PİRHA -Cumhurbaşkanlığı seçiminden çıkan sonucu yorumlayan 27. Dönem HDP Antalya Milletvekili Kemal Bülbül, yapılan oylamanın meşru olmadığını söyledi. Bülbül, “Zalim, zulmünde ısrar ediyor. Mazlum da mücadelesinde ısrar etmeli. Alevilikte çaresizlik yoktur” dedi.
Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda kesin olmayan sonuçlara göre oyların yüzde 52’sini alarak yeniden Cumhurbaşkanı seçildi. Erdoğan’ın 27 milyon 725 bin 131, Kılıçdaroğlu’nun ise 25 milyon 432 bin 951 oy alması ardından Türkiye’nin “Yeni Yüzyılı’nın” nasıl inşa edileceği ise merak konusu oldu.
28 Haziran gecesi konuşan Kılıçdaroğlu, “Her zaman hakkınız, hukukunuz için mücadele verdim, vermeye devam edeceğim” diye belirtti. Ancak parti içerisinde istifa tartışmaları da baş gösterdi. Parlamento seçimlerinin ardından, cumhurbaşkanlığının da kaybedilmesi nedeniyle iç hesaplaşmalar kamuoyuna da yansıdı.
Muhalefet partileri, çıkan sonuçları her ne kadar “yenilgi” olarak yorumlamasalar da seçmenlerdeki ifade tam aksi yönde oluştu.
Dezenformasyon nitelikli kampanyalarla birlikte sandıklarda görülen usulsüzlükler, yurttaşın demokratik siyasete olan bağını ne derece etkiledi, detaylarıyla birlikte 27. Dönem HDP Antalya Milletvekili Kemal Bülbül ile konuştuk.
“BU SEÇİMLER MEŞRU BİLE DEĞİLDİR”
PİRHA – Cumhurbaşkanı seçiminden çıkan sonuçlar toplumda bir moral bozukluğu yarattı. Yapılan yarış sonrası demokratik seçime olan güven azaldı gibi. Bundan sonrası için oy kullanmanın bir anlam ifade etmediğini söyleyenler çokça görünür oldu. Seçimlerdeki bu sonuç, nasıl bir ülkeye kapı araladı dersiniz?
KEMAL BÜLBÜL: Seçimin demokratik olmadığı fikri elbette ki doğru. Fakat sandığa gitmeyeceksek, sandığa gitmemenin alternatifini yaratmak durumundayız. Sandığa gitmeyeceksek yönetim şeklimizi nasıl belirleyeceğiz? Böyle bir sorunumuz var ki bu sorun zaten şurada çok bariz bir şekilde hissedildi; 9 milyonu aşkın seçmen, sandığa gitmemiş. Bu aslında bir sorumsuzluktur.
Olayın ikinci yanı ise cumhuriyetin kuruluşundan bugüne, daha doğrusu çok partili sistem denilen ama çok parti değil, aynı zihniyetteki farklı partilerin olduğu sistemden bu yana Türkiye’de seçim yapılıyor. Bu seçimlerin hiçbirisi Kürt, Alevi, devrimci, işçi, yoksullar, kadınlar için farklılık, değişim, eşitlik, adalet isteyenler için demokratik olmamıştır. Devleti kullanarak, sermayeyi peşkeş çekmek, sermayeyi hortumlamak, devleti kullanarak ihale almak, sermayeyi yandaşlarına dağıtmak; polisi, jandarmayı, hukuku, devletin tüm aygıtlarını bir sopa olarak kullanmak, devleti ele geçirip kendi zihniyeti çerçevesinde yönetip buna da ‘en güzel demokrasi’ demek gayesinde olanların planladığı bir şey olmuştur. Temel sorun bu. Türkiye’de sadece seçim için değil, yaşam için, nefes almak için, sanat, kültür, inanç, yolda yürümek için; yani hiçbir şey için demokrasi yoktur. Sadece seçim için değil. Dolayısıyla bu seçimler bir demokratik ortam içerisinde olmamıştır. Bu seçimler meşru bile değildir. Hatta denebilir ki 2010 yılından bu yana yapılan seçimlerin tamamı meşru değildir. Çünkü bir tarafın egemen kılındığı, diğer tarafın mahkum edildiği bir ortamda, devlet aygıtının tüm olanaklarının pervasızca kullanıldığı bir ortamda, demokratik seçim olmaz.
“SANDIK DA SOKAKLAR DA KUŞATILMIŞTI”
Toplum %50 %50 yarıldı ve bu yarılmanın sonucuna bir başarı denilemez. Devlet bölünmüştür ve bu bölünmeyi yapan devletin geleneksel inkarcı, tekçi zihniyetidir. Birey düşünsel olarak çoğuldur, yani tekil değildir. Toplum da çoğuldur tekil değildir. ‘Tek tek tek’ diye sayarak dün akşam yine suç işledi. Dolayısıyla bu tekçiliğin bir sonucudur ki gelinen noktada tekçilik ortaya çıkmış ve çoğulculuk, çokluk mahkum edilmeye çalışılmış. Dolayısıyla biz bu seçimin sonucuna ‘demokrasi tezahür etti, sandıktan demokrasi çıktı, sandığa gidildi ve Recep Tayyip Erdoğan kazandı’ gibi bir şey demiyoruz. Sandık kuşatılmıştı, sandık öncesi sokaklar da kuşatılmıştı. Sokaklar öncesinde basın kuşatılmıştı. Basın öncesinde zihniyetler kuşatılmıştı. Ortalığa korku yayılmıştı. Korku, baskı, zulüm atmosferi oluşturulmuştu. Ve buradan adeta ‘Yüreğiniz yetiyorsa oy verin’ gibi bir şey çıkarılmıştı. Kendi yandaşlarını öven, öpen, koklayan, pışpışlayan, hoplatan, zıplatan ama karşıdaki insanları da her türlü şekilde tehdit eden bir şey. Şimdi bunun tahlil edilmesi lazım. Yani muhalefetten kaybedenler, çıkıp demokratik bir şey olmuş gibi ‘kazananı kutluyoruz’ falan… Bu seçimin kazananı yok burada bir zulüm rejimi var. Bu zulüm rejiminin kendi yöntemini kullanarak kendini devam ettirmesi var. Bu seçim falan değil, bu bir kuşatılmışlığın ortaya çıkardığı sonuç. Dolayısıyla evet seçim demokraside en önemli yöntemlerden biridir fakat seçime teşkil eden süreçlerin tamamıyla birlikte en önemli yöntemdir. Sandıkta oyların sayılması değildir. Seçim, sandığın açıldığında, zarfların ortaya dökülüp de ‘oyları saydık bak böyle oldu’ demek bir demokrasi değil. O en son nokta. Oraya gelene kadar eşitlik, adalet, güvenlik, propaganda hakkı, bütün bunlarla birlikte değerlendirilmeli.
“MAZLUM YILGINLIĞA UĞRUYORSA…”
Dolayısıyla ortaya şöyle bir şey çıkmıştır; zalim, zulmünde ısrar ediyor, mazlum da mücadelesinde ısrar etmeli. Mazlum yılgınlığa uğramamalı. Mazlum yılgınlığa uğruyorsa demek ki zalimden bir beklenti içindedir. Zalimden merhamet beklenir mi? Zalimin bütün yegane edimi zulümdür, inkardır, baskıdır, tekçiliktir. Bizim bir beklentimiz yoktu. Bizim beklentimiz, mazlumun bütün kutsal değerlerini toparlayıp, amaçladığı bütün bu kutsal değerler uğruna mücadelesini yürütmesiydi. Bakın şunu yapabiliriz; mücadele yöntemlerini, araçlarını gözden geçirebiliriz. Mücadele yürüten bireyleri, partiyi, dili, ilişkiyi, hepsini gözden geçirmeliyiz. Hatta geçireceğiz ve bu değerlendirmenin sonucunda yenileşmenin getirdiği bir şey mazlumlar, kendisiyle birlikte sınırlı kalmamalı. Mazlum o kadar üretken ve becerikli olmalı ki zalimliğe tevessül etmiş şahsiyetin de zulme ortak olduğunu ve aslında mazlumdan yana olması gerektiğini ifade edebilecek kadar etkin olmalı. Burada çok büyük hatalar dizgesi ortaya çıkmıştır. Bu hatalar dizgesini biz de yaptık. Bu hatalar dizgesini Alevi kurumları da sivil toplum örgütleri de yaptı.”
“ALEVİLİKTE ÇARESİZLİK YOKTUR”
– Peki o mücadele yöntemlerini Alevi toplumunun penceresinden nasıl yorumlarsınız. Örneğin Erdoğan, seçim gecesi toplumun karşısına çıktı ve ilk konuşmasında CHP ve HDP’yi hedef alarak “LGBT’ciler” dedi. Bu ötekileştirici dil, bundan sonrası için Alevi toplumuna nasıl yansır? Bu tavra karşı nasıl refleks gösterilmeli?
Alevi toplumu, öncelikle kendi inancı ile özdeşleşir, inancını özümser, tarihiyle tanışık olursa şöyle bir şey ortaya çıkar; Alevilikte çaresizlik yoktur. Bu, şu anlama geliyor; insan, can, derviş, talip, mürşit; konumu her ne ise insanın, bir üretken bireydir. Düşünce, emek, değer üreten; dolayısıyla şu pasifist ruhu, şu beklenti içinde olan ruhu bir yana bırakmak lazım. Böyle bir dünya yoktur. Hepimizin içinde aktif olduğu, kendi vaziyetine, yeteneklerine, olanaklarına göre rol aldığı bir şeyle ancak sistematik bir başarı sağlanabilir. Yoksa ‘ben, sana görev verdim, git beni kurtar’ gibi bir şey yoktur. Dolayısıyla Alevi toplumu öncelikle Alevi olmalı. Alevi olmak demek, yaşamın içinde aktif olmak, yaşamı sorgulamak demek. Sorgulanmamış bir yaşam, yaşam değildir. 2600 yıl önce bunu Sokrates söylemiş. Bunu bugün bizim yol ulularımız da söylüyor. Alevi olmak demek, yaşama etkin katılmak, örgütlenmek, demokrasi mücadelesi içerisinde olmak demektir.
“ALEVİ KURUMLARI HEMEN YENİ BİR EYLEM TAKVİMİ OLUŞTURMALI
Alevi toplumu şöyle sanıyor; gidip bir seçim mitingine katılmak ya da seçim çalışması yapmak… Tamam doğru, bu da bir araç fakat yeterli değil. Bir siyasi partide görev almak, görev alırken sorumluluğunu bilmek ve toplumu beraber örgütleyebilmek… Yani ortaya bir eylemsellik, devinim, düşünsel bir dönüşüm koyabilmeli. Aynı şeyde ısrar edip durmak olmamalı. Şu Alevi inancını, şu siyasi anlayışlardan biraz ayrı tutalım bakalım. İnancın kendisinin ortaya çıkardığı bir enerji var. ‘İnanç, siyasetten kopuk olsun, siyasetle asla buluşmasın’ demiyorum. Buluşsun. Fakat öncelikle inancın kendisinin örgütlediği birey, toplum, yaşam var. Ocaklar bunun kendisi zaten. Alevilerde ocak sistemi neden var? Bu ocak sistemi, bir örgütlenme biçimidir. Şimdi ise Aleviler derneklerde örgütleniyor. Peki derneklerde nasıl örgütleniyor? 3 yılda bir kongre oluyor, listeler çıkıyor, bir enerji gelişiyor. Ya da biri Hakk’a yürüyor ya da bir anma yıldönümü oluyor. Peki bunun dışında ne oluyor?
Mesela ben yöneticilik yaparken dedim ki ‘Bizim Madımak Oteli’ne gitmemiz, bizim bir marifetimiz değil, toplumda oluşmuş bir şeydir. Gitmezsek bizi kınarlar’. Mesela biz ‘Eşit yurttaşlık istiyoruz’ eylemlerini yapmıştık ve yüz binlerce insan katıldı. İşte asıl etkinlik, eylem oydu. Şimdi, bugün Alevi kurumları oturup siyasete katılımı, dernekteki yönetim biçimini ve üyeleri, Alevi toplumu ile ilişkisini, Alevi toplumunun diğer toplumsal, inanç grupları ile ilişkisini, derneklerin topluma karşı görevlerini ve toplumun, dernekle olan ilişkisini, konjonktürel olarak içinde bulunduğu siyasi dönemin görev ve sorumluluklarını değerlendirmeli. Alevilerin paydaşları, doğal müttefikleri kimdir, bunları tespit etmeli. Bunlarla birlikte yeni bir strateji oluşturmalı. İnteraktif bir ilişki içerisinde olmak gerekir. O halde hemen bir eylem takvimi oluşturmak lazım. Yani ‘Sayın Kılıçdaroğlu’nu destekliyorduk seçilmedi, kaybettik, perişan olduk’ gibi bir atıl, pasif, inançla, Yol ile erkan ile alakası olmayan bir tutum, Alevi toplumunun tutumu olamaz. Hemen şu andan itibaren bütün kurumlar buluşmalı, yeni bir eylem takvimi oluşturmalı. Bu eylem, takvim içerisinde dediğim süreçler için ne yapılacağı konusunda planlı süreçler olmalı.
“KÜRT HALKI, OY VERMEK ZORUNDA DEĞİLDİ”
PİRHA – Muhalefet açısından kaybedilen seçimlerde bir “günah keçisi” arayışına da girildi. “Kürdistan’da seçime katılım bir nebze düşse de ülkenin batısına bu yönlü bir eleştiri yapan çok nadir. Kürtler, birçok kırıcı bulduğu girişime karşın, sandığa yöneldi. Peki genel anlamda neden başarısız olundu?
Başarısızlığı Kürtlerde aramak, efendi-köle ilişkisinin ortaya konulmuş biçimidir. Kürt halkı, oy vermek zorunda değildi ama tarihi konjonktürel bir görevi yerine getirmek için bunu son derece başarılı yaptı.
“KAZANIM OLMAMASI İNANMAMAKTAN KAYNAKLANIYOR”
-“Eğer HDP ile böylesine bir yakınlık kurulmasaydı kazanma ihtimali daha yüksek olabilirdi” gibi yorumlar da mevcut bunu nasıl yorumlarsınız?
Bunu söyleyenler oturduğu yerden kendini kutsayanlardır. Biz bunlara ‘kerameti kendinden menkul’ diyoruz. HDP’nin, Kürt halkının, bunun içerisinde olması Türkiye’ye şunu göstermiştir ancak; Türkiye demokratikleşecek ise bu enerjinin, bu 40 yıllık deneyimin, erdemin katılımıyla olabilir. Asıl onların şunu sorgulamaları lazım, bugüne kadar biz niye Kürtlere ulaşmadık? Hala yanlış yapılıyor ve ötekileştiriliyor. Kırıcı, itici, ırkçı bir dil kullanılmasını gözden geçirmeleri gerekirken böyle saçma sapan şeyler söyleniyor. Kürtlerin hiç olmadığı bir il, mesela Zonguldak’tan örnek veriyorum, kimse böyle bir düşüşü sorgulamıyor. Ama kafada, dip köşede bir yerde bir Kürt düşmanlığı olduğu için bu ortaya çıkabiliyor. Birincisi eşit koşulların olmamasından, ikincisi koşulların ağırlaştırılmasından, baskı, zulüm gibi ama en önemlisi buna inanmamaktan kaynaklanıyor. Topluma şu güveni veremediler; toplumdan kimileri diyordu ki ‘bunlar ne yapar eder son dakikada bir şey yapar’. Bunun böyle olmadığını, olmaması gerektiğini, kendilerinin de ne yapıp edip başarı sağlayacağına inandıramadılar. İkincisi, ‘Bunlar gitmezler deniliyordu’. Bu sözü AKP kendi yayıyordu ki gitmemesini meşrulaştırıyordu ki ‘ya biz demiştik’ gibi bir şey olsun.
“KILIÇDAROĞLU’NUN ENERJİSİNE RAĞMEN ÖRGÜTLERDE ATALETSİZLİK!”
Seçim süresince 20’ye yakın il dolaştım. Hiçbirinde CHP’lilerin sistematik bir çalışmasını asla görmedim. Bir tek İzmir’de yolda yürüyen bir CHP’li grup vardı, sanırım el ilanı dağıtıyorlardı. Onun dışında ses araçlarını görebildim. Benim göremediğim başka bir çalışma yöntemi varsa onu bilemem. En son Antalya’daydım ve Kumluca, Finike ilçelerine gittim. Buraların belediyeleri de CHP’li. Oradaki bizim yöneticilerimiz ‘CHP’liler hiç çalışmıyor’ dediler. Şimdi sayın Kılıçdaroğlu’nun o enerjisine, performansına rağmen il ilçe örgütlerinde böyle bir atalet, böyle bir duyarsızlık… Ülke böyle bir noktaya gelmiş ve yarılma olmuş. Bu yarılmada ekonomi çok büyük bir sorun haline dönüşmüş ve şu anda hükümet, topluma kullandıkları medya ile ‘Bunu ancak biz yapabiliriz’ gibi bir imaj vermiş. Ekonominin insanların üzerinde yarattığı etki ‘Bunlar batırdı, mahvetti bizi. Bunlardan kurtulmak lazım’ yönünde olması gerekirken tersine ‘Ya tamam öyle de yine de bunlar düzeltebilir’ gibi bir saçmalık oluşuyor.
“DEPREM BÖLGESİNDE PSİKOPATOLOJİK BİR DURUM ÇIKMIŞTIR”
Yine deprem bölgesinde ortaya çıkan duruma dair de ‘Ya olabilir böyle bir şey’ deniliyor. Böyle bir şey olamaz! Bu bir toplumsal hastalık halidir. Üstünüze eviniz yıkılacak, altında yakınlarınız can verecek ve siz oradan çıkıp, size sahip çıkmamış, sizi rezil rüsva etmiş, ölüme mahkum etmiş birine oyunuzu vereceksiniz! Bu psikopatolojik bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye’de, psikopatolojik bir durum çıkmıştır. Bu durum ekonomi, deprem, yolsuzluk, kadın katliamı, çocuk taciz ve tecavüzü, 6 yaşındaki çocukla evlenme, orman yangınları, sel baskınları, bütün bu toplumsal durumlar karşısında AKP’nin içinden sıyrılıp pürüpak çıkması gibi bir şey var. Bu bir hastalık halidir. Bu sosyolojik, psikolojik bir hastalık halidir. Burada bir rehabilitasyon gerekir. Bakın, Halk Ekmek büfelerinin önünde 100 metre kuyruk oluşuyor ve oradan hükümete dair sonuç çıkıyor. İnsanlar çuval dolusu ekmek alıp götürüyor, muhtemelen ekmekten başka bir şey de yiyemiyor. Bu durum ciddi bir sosyolojik değerlendirmeyi gerektiriyor. Psikoloji biliminin verileri ile bu olanları değerlendirmek zorundayız. ‘Demokratik olarak onu tercih etti’ gibi bir şey diyemeyiz. Bu demokratik bir tercih değil, hastalıklı bir tercihtir. O halde bütün seçimi teşkil eden seçimin de ötesinde demokrasiyi, sistemi teşkil eden verileri, parçaları sorguladığımızda ortaya bir hastalıklı yapı çıkıyor. Ben bu hastalıklı yapıyı onaylarsam aynı hastalığın ortağı olurum.
“YİNE KAZANMADILAR, YAPTIKLARI REZALETİN, YOLSUZLUĞUN BİR SONUCU BU”
Seçimden kısa bir süre önce Alevi toplumunun dudağına bir parmak bal çalmak için; Alevilik diye bir inanç var mı yok mu halen yasaya göre biz bilmiyoruz. Çıkardıkları yasaya göre Alevilik bir inanç mı; inanç ise inanç merkezi var mı; inanç ise inancını nasıl yürütecek? İşte AKP bu. Ne inanç, ne değil. Ne inanç merkezi var ne de yok. Böyle sürüncemede bırakan bir durum. Ne hırsız ne değil. Ne tecavüzcü ne de değil. Şimdi toplumun aklını böyle bir sürüncemede bırakabilirsiniz. Siyasete seçmen olarak katılanların aklını da böyle bir sürüncemede, bir köprünün ortasında sel gelirken mahkum bir şekilde bırakabilirsiniz ama bizi bırakamazsınız. Biz bunu teşhir edeceğiz ve üzerine yürüyeceğiz. Yöntemlerimizi, her şeyi gözden geçireceğiz ama ‘başarısız olduk, bu kadar zaman geldiler yine kazandılar’ falan değil. Yine kazanmadılar! Yine yaptıkları rezaletin, yolsuzluğun, hırsızlığın bir sonucu bu. Bir bütün olarak sistem, kendi kendini mahkum etmiş, sistemin ne olduğu ortaya çıkmış, sistem teşhir olmuş ve sistemin teşhirini mahkum eden %50’lik bir kesim var. Sistemin bozuk, kirli, paslı, dönmez olduğunu ispatlamış %50’lik bir kesim var. Diğer oy verenlerin tümü de ona razı olduğundan oy vermediler.”
Eren GÜVEN/ANKARA
Yoruma kapalı.