşüyor. Oysa Artvin 25 yıldır, özellikle son 5 yıldır genç, yaşlı, kadın, esnaf, partili, siyasetsiz topyekûn madenlere karşı topraklarını, sularını korumaya çalışıyor.
Sahip çıkılan her ağaç, her yeşil alan, her orman, her akarsu, her kaynak suyu, bu sularda ve ormanlarda yaşayan tüm canlılar doğamızın bir parçasıdır diye korumaya çalışıyorlar. Tüm bu canlılar toplumsal yaşamın bir parçasıdır. Ağaçları kadar şehirlerine, geleneklerine, kültürlerine, sağlıklarına, sağlıklı su ve havaya erişim haklarına, dağ çiçeklerine ve yırtıcı hayvanlarına, kısaca hem maddi hem manevi yaşam alanlarına sahip çıkıyorlar.
Çünkü madencilik yapılmak istenen bölge sadece ağaçlık değil. Cerattepe yamaç üzerine kurulmuş Artvin kentinin birkaç yüz metre yukarısında yer alıyor. Artvin’in bütün su kaynakları bu bölgeden geliyor. Dolayısıyla Artvinliler, kendi devletlerinden kendi geleceklerini, kendi sağlıklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Dağların altında altın olması birilerinin iştahını kabartırken, üstündeki en değerli altın olan “Sağlıklı Yaşam”ı korumak görevi Artvinlilere düşüyor.
Pazarcık Terolar Köyü
Maraş ile Pazarcık arasında Alevi köylerinin bulunduğu bölgeye 25 bin kişilik mülteci kampı yapılıyor. Yöre halkına hiç sorulmamış, kendilerine yakın buldukları bir iki insan ile anlaşmışlar ve iş makineleriyle çalışmaya başladılar.
Yöre halkı “Obama Dokunma” diye, yine kendi devletlerinden kendi topraklarını korumak için direnmeye başladılar. Aleviler, en çok da Maraş Alevileri Katliamın ve mülteci olmanın ne olduğunu en iyi bilenlerdir. Türlü baskılar yetmemiş, katliamlar yaşamış, dünyanın her yanına mülteci olarak göç etmiş insanlar çoğunluğu. Yaşlandıklarında köylerine, anılarını üstünde yaşadıkları topraklarında yaşamak istiyorlar.
Sorun şu; yapılacak olan kampa getirilecek insanlar Mülteci değil, IŞID taraftarı katillerin yaşayacağı kamp olacağından endişe ediyorlar. Bu kamplar üzerine daha önce Antakya ve Antep’e birçok olumsuz haber çıktı medya kanallarında. Terolar’daki kampın aynı gruplar için yapıldığı söylemleri de ortada dolaşırken, yöre halkına topraklarına, kendi deyimleri ile obalarına sahip çıkmaktan öte bir şey kalmıyor ve Aleviler kendi gelecekleri, kendi yarınları için değil ülkenin yarınları için direniyorlar.
Suriyeli göçmenlere karşı olmadıklarını ancak hükümetin ve AFAD’ın bu güne kadar yaptıklarına güvenmediklerini, yapılacak kampın IŞİD, El Nusra gibi cihatçı örgütleri buraya yerleştirilmek istendiğinden kaygı duyduklarını söylüyorlar. Çok haklı olarak dile getirilen bu kaygılı sorulara karşı hükümetten herhangi güvenilir bir açıklama gelmemesi kaygıları daha da derinleştiriyor. Terolar ve yöre köylülerine topraklarını korumaktan başka çare kalmıyor.
Soma Kozluören Köyü
Soma, batısında Bakırçay, doğusunda Kırkağaç ovalarının buluştuğu çok verimli topraklarla anılır Yunan mitoloji yazıtlarında. 1913 yılında Linyit kömürü bulunmasıyla beraber Madencilik başlamış. 1980’li yıllara kadar yeraltı madenciliği olduğu için çevre zarar görmüyordu. 1980’ler sonrası “Açık İşletme” adını verdikleri sistemle, önce ormanların yok ettiler, daha sonra kömürün üzerindeki toprağı alarak bir başka alana dökmeye başladılar. Yetmedi, dağların (örneğin Sivri dağı) yarısını kazarak, bir başka ormanlık alanı yok ettiler. Şu an güneyde Deniş köyü, doğuda Tekeli Işıklar, kuzey de Çerkez Sultaniye, batı da Kozluören köylü olarak çok geniş bir merayı, ekin tarlalarını yok ettiler. Yine yetmedi, Soma’nın güneyindeki dağları yıkarak, Kınık ovasına kadar olan ormanlık bölge ortadan kaldırıldı. Bu kadar katliama hangi mühendislerin vicdanı, hangi çıkar karşılığı onay verdi bilemiyoruz. Ancak, o soğuk sulu çeşmeler, kuzuların, oğlakların otladığı, binbir kuşun konduğu, yaşadığı güzelliklerin nasıl yok edildiğini sadece izliyoruz.
Kömür madenlerinin çoğalmasıyla, 1940’larda Almanların yapmış olduğu bir Termik Santrali vardır. 1980’lerde Japonlara iki üniteli bir Termik Santrali daha yaptırdı devletimiz. Yaptırmaz olaydı! Soma kül bulutu altına alınmış oldu. Akşam yıkanan arabaların üzeri sabah tozdan görünmez hale geliyor şimdi. Bakırçay kömür renginde akmaya başladı. Bakırçay ovasındaki topraklar da sebze yetişmez hale geldi. İlk önce Tespih ağaçları öldü.
Yetmedi; 2014 yılında iktidar yanlısı Kolin adında bir şirket Yırca köyüne Santral yapma girişiminde bulundu. Yircalıların 6 bin Zeytin ağacı kesildikten, köylüler asker dayağından geçtikten bir gün sonra Mahkeme İşletmeyi durdurma kararı verdi.
İktidar kafasına koymuştu ve bu zehir fabrikasını Soma’ya kuracaktı. Kazaya 25 KM uzaklıktaki Türk Piyala ve Kayrakaltı köylerinin bir avuç arazisini satın alarak inşaata başladı. Termik Santrali yapılacaktı ama kömür bandı nereden geçecekti, yüksek gerilim hattı güzergâhı neresiydi? Bunlardan kimsenin haberi yoktu. Şirket birkaç muhtar ile iş bitirmeye çalışıyordu.
Yukarıda bahsettiğim açık işletme madenler nedeniyle Soma’nın nefes alacak bir avuç ormanı Tahtacı Alevi Kozluören köyünün ormanları kalmıştı. Köylülere haber verilmeden ormanları kesilmeye başlandı. Ormanların niçin kesildiğini soran köylülere verilen cevap; “Ormanların Gençleştirileceği” yalanıydı.
Daha sonra ortaya çıktı ki, Soma’dan başlayan Kömür bandı güneyden kuzeye Kozluören köyü ormanları içinden ve köye 150 metre mesafeden, bu da yetmiyor; Yeni dede ile Çakmak dede ziyaretleri üzerinden geçirilecekmiş. Köylülerden bir iki kişinin tarlasını satın aldıktan sonra, köylülerden herhangi bir tepki gelmeyince bir başka gizli proje daha ortaya çıktı; Köyün altındaki dereye baraj yapacaklar ve buradan aldıkları suyu Termik Santralinde kullanacaklarmış.
Kozluörenli köylüler kendi devletlerinden, kendi topraklarını, ormanlarını, sularını korumak için dağlarda nöbet tutuyorlar şu an. Sadece ormanları, suları değil, Soma, Kırkağaç, Kınık, Savaştepe kazalarındaki köylerde yaşayan insanları, hayvanları, velhasıl tüm canlıları kanser ve nefes darlığı hastalıklarından korumak için mücadele veriyorlar.
Son olarak; Ülkenin demografik yapısı çıkar siyaseti üzerine değişirken, topraklarını gerçekten sevenler ile sahte vatanseverleri not ediyor tarih anamız…
Şimdi birbirimize el verme, gönül verme, cesaret verme zamanı, yarın çok geç olmadan, Sevgili Hrant’ın deyimiyle, Bizim bu toprakların üstünde gözümüz yok, altında soyumuz, erlerimiz, pirlerimiz, mezarlarımız var. Bu topraklar hepimizin…
28.04.2016
Yoruma kapalı.