PİRHA- Kendi memleketindeki baskıdan ve korkudan dolayı şehirdeki okula dahi gönderilemeyen çocuklar arasından sıyrılan Atalan, kendi köylüleri arasında gurbette ortaokul ve lise okuyan ilk insanlardan biri olmayı başarmış. Bunun devamında yılmayan ve mücadeleci ruhuyla evlenip çoluğa çocuğa karışmasına rağmen üniversiteden mezun olan Atalan, siyasete girerek yükselen başarı grafiğine önemli mevkiler de eklemiş.
Baskı ve zulmün getirisi; zorunlu göç hikayeleri…
Gurbet her yaştan her vatandan insan için çok zor. Toprağını bırakıp ırağa gitmek hep üzer insanı. Özellikle baskı ve zulümden kaçarak el toprağına sığındığında için daha çok acır. Üzülmen fayda etmez. Hatta insanı en çok kapı komşusundan gördüğü ötekileştirme çabası yaralar. Kendi toprağında saygı göremeyip, barışa, kardeşliğe inanırken tam tersine ithamlarla karşılaşmak yorar insanı.
Komşularınızın sizleri dövme boyutuna getirdiği davranışlarla mücadele etmek kendi vatanında üzüyor insanı.
Hem de ufacık çocukken, hatta “Biz niye Ezidiyiz?” sorusuna dahi yanıt veremezken başlayan baskılardan söz ediyoruz. Her şeyden habersiz olarak ötekileştirilen ve yaşamlarında derin yaralar açacak, izler bırakacak tepkiler yaşıyorlardı.
Okul müdüründen din tercihiyle ilgili olarak elleri şişene kadar dayak yiyordu mesela Ali Atalan.
Hal böyle olduğunda da yaşam kaygısı daha ağır basıyor bazen ve doğup büyüdüğün, kuşaklarca orada anılar bıraktığın topraklardan göçmek zorunda kalıyorsunuz. Vatanınıza elveda demek zorunda kalıyorsunuz. Mücadele gücünden yoksun olmanızla ilgili değil bu göç hikayesi. Aslında var olma mücadelesinden düşmemek için de göç mecburi istikamet olarak kalıyor.
Ezilen, baskı ve zulme maruz kalan Ezidiler için büyük acılar yaşatan göç hikayelerinden bir tanesini de Ali Atalan yaşıyor ve 1968 yılında dünyaya geldiği topraklardan 85 yılında göç etmek zorunda kalıyor. Ardında da büyük acılar, yaşanmışlıklar bırakarak…
Biraz kendinizden söz eder misiniz? 78-85 yıllarına mesela.
Şuradan başlayayım, 1968 yılında Mardin’in Midyat’a bağlı Güven Köyü’nde dünyaya gelmişim. Doğduğum köy, yani bizim köy, katıksız bir Ezidi köyüdür ve burası Türkiye’de Ezidilerin en büyük köyü olarak bilinir. Aileme değinecek olursak eğer, toplamda 7 kardeştik biz. Ben de 3’üncü büyük çocuk olarak yer alıyordum sıralamada. Okul yıllarıma da köyümde başladım. İlkokulu da yine köyde bitirdim. Daha sonra ortaokul için Midyat’ta bir okula gittim. Ortaokulu bitirip liseye geçtiğimde yine Midyat’taydım ancak liseyi terk ettim, bitirmedim. Daha sonra 1985 yılına geldim ve artık gurbet yolu görünmüştü. Türkiye’yi terk edip Almanya yollarına düşmüştüm mecburen.
Bu şekilde okulu bırakıp Almanya’ya gidişinizin sebebi neydi?
Sıradan bir seyahat hikayesi değildi tabi ki, keyfi bir davranış için hiç değildi. Ezidiler kendi köylerinde fazlaca baskı yaşıyordu. Komşularımızdan, yakınlarımızdan sürekli baskı görüyorduk. Hatta bu baskının sürekli hale geldiği köyümüzde baskılardan dolayı rahat edememeye başlamıştık. Çünkü baskılar iyice yoğunlaşmıştı. Bu baskılara ne kadar göğüs germeye çalışsak da ne yazık ki dayanılmaz hale geliyordu artık bu durum. Hal böyle olunca da Almanya bizim için baskılardan kurtulma durağı oldu.
Peki, bu baskı neyin baskısıydı?
Bölgede gericiliğin had safhada olması, toplumsal gericilik en genel sebepti. Yani gericilikten kastım da mutlaka biri gelip seni vuracak, katledecek anlamında değil. Gericilikten kastım aslında askerde, okulda, dairelerde, çarşıda, her yerde Ezidilerin maruz kaldığı ayrımcı, ırkçı şeyler. Mesela “Siz niye Ezidisiniz? Niye Müslüman olmuyorsunuz?” şeklinde, dövmeye, hakaret etmeye varan şeyler yaşıyorduk. Tabii, ekonomik nedenler de var bu göç hikâyesinin içinde.
Ekonomik nedenler demişken, Ezidilerin ekonomik durumları nasıldı peki?
Orta hallilerdi diyebilirim. Tarlaları vardı, çiftçilik yapıyorlardı, ziraatla falan uğraşıyorlardı, yani kimse açlıktan ölmüyordu; ama ekonomik durumları da o kadar iyi değildi. O dönemlerde özellikle Avrupa’ya, Almanya’ya yol açıldı ve öyle bir göç dalgası başladı. İnsanlar ekonomik kaygılardan dolayı da göçü tercih etti. Bunun sebebi aslında ekonomik kazançla birleşen baskıdan kurtulma düşüncesiydi. Kendi memleketinizde kazandığınızla geçinseniz dahi baskı ve zulüm insanlar için dayanılmaz bir hal alıyordu. Biz de bundan sebep, açılan yolla birlikte o dönemde göçtük ülkemizden.
Az önce baskılardan bahsettiniz. Sizin yaşadığınız, maruz kaldığınız bir olay var mı hiç?
Okulda yaşadığım olaylar var. Özellikle Midyat’ta okurken hem öğretmenlerden, hem de öğrencilerden baskıya maruz kalıyordum. Bunlar da kimi zaman dinle ilgili kimi zaman inançtan dolayı oluyordu. Tabii o dönem çocuktum. Anlam veremiyordum bu konulara, baskılara. Niye Ezidi’yiz, onu bile bilmeden birçok baskıya maruz kalıyorduk…
OKUL MÜDÜRÜNDEN DİN DERSİNDEN DOLAYI DAYAK
Nasıl yansıyordu size bu baskılar? Nasıl davranıyorlardı?
Baskılar özellikle din üzerinden yapılıyordu. “Siz niye Müslüman değilsiniz? Niye Müslüman olmuyorsunuz?” şeklinde baskılar yaşıyorduk. Bu baskılar da tabi ki sadece sözde kalmıyordu, kavgaya dövüşe dönen olaylar da yaşanıyordu. Hatta okulda hemen hemen her gün böyle şeyler yaşanırdı. Mesela, okul müdürünün dolabından sopa çıkararak, din dersinden dolayı bana ve Hıristiyan bir arkadaşıma dayak atmıştı. Her bir elimize onar defa vurmuştu, çok iyi hatırlıyorum. Her iki elimin parmakları hareket edemez hale gelmişti, felç gibi bir şey oluşmuştu ellerimde.
Din derslerine katılıyor muydunuz?
Bir sefer katılamadım. Tabii, benim Müslüman olmadığımı biliyorlardı. Bu yüzden de din dersi öğretmeni olsun, diğer öğretmenler üzerimde ekstra bir baskı kuruyordu. Okul dışında da bu baskılar devam ediyordu. Hatırlıyorum, Ezidi ve Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı mahallelerdeki çocuklarla diğer mahallelerdeki çocuklar arasında bir top müsabakası yapılacaktı, öyle anlaşmıştık. Çocuk olmamıza rağmen aramızda gayet büyük bir kavga çıkmıştı. Sebep yine aynıydı, ayrımcılık.
Türkiye’de halen Ezidilik, Ezdailik bir din olarak kabul edilmiyor
Evet. Türkiye’de halen Ezidilik, Ezdailik bir din olarak kabul edilmiyor, din hanesinde dinleri yazılmıyor; ya bir nokta, ya bir çarpı işareti işleniyor. Bu, resmen bir hedef göstermedir; “Bunlar dinsizdir, bunlar Allah’a inanmıyor.” Böyle bir şey var. Bu, resmen toplumu hedef göstermektir; “Alın, istediğinizi yapın. Bunlar imansızdır, bunlar dinsizdir, bunların katli de helaldir.” gibi. Velhasıl, sistemli bir inkâr, sistemli bir baskı; hem psikolojik, hem toplumsal olarak, düzen tarafından, toplum tarafından, kültürel olarak, inançsal olarak bir dışlama, baskılama, gerekirse katletme vardı ve halen devam ediyor. Dozajında, şeklinde her ne kadar bir değişim varsa da, özünde bu inkâr siyaseti, bu dışlama politikası halen devam ediyor.
İkinci memleket Almanya
Almanya aslında kimimiz için artık gurbet olmaktan çoktan çıktı. Türk mahalleleriyle küçük bir Türkiye oldu aslında. Ancak arkasında trajik hikayeler bırakıp kendi memleketinden bambaşka topraklara giden her insan için gurbet, gurbettir işte.
Anneden, babadan ve kardeşlerden uzak bambaşka memlekettir. Dilini, kültürünü bilmediğin yabancı bir şehirdir. Vazgeçiştir sevdiklerinden. Orada ne yapacağını bilmeden, başına neler geleceğini bilmeden gittiğin topraklardır.
Ali Atalan da gurbete genç yaşta düşmüş bir Ezidi. 17 yaşında kendi kararıyla kuzenlerinin peşinden giden Atalan, keyifle çıktığı yolculuktan sonra yaşadığı hasret acısıyla zorlu süreçlerden geçmiş. 2 sene Almanya’da kampta kalan Atalan, yaşadıklarını ve tecrübelerini bizler için anlattı…
Avrupa’ya gitmeye nasıl karar verdiniz, kim karar verdi gitmeye ya da en büyük sebep neydi sizin için? “Tamam, artık biz burada yapamıyoruz.”
16 yaşımı yeni bitirmiş, 17 yaşıma girmiştim. Amcaoğullarım hazırlanmışlardı, gideceklerdi, onlarla gittim ben. Kararı ben verdim. Babamla annem istemiyordu, ama ben istedim ve gittim. Onlarla gideceğim için zaten bana hiç zor gelmedi ülkeyi terk etmek ilk başta. Annem ve babam gelmediler. Ona rağmen ben hiç düşünmeden gittim ülkeden.
Ailede tek siz gittiniz ilk başta o zaman?
Evet. Kendi ailemde tek ben gittim.
Peki, giderken ne hissettiniz? Sonuçta teksiniz.
Şöyle söyleyeyim; arkadaşlarımla olduğum için, çok keyifle, sevinerek gittim. Çünkü arkadaşlarımla birlikteydim. Daha 17 yaşındasın, annen ve baban orada değil, kardeşlerin orada değil; ancak işte tanıdıklarla gittiğin için çok üzülmüyorsun. Ancak belli bir süreden sonra özlüyorsun tabi ki. Bir de Almanya’da kamplarda kalıyorsun, çok kötü koşullarda. O da farklı sorunlar ortaya çıkardı. Zaten bir kere çok farklı bir dünya, yeni bir dünya gittiğin yer. Düşünsenize, bir Ezidi köyünden dünyanın en gelişmiş ülkelerinden bir tanesi olan Almanya’ya gidiyorsun. Dediğim gibi, orada kampta yaşıyorsun, dil bilmiyorsun her şey gözünüzde büyüyor ve çok zorlanıyorsunuz.
BABA TAVSİYESİYLE OKUYUP AZMİ ZAFERE ÇEVİREN ADAM: ALİ ATALAN
Azmetmek ve başarmak her insanın deneyip yapabileceği bir şey değildir. İdealist olmak, yılmadan çalışmak, hayal etmek, arzu etmek herkesin altından kalkabileceği basit bir yük değildir.
Her hikayenin arkasında katlanılmış acılar vardır. Her güzel başarı hikayesi kesinlikle zorunlulukla mücadele etmekle başlar aslında. Var olanı değiştirme, kabul etmediğin her zorluğa karşı koyma insanı olgunlaştırır. Evirir insanı.
Ali Atalan da gerçekten babasının okuma tavsiyesi üzerine okumayı ve araştırıp bir şeyler başarmayı kendisine misyon edinmiş. Düşünün; henüz 17 yaşındayken gurbete giden bir çocuk. Eline aldığı sözlükle ve okuma merakının onu diğer çocuklardan ayırıp kütüphane yollarını arşınlamaya itmesiyle bambaşka bir yol çizmiş kendisine.
Kendi memleketindeki baskıdan ve korkudan dolayı şehirdeki okula dahi gönderilemeyen çocuklar arasından sıyrılan Atalan, kendi köylüleri arasında gurbette ortaokul ve lise okuyan ilk insanlardan biri olmayı başarmış. Bunun devamında yılmayan ve mücadeleci ruhuyla evlenip çocuğa karışmasına rağmen üniversiteden mezun olan Atalan, siyasete girerek yükselen başarı grafiğine önemli mevkiler de eklemiş.
Ali Atalan kimdir diye kısa bir bilgilendirme metni paylaşırsak sizlere, azmin zaferinin ne demek olduğunu çok daha iyi anlayabileceğinizi düşünüyorum.
“Sosyal Bilimci ve Politolog. Almanya Ruhr Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Politoloji-Sosyoloji Bölümünü bitirdi. Yüksek lisansını Uluslararası İlişkiler alanında yaptı.
Almanya Münster Şehir Parlamentosu Üyeliği, Kuzey Ren-Vestfalya Eyalet Milletvekilliği, Sol Parti’de Barış Komisyonu Sözcülüğü görevlerinde bulundu.”
Almanya ya gider gitmez neler yaptınız?
Ben Almanya’ya gider gitmez bir sözlük aldım. Tabii, ben amcamın yanında olduğum için okulla ilgili sorunum halledilemedi. Okula gönderilecek miyim gönderilmeyecek miyim belli değildi? 17 yaşına girmiştim o sırada da. Velhasıl, okula gönderilmedim. Ben kendi kendime sözlük aldım, kursa gittim. Her gün kütüphaneye gidiyor ve kitap alıyordum, sözlük alıyordum, kelime yazıyordum, öğreniyordum bir şekilde. Dil öğrenmek için çaba içine girdim. Kursu bitirdim, ondan sonra liseyi dışarıdan bitirmeye çalıştım. Liseyi bitirdim, üniversiteye girdim. Üniversitede siyasal bilimler fakültesine kaydoldum ve uluslararası ilişkilerden mezun oldum sonra.
Kaç yılında mezun oldunuz? Kaç yaşındaydınız?
Yanılmıyorsam 35 yaşında. Evliydim, hatta çocuklarım da vardı ben okurken. Okuma merakım, özellikle babamın tavsiyesi üzerinedir. Babam, okumaya çok değer veren bir insandı. Zaten bizim köyden burada ortaokul ve liseye giden ilk biz ve bizimle birlikte birkaç köylümüz oldu. O büyük köyden okuyan ilk biz olduk yani düşünün. O kadar bir dışlanmışlık vardı ki Ezidilere karşı, şehirlere gidip okuma imkânları dahi yoktu. Ancak Almanya da üniversiteyi bitirdim. Bununla birlikte Tercümanlık Enstitüsüne de gittim, tercümanlık diploması alarak da tercümanlık yaptım.
Siyasete başlama hikayeniz nasıl gelişti?
Okuldu, tercümanlıktı derken siyasetin içinde buldum kendimi. Önce Demokratik Sosyalizm Partisi’nde görevde bulundum, daha sonra Sol Partiye dönüştü bu. Ardından büyükşehir belediye meclis üyesi olarak seçildim. Partinin liste başı olarak 8 sene orada meclis üyeliği yaptım. Ondan sonra, Almanya’nın en büyük eyaleti olan Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin parlamentosuna milletvekili olarak girdim. Birkaç yıl tercüman olarak, bir dönem de danışman olarak çalıştım. Daha sonraysa kendim milletvekili oldum. Dediğim gibi, Sol Partinin birçok kademesinde görev aldım, yönetiminde ve komisyon başkanlığında bulundum, Uluslararası Politika Komisyonu sözcülüğünü yaptım. Bir sürü imkânsızlıklarla, dişimle tırnağımla diyebileceğim şekilde zorlamalarla, okumayı da, meslek edinmeyi de, çalışmayı da yürüttüm. Elimden geldiğince mücadele ettim.
“BEN BİTTİM, BEN YOK OLDUM”
Yaşadığı topraklardan çocukluğunu bir bavula koyup yola düşmek ve uzağa, çok uzağa gidip gurbet ellere düşmek zordur. Hele ki yaşanılan sıkıntılar ve acılar da aynı bavuldaysa, gözünüz sürekli arkaya, sevdiklerinize, vatan toprağına bakıyorsa çok daha zordur.
Ali Atalan’ın yolculuk serüveni her ne kadar arkadaşlar ve kuzenlerle başladığı için neşeliymiş gibi görünse de, insan özlemeye başladıkça engel olamıyor kendine. Özlem ağır basıyor o direnç kavramına sahip olan insanlarda dahi. Kuş uçmaz kervan geçmez denilen topraklar dahi dünyanın en güzel memleketi oluyor gurbeti görmüş biri için.
Atalan tam 22 sene sonra köyüne gidebiliyor. Yani ülkesinden, memleketinden göç ettiği yaştan dahi uzun bir sürede gidemiyor doğup büyüdüğü topraklara. Gittiği ilk anda da toprağa kavuşup öpüp, koklamak istiyor.
Bilinçaltında her ne kadar fermanlar, soykırımlar saklansa da, insan kendi toprağında var olmak istiyor. Hal böyle olduğunda da Atalan’ın gözleri yaşarıyor toprağına kavuştuğunda. Çünkü Atalan zaten anlam dahi veremediği bir toprak sevgisiyle dolu. Memleketine, vatanına, toprağına da bağımlılık derecesinde bağlı. Böyle olduğundan da zaten çok sürmüyor göç hikayesinde toprağına özlem duymaya başlaması. Daha bir sene geçer geçmez burnunda tütüyor toprağı.
Bir gün kendi toprağına dönmek isteyenler için de diledikleri var Atalan’ın; daha iyi ve eşit şartlar. Böyle olursa herkesin tabi ki toprağına dönebileceğine inanıyor çünkü. Hatta kaçmanın bir faydası olmadığına, korkunun üstüne gidilmesi gerektiğine inanıyor. Sanırım bu bilince sahip Ezidiler de sayı olarak oldukça fazla. Kuşların dahi terk ettiği topraklara gömülmek istiyor o köyün insanları. Kimse olmasa dahi, mezarının kendi toprağında olmasını diliyor…
Ülke özlemi ne zaman başladı, topraklarını ilk ne zaman özlemeye başladın?
Bir seneden sonra başladı. Çünkü benim toprağa ve ülkeye bağlılığım bağımlılık düzeyinde. Tarif edemeyeceğim şekilde toprağa ve ülkeye bağlılık duygum vardır. Nereden geliyor, nasıl geliyor, niye böyledir, bilmiyorum; ama öyle büyük bir şey var. Ancak ne yazık ki 18 seneden sonra İstanbul’a gelebildim üniversite sebebiyle. Yanılmıyorsam, köyüme de ancak 21-22 sene gidebildim.
Köy boş muydu?
Köy boştu.
O anda ne hissettiniz, aklınızdan neler geçti?
Diyarbakır Havaalanı’na indiğimde toprağı öpmek istedim; betondu, öpemedim. Çok sıcak olduğu için, 22 seneden sonra burnuma o havanın dolmasıyla, gerçekten çocukken, ülkedeyken burnuma vuran o sıcaklığı sarsıcı bir şekilde hissettim. Gözlerim yaşardı ve başım döndü. Gerçekten eğilip öpecektim toprağı, ama betondu. Köye giderken de, sanki benim ayağım yere basmıyor gibi geliyordu bana. Hayalle şok arasında bir şeydi. Onun için, tarif edemiyorum şu anda. Köy bomboştu; karıncalar bile yoktu, kuşlar bile tükenmişti. Sanki bir hüzne bürünmüştü köy. “Ben bittim, ben yok oldum” çığlıkları geliyor gibi geldi bana, “Beni yalnız bıraktınız, gittiniz” der gibiydi sanki. Birkaç arkadaşla gitmiştik. Öyle bir histi ki, şokla hayal arasında. Daha sonra köye gittiğime inanamadım. Birkaç sefer daha gidip geldim, hiçbiri bana gerçek bir köy ziyareti gibi gelmedi.
“SOYKIRIM İNSANIN KÖKÜNÜN KURUTULMASIDIR”
Doğayı canlı olarak kabul ediyoruz biz. Topraklarınız kırgın mı size?
Onun reel karşılığı yok, ama mistik ve manevî açıklaması gerçekten çok büyük. Bu toprakların en kadim, en yerleşik toplumlarından biri, bu topraklardan büsbütün kopup gitti. Bu başlı başına bir soykırımdır. Soykırım işte budur: İnsanın kökünün kurutulması, bir toplumun belli bir coğrafi alan üzerinden bir bütün olarak kopup başka bir yere iskan edilmesi, yerleştirilmesi ve kendisinin gitmesi. Mutlaka birilerinin seni zorla alıp bir yerden bir yere götürmesi şeklinde de oluyor; ama koşullar da zorlarsa, o da bir soykırımdır artık. Koşulların zorlaması sonucunda, kolektif, yani toplumsal bir bütün olarak ülkeni terk edersen, topraklarını terk edersen, bu bir soykırımdır. O toplum ile toprak arasında derin bir kopukluk, derin bir yabancılaşma ortaya çıkıyor, manevî olarak yaşatıyor. O bin yıllardan beri gelen iç içe geçme… Toprak insan oluyor, insan toprak oluyor; o kadar iç içe geçmişlik var. Bir bütün olarak kopması, yılların geçmesiyle, yeniden kaynaşmanın, bütünleşmenin olması hemen hemen mümkün olmuyor. Halen köye gittiğimde tam bir iç içe geçmişlik olmuyor. Çünkü o haz, o şey kalkmıyor. Öyle bir kopukluk var; ama yine de kafanda, beyninde, gönlünde, kalbinde bir değer olarak, bir manevîyat olarak kalıyor.
“TOPRAK EZİDİ OLMUŞ, EZİDİ TOPRAK”
Ezidiler’in topraklarına bakış açısı nasıldır? Toprağın anlamı nedir Ezidiler için?
Ezidiler o konuda, yani toprağa bağlılık konusunda belki dünyada ender topluluklardan birisidir. Düşünmek lazım. 30 seneden sonra, Avrupa’da doğup büyüyen, bu toprakların yüzünü görmeyen genç veya çocuk, kaza sonucu veya hastalık sonucu orada vefat etmiş insanların cenazeleri buraya getiriliyor. Şu anda Ezidilerin halen yüzde 95’i vefat ettiklerinde buraya getirilip defnediliyor. Hiç kimse orada defnedilmek istemiyor. Toprak topraktır; ama Ezidilerde, kendi ana topraklarına bağlılık müthiştir. Çünkü bin yıllardan beri bu topraklarda yaşamış, bu topraklarda bütünleşmiş; toprak Ezidi olmuş, Ezidi toprak olmuş. Öyle bir bağlılık var. Bu ne kadar devam eder, bilmiyoruz. Umarım, günün birinde kısmen de olsa Ezidilerin önemli bir kesimi kendi ana topraklarına döner. Cenazeleri değil, ölü olarak değil; diri olarak, yaşayan Ezidi olarak kendi topraklarına dönerler, burada toplumsal yaşamı yeniden kurar.
Görüştüğüm Ezidiler, özellikle 35 yaş üstündekilerin bir çoğu, topraklarına dönmek istediklerini belirtiyor. Sizce bir geri dönüş söz konusu olabilir mi?
Koşullar yaratılırsa, imkânlar oluşursa, özellikle 40 yaş üzeri insanlar büyük ölçüde kendi topraklarına, kendi ülkelerine geri dönerler. Koşullar olgunlaşırsa, imkânlar yaratılırsa, burada belirli bir istikrar, özgürlük ortamı olur, Ezidilerin de kolektif hakları teslim edilirse, tanınırsa, Ezidilerin bir kesimi döner.
Peki, korku olmayacak mı? Sonuçta, bilinçaltlarında fermanlar var.
Korku olur; ama bence, ona rağmen önemli bir kesimi döner. Korku vardır diye kaçmak çare değildir. Korkuyu yenmek lazım…
Bir katliamdan daha fazlası: Şengal
Ezidilerin yaşadığı baskı ve zulüm aslında kuytu köşelerde kalmışlığın ötesinde, dünyanın gözleri önünde gerçekleşti. Hele bir de Şengal örneği var ki, soykırım tabirinin daha fazlası. Ülkemizde yaşanan etnik kimlik konusundaki hazımsızlıklar, Ezidileri de bulmuş ve onlara katliam olarak geri dönmüştür. Dünyanın kulağına kardeşliğin ve barışın ne kadar gerekli bir şey olduğunu fısıldamaya çalışan bu insanlar, ne yazık ki katliama maruz kalmış ve en yakınlarından dahi baskı yaşamışlardır.
Asırlardır duyarız, insanlık tarihi birçok kanlı gösteriye sahne olmuştur, ancak günümüzde hala böylesine insanlık dışı olayların yaşanması çok daha büyük bir felaket göstergesidir. İlerleyen insanlık tarihinden nasibini almamış insanların, dünyadaki en barışçıl topluma saldırması ve buna kimsenin ses çıkarmaması içler acısıdır.
Katliamın ötesinde bir duruma maruz kalan Ezidiler, tecavüzlere uğradı, şiddet gördü, din değişimi konusunda büyük baskılar yaşadı. Hep kendi içlerinden kırıldı Ezidiler, kapı komşuları tarafından hor görülerek yaşadılar. Kendi köylerinde kendi kültürlerini unuttular. Yüz yüze baktıkları komşular ellerinden yemek yemedi. İnsanlık suçuna en yakınları dahi ortak oldu. Yaşanan katliamdan tüm insanlığın sorumlu olduğunu, zulümle ölen her insanın eli yakamızda olduğunu unutmadan yaşamalıyız. Barışa, kardeşliğe inanan her insana el uzatmalıyız. Dünya karanlığı ezilmişliği görüp ona karşı ses çıkardığımızda aydınlanmaya başlayacak.
Şengal soykırımı hakkında konuşacak olursak, nasıl tanımlıyorsunuz bu süreci?
Şengal soykırımı… Katliam değil, soykırımdır, fermandır. Bu, uluslararası hukukun soykırım ibaresinin ve tanımının gerektirdiği bütün norm ve kriterlere tamamen uygun düşen bir soykırımdır, bir jenosittir. Çünkü uluslararası tanımlamada, bir bölgede iktidarı elinde bulunduran erk sahibi bir gücün başka bir kolektif gruba karşı, soyunu kurutma, ortadan kaldırma, aidiyetinden dolayı; bağlı bulunduğu kültür, inanç, dini veya sosyal grubu olması dolayısıyla ortadan kaldırma, yerinden sürme kararı alıp, bunu uygulamaya, tatbik etmeye dönüştürme; yani karar alıp, pratiğe sokma durumu olduğu vakit, buna jenosit deniliyor. Dolayısıyla burada tamamen jenosit tanımına uygun düşen, soykırım tanımına uygun düşen bir pratik sergilenmiştir. Yani spesifik olarak Ezidilere dönük; bu inancı, bu grubu ortadan kaldırmaya dönük bir karar verilmiş ve bu karar uygulanmaya çalışılmıştır. Binlerce insan katledilmiş, binlercesi kaçırılmış, köle olarak satılmış. Bunların hepsi dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir. Dolayısıyla bunlar tamamen soykırım olarak adlandırılmak durumundadır.
2013 yılında Şengal nedeniyle peşmerge ve Musul yönetimi arasında bir kopukluk oldu. 2007’de bir katliam daha yapılmıştı. O sürecin bir devamı mı 2014’teki Şengal Katliamı?
Saddam’ın devrilmesi sonucunda Ezidilerin bütün bölgeleri; Şexan bölgesi, Laleş bölgesi resmi, Şengal bölgesi ise fiili olarak Kürdistan bölgesine bağlandı. Yani Şengal bölgesi resmi değil, ama fiilen Kürdistan Bölgesel Hükümeti’ne bağlıydı. Hatta o dönem özellikle KDP Şengal’e girdi ve dedi ki: Şengal Kürdistan’ın bir parçasıdır. Ezidiler de bunu kabul etti ve destekledi.
Birçok Ezidi peşmergeye de katıldı o halde. Doğru mudur?
Aynen. Ezidiler KDP peşmergelerine güvenerek, “Bunlar bizi savunurlar, bunlar olası bir tehdit ve katliam girişimine karşı bizi koruyacaklar” düşüncesiyle ve o amaçla hareket ettiler. Ezidilerin ezici çoğunluğu zaten KDP’nin içindeydi. Ancak KDP peşmergeleri Ezidileri DEAŞ’ın insafına bıraktı… DEAŞ’ın ne yapacağı belliydi. Çünkü daha öncesinde birkaç katliam olmuştu. Bir seferinde, iki köye dönük 700 civarında Ezidi katledilmişti.
2007’deki Şengal Katliamı’ndan söz ediyorsunuz değil mi?
Evet.
Ezidiler, bir tehlikenin yaklaştığının farkındalar sonuç olarak… 2003 yılından itibaren farklı yerlerde birçok Ezidi kaçırılmış, katledilmiş… Bu konuda görüşünüz nedir?
Bir çok farklı yerde onlarca, belki yüzlerce Ezidi katledilmişti. O tehlikenin geleceği belliydi, ama zaman meselesi vardı. Ne zaman geleceklerini, hatta günlerini bile tahmin ediyordu Ezidiler. Hatta: “Önümüzdeki günlerde DEAŞ gelip bize yönelecek” diyorlardı. Onlar zaten mesaj da göndermişti. Ancak işte Ezidilerden hiç kimse, ama hiç kimse peşmergenin orayı çatışmadan terk edip Ezidileri bırakacağını tahmin etmiyordu. Hatta hiçbirimiz tahmin etmiyorduk. Yani bana bile sorsalardı, öyle bir şeyin kesinlikle mümkün olmayacağını söylerdim.
Geçmişe baktığımızda, zaten şiddete pek meyilli bir halk değil Ezidiler, şiddet yok pek. Bu durum için neler söyleyebilirsiniz?
Ezidiler hiçbir topluma karşı inancından ve dininden dolayı belki bir insanı bile katletmemişlerdir tarihlerinde. Çünkü Ezidilikte, dışarıdan bir insanın Ezidi olması mümkün değildir bir kere. Onun için, hiçbir insana, “Gel, sen Ezidiliği kabul et, Ezidi ol!” dememiştir, bunu yapmamıştır. Ondan dolayı da hiç kimseye zarar vermemiştir. Ama Ezidilerin şu yönü de var; Ezidiler kendi tarihlerinde bütün saldırılara karşı mutlaka kendilerini savunmuştur.
Ama şöyle bir gerçek var: Kendilerini savunacak herhangi bir silah da bırakmamışlar ki. Yanlış mı biliyorum?
Nitekim, Ezidiler peşmerge komutanıyla, KDP sorumlusuyla iki görüşme yapıyor. Bana söylediler bizzat. Soykırımdan birkaç gün önce gitmişler, “Böyle bir durum vardır, böyle bir tehlike vardır.” demişler. 3 bin 200 gencin isimleri yazılarak, “Biz silah almak istiyoruz kendimizi savunmak için” demişler. KDP bunu reddetmiş. “Biz buradayız; biz sizi savunacağız. Kesinlikle bu şeye gerek yoktur.” denilmiş. Çünkü Ezidiler savaş konusunda tecrübe sahibidirler. Biliyorlar, seziyorlar; ama o imkân verilmemiş, yaratılmamış. Tabii, onlar da fazla örgütlü olmadıkları için… Örgütlü olmuş olsaydılar, yine alttan alta tedbir alırlardı. En azından çocukları ve kadınları Şengal dağlarına doğru götürürlerdi. Böyle bir gerçeklik var. Böyle bütünlüklü bakmak lazım.
Kaç Ezidi katledilmiş?
Bizim tahminimiz, 5-6 bin civarında Ezidi katledilmiş.
Kadın, çocuk?
5 binin üzerinde, 6 bin civarında. Özellikle kadın ve çocuk kaçırılmış. Şu anda akıbetleri belli değil; bunlar katledilmiş mi, yoksa sağlar mı, neredeler, bilinmiyor.
270 kadın da teslim olmamak amaçlı intihar etmiş bildiğim kadarıyla?
Evet, kendilerine böylesine bir durumu yediremeyecekleri için, ellerine düşmemek için, çok sarp kayalardan kendilerini baş aşağı atmışlar. IŞİD’ciler dokunmasınlar diye, taşla kendi yüzünü yırtan, yüzünü çirkinleştiren bir sürü kadın var. Böyle bir sürü olaylar olmuş.
“Topraklarında Ezidi olduğu için boğulmak istenen çocuk, Mardin Milletvekili olarak ülkesine geri dönüyor…”
Kendi topraklarından henüz 17 yaşında göçmek zorunda kalan Ali Atalan, canlı olarak saydığı topraklarına geç de olsa dönüyor. Hatta herkesin bir gün döneceğine de inanıyor.
Kendi topraklarına ayak basamayan bir halk olarak yaşamayı öğrenen Ezidiler, sanırım tüm gezegende hakim olmasını istedikleri barış ortamını yalnız kendi memleketlerine anlatamıyorlar. Ancak direnmeyi ve zorluklarla mücadele etmeyi öğrenen halk, bunun üstesinden gelebilmek için türküler söylüyor, platformlar kuruyor, okuyor, çalışıyor ve herkese zulmün kötülüklerin başında geldiğini anlatmaya çalışıyor.
Ali Atalan da bunlardan biri. Fermanlarla yüzleşen, yaşadığımız şu günlerde dahi soykırımlara maruz kalan ve kendi topraklarından uzaklarda olan Ezidi Atalan, geçirdiği o zor günlere rağmen kendi toprağına bir şekilde geri dönüyor. Üstelik ne büyük bir kıvanç ki, Mardin Milletvekili olarak geliyor topraklarına. Baskılardan yılmadan söylemlerini daha demokratik yollardan anlatıyor insanlara. Boyun eğmiyor insanların o baskıcı, farklılığı kabullenmeyen, zulüm etmekten geri durmayan ve tek tipleştirme çabalarıyla kapı komşusuna dahi vicdansızca davranan tavırlarına.
Korkuyu yenmek lazım diyor Atalan, korkunun üzerine gitmek gerek. Muhtemelen böylesine zor durumlarla karşılaşıp böylesine çetrefilli yollar aramayı kendisi de istemeyecektir ancak, çıkar yol kalmıyor güzel günler görmek isteyen insanlar için. Mücadeleden bir an olsun düştüğünde karanlığın insanlık üzerine yeniden çullanacağını tahmin ediyor. Uzun yıllar boyunca toprağına dönmediği için toprağın dahi insana küstüğünü düşünüyor hatta Atalan.
Baba tavsiyesiyle okuyan ve büyük adam tabirinin karşılığına tekamül eden insan olarak mücadelesini yürütüyor kavgasında. Okul yıllarından hemen sonra siyasete atılıyor. Mücadelesini artık daha ılımlı ortamlarda daha yüksek seslerle söylemek istiyor. Ve günün birinde kendi topraklarına öyle bir geliyor ki; milletin vekili seçiliyor. Dini kimliğinden dolayı topraklarından sürülmesine sebep olan kitle, kendi adlarına Atalan’ı vekil seçiyor ve artık barışın sesi mecliste de yankılansın istiyorlar.
Atalan’ı sanırım en iyi şu cümleyle anlatabiliriz:
“Topraklarında Ezidi olduğu için boğulmak istenen çocuk, Mardin Milletvekili olarak ülkesine geri dönüyor…”
Özgür UTUŞ / PİRHA
Yoruma kapalı.