Alevi Haber Ajansi

Hasan Ağırdağ ile Nehirde Bulut İzi: Aşk, bellek ve saydam dünyanın izleri

PİRHA- İnsanların birbirine değmediği; duygunun, tutkunun, içtenliğin sıradanlaştığı günümüz ilişkilerine bir reddiye ile, itirazını ilk olarak buradan kurarak başlıyor yazar Hasan Ağırdağ. Ve esas olarak içinde bulunduğu zamanın duygulara yaklaşımındaki yavanlığına, vandallığına, kadir bilmezliğine karşı, içine doğduğu hayatın düş yollarına, o yollardaki sahiciliğe koyu bir özlem duygusuyla yaklaşıyor. Yanısıra dünyanın hal-i pür-melali ile kendi dünya görüşü babında tarafını da -dikte etmediği- ama belli ettiği bir aşk sonatı.

Dün ile bugünün içiçeliği ile harmanlanmış; geçmişte sevgiliye yazılmış mektuplarla, şimdiki zamanda o mektuplara tekrar dönüp, oradaki zamanına içtenlikle eğildiği iki katmanlı bir anlatı. İnsanların birbirine kuşkuyla yaklaştığı korona günlerinde, evini taşıma zorunluluğuyla başlayan kitap, 9 Şubat 2025’te annesini kaybetmesiyle son buluyor. Yazar hem sevgilisini hem annesini, trajik bir şekilde, aynı dönemlere denk gelecek bir paralellikte kaybetmiştir.

Hasan Ağırdağ’ın, “yazılmalıydı bu öykü” diye imlediği Nehirde Bulut İzi adlı yeni kitabı, geçtiğimiz günlerde Minerva Yayınevi etiketiyle yayınlandı. Ağırdağ ile kitabı, aşkı, toplumu, belleği ve yazıyla kurduğu ilişkiyi konuştuk.

EDEBİYATTA BİR ŞEYİ HER ZAMAN GERÇEĞİYLE YANSITAMAZSIN”

– Bu kitabı niye yazdın ya da niye icap etti?

Bazı hikayeler vardır ki onlar bittiği yerde başlar. Günün üç-beş saatini omuzunda taşıdığın bilgisayarı her açtığında, karşılaştığın fotoğraf ya da kurduğun cümlelerden biri, her defasında seni yaşanmışlıklara geri götürüyor. Madem yaşanmış ve yazılmışsa edebiyat karşına dikilip sana kaşlarını çatıyor. Nehirde Bulut İzi’nde yazdıklarım şu ana kadar yazdığım en ağır yüktü. Sonrası derin bir hafiflik.

– “Dünya saydam bir cama dönmüş.” Kitabın henüz başında geçiyor bu dize ama sonraki paragrafta, ‘sevgilime söyleyin’ diye yazıyorsun. ‘Sevgilime söyleyin’in içinde gizli olan her şey bu kitapta var mı? “Gecikmiş ömrün iniltileri” dediğin için…

Buna sevgili Hıdır Işık’ın şiirinden çok sevdiğim bir dize ile başlasam tam yeridir derim kendi kendime: “Sustum sevgili, söz ki çölde unutulmuş bir zamandır / Senin gözlerin, benim çetelem, hepsi bu…” Sözü alıp, çölde unutulmuş bir zaman olarak bize yansıtan Hıdır’ın ya da avluda zamana top sektiren Akın Yanardağ’ın iki elim hep yakalarında olacak. Çünkü o cümlenin önüne koydukları nokta nasıl ki boğulmuş bir ırmak gibi uğultular yaşatıyorsa onlara, benim de birçok cümlenin önüne set çekmem gerekiyordu. O setin temel özelliği muhataba saygıyı esas alıp, bu çerçevenin içinden fotoğrafı çıkarmak gerekiyordu.

Gece yarısı sayıklamaları dediğim bu anlatı, yazılmış ve gönderilmiş ya da gönderilememiş mektuplardan oluşuyor. Kitabı benim için özel kılan da bu zaten. “Özel“ bir hayata tekabül eden bu cümlelerden ya da kelimelerden bazılarının ışığını kısmak zorundasın, bazılarını söndürdüğün gibi. Bazılarının da başında ateş yakmak, yazılanları hikayeleştirme konusunda sana yardımcı oluyor. Edebiyatta bir şeyi her zaman tam olarak gerçeğiyle yansıtamazsın; bunun adı aşk olunca daha da komplike bir hâl alıyor.

“DÜNYA SAYDAM BİR CAMA EVRİLDİ”

– “Çünkü seni düşünmek, her yerin kenarına bir özlem tabelası asmaya devam ediyor.” Sivri uçlu bir özlem tabelası diyeyim ben… “Senin özlemin ince bir kumaş gibi titriyordu” diyorsun kitapta. İyi ama başka nerelerde yurt olur insana insanlar ve evler ve onu ince bir kumaş gibi saran özlem duygusu?

Kitapta, “kesik başlı şiirler can çekişiyor” diye başlayan bir cümle var. Dünya saydam bir cama evrildi çünkü ve ben o cama bakarak, Filistin’de, sadece şu son iki yılda naklen izliyorum çocukların ölümünü. Depremlerde yıkılan binaların tozunu yutturdu bize bu saydam cam. Suriye’de mesela, her dakikasını gözümüze sokuyor soykırımların. Kuyu tipi hapishanelerde devrimcilere ve müzisyenlere sadece hasretlik yaklaşıyor. O imkansızı imkansızın içinden çekip almak zorunda kaldığı için, sevdalıya duyulan özlem orada da somutlaşıyor.

Sen, kuyu tipi hücrelerde kalan birinin özgürlüğe olan düşünü kurabilir misin? Onun için özlemek başka bir şeye bürünüyor. Şiirin ortasından koparılmış, şiirden uzaklaştırılmış sosyal medya paylaşımlarındaki şiirlerin şairleri gelir aklıma, üzülürüm. Birinin dramı başkasının sevinci olabiliyor, ya da şair, ızdırabı anlatırken şiirin ortasından koparılmış bir dizeyi, aşka dair paylaşımlarda kullanabiliyor birileri. Özlem de böyle bir şey; tarifi de aşka yüklediği anlamı da heyelan gibidir. Taşı da, ağacı da, toprağı da ve o toprakta yaşayan canlılarla da aynı erozyon içinde akıp giderler.

İNSAN ANLATAMADIKLARINDA GİZLİDİR”

– Mexpula’dan da özel olarak bahsetmeni isterim ve onun tanıklıklarından. Ve tabii, Maxpula’nın anlatacaklarını eksik bırakıp hemen kurduğun düşlere geri döndüğün için seni yadırgadığımı da bilmeni isterim.  Maxpula’yı dinleyince insanın, bunca acıdan sonra neyin bağışlanması diyesi gelmiyor mu? Yani hakiki bir yüzleşme, bir yas süreci olmadan. Ve o mağlupların tarihsel süreci; daha çok da yenilgilerin devri daimi… Kitabında bunlar da var çünkü.

Mexpula’yı dinlerken, insan, “anlatamadığında gizlidir” diye bir cümle düşmüşüm. Ve ardından, “Auschwitz sonrası edebiyat ne yapabilir ki?” notunu Hrabal’dan ödünç alarak koymuşum. Mexpula aynı zamanda bizim aile dostumuz. Dedelerimizden kalan bu dostluk, süregelen kuşaklarda da kendisine yer buluyor. Onca kişinin arasında Mexpula’nın beni her gördüğünde, kolumdan tutup bir kenara çekip sürekli geçmişi anlatması benim için bir ayrıcalıktı. Sayfalara dökülmemiş onca cümleyi hafızasında tutup bana anlatması, içimde tuttuğum aynaları paramparça ediyordu.

Mexpula’ya neden çok daha yer ayırmadın eleştirilerine katılmıyorum, çünkü kitap, başlarken ve biterken hayatıma çarpan insanlarla var oluyor ve esas olarak gece yarısı yazdığım muhatabı ele alıyor. Mesela Mexpula kadar Fatma’nın hikayesi de oldukça çarpıcı bir biçimde başucumda durur. Fatma’nın dramatik bir hikayesi var ki başka bir romanın ya da anlatının konusu. Mexpula Dersim’in bir dağ köyünde çocuklarının yollarını bekliyor; Fatma Paris’te nehire bakamıyor. İşte beni vuran, dağlayan da tam burada başlıyor. O çaresizlik arasında seni terk eden sevgilinin fotoğrafı, bir çocuğun açılan gözlerindeki muhteşemlik gibi karşında belirip imdadına yetişiyor.

– “Cümlelerin midesini bulandıran” diye bir yer var kitapta. Cümlelerin midesi de bulanırmış demek ki. Bunu iyi fark ettirdin bana.

Dünya artık saydam bir camdır, görüyoruz; altını kirletmiştir biliyoruz; gazlı pansumanların yaraya dokunduğunda çıkardığı sesi duyuyoruz; gencecik kızların göğsüne kısa mesafeden ateş edenleri tanıyoruz ve buna rağmen tertemiz bir aşk yaşamak istiyoruz. Aşka dair yazılanlar ya da yazmak istediklerin, bunca kirletilmiş ilişkiler arasında temiz tutar seni, arındırır kirli sulardan. Ama bitiyor ve onunla beraber güzelleşen her şey, birden iş makinelerinin ardında bıraktığı doğa tahribatı gibi sefil bir görünüme bürünüyor. Sonra bir şarkı yüreğinin kapısına hızla vurur; “sen ayrı trende, ben ayrı garda” diyerek başlayan. Ensenden tutup, seni havalandıran şeyin ardından bakacak zamanı bile sana tanımıyor. Ve sefil kelimeler etrafına dökülüyor. Gel de anlat, midesi kalkmamış cümlelerle bunu.

– “Arada pes ettiğim, yenildiğim, yorulduğum, kızdığım oluyor işte.” Burada işte içtenlikle aşkın önünde diz çökme var.

Umberto Eco ne demiş biliyor musun, ‘Ne yani, bu kadar kötü bir dünyanın bir de cehennemi mi var?’” diye bir pasaj geçer kitapta. O pasajda, tarihin ve toplumun birbirine uzak düşen uçlarını yaklaştırdığında kısa devre yapan zaman da var. Senin hareket alanını kontrol altında tutmak isteyen bir toplum var ve sen toplumun hafızasında oluşan olgulara karşı sürekli bir mücadele halindesin. Yoruluyorsun, kızıyorsun, pes etmiş gibi yapıyorsun. Bu duvarları yıkan tek şeyin sevgi olduğunu biliyorsun. Belki de bunun için ona sıkı sıkı sarılma gereksinimi duyuyorsun.

– Roman, ince bir hesaplaşma değil de dönüp geriye bakma, an’ı da orada eritme hali bir bakıma. Yaşanmış olanla yaşanmakta olanın içiçeliği. ‘Ne olabilirdi’ de var ama esas olarak ‘niye böyle oldu?’ diyen. Arada, “anlamıyorsun” diyerek hırslanan. Hatırlayıp hesaplaşan hatta; hem kendinle, hem sevdiğin kadınla.

“O siyasi tartışmalara fırsat buldukça lafı ağzımda çiğneyip kenara saklayan anarşist yanını, Marksist düşüncemle çeliştiği için eledim.” Bunun gibi, sevdiğin kadındaki bazı hallerini veya çelişkilerini ayırdığın köşelerin var. Yani farkındayım ama sorun yapmıyorum, diyen. Sorun yapmıyorsun ama gerilimi yükseltiyorsun da kendi içinde. Tabi, roman boyunca, her hâlükârda dönüp sığındığın yer sevgilin oluyor; onu her haliyle sevdiğin yer oluyorsun. Bu bir anlama hâli mi, yoksa reddetme mi? Sayfa 66’ya bakabilirsin bence.

“HASAN SABBAH’IN YENİLMİŞ KALESİNDE SEFİL BİR CENNET GİBİ UYANIYORSUN”

– Yanılmış yakaları ilikler mi aşk, yoksa açar mı?
Orada yakanı açıyor, sonrasında illüzyon ustası devreye giriyor; cennet sofralarının, Babil’in Asma Bahçeleri’nin ve Nietzsche’nin Salome’sinin mutluluk anlarını gösteriyor sana. Sihirbaz elini çekiyor o an ve Hasan Sabbah’ın yenilmiş kalesinde, sefil bir cennet gibi uyanıyorsun. Burasının da sen olduğunu anlıyorsun, yani o…

– “Sesler duvar dibinde küflenmekte.” Çok güzel bir imge bu. Bitmekte olan bir aşkın ve yaşanan ölümün yan yana geldiği, birbirini bulduğu bir son. Ve işte, 9 Şubat…

“Çok üzgün hayatlarım orda mutlu musunuz / memnun musunuz yaptıklarınızdan..” Mehmet Çetin’in bu dizeleri karşısında insan, ellerini nereye koyacağını bilemeyen bir çocuk oluyor. Bazen insan susarak sadece, Mehmet’in bu sözlerini pankart gibi asıyor göğsüne. Sonra mutlu aşk yokmuş, mutlu devletler, kasabalar, kentler yokmuş. Çöp kutusuna bakan köpeklerin gözlerine baktınız mı siz hiç! Onlar bakarken mutlu musunuz? Mutsuz bir dünyanın içinde mutlu olma anlarımız vardır sadece.

-Son olarak üstüne çalıştığın yeni bir dosyan var mı? Fatma’nın hikayesini mesela okuyabilecek miyiz bir gün? 

Duvara doğru yürü ve yarım adım kala dur. Sadece duvara bak. O duvarın taşalarına dokunan ellerdeki nasırın zamanına git ve ona dokun. Yazmanın böyle bir şey olduğunu göreceksin. Aylarca uykusuz kalırsın. Su içmeyi unuttuğun zamanlar bile olur. Fatma ve hikayesi karşımda duvar gibi duruyor. Dokunsam paramparça bir halde kelimeler etrafıma düşecek. Onları birbirine yapıştırıp cümle hâline getirmek oldukça zorlu bir sürece sürükleyecek beni. Ama Fatma’nın hikayesi mutlaka yazılmalı.

HASAN AĞIRDAĞ KİMDİR?

Hasan Ağırdağ 1971 yılında Dersim’in Xeç (Demirkapı) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra Elazığ ve Hozat’ta ortaokula devam etti. Okulu yarıda bırakıp ailesi ile birlikte Fransa’ya gitti. Eğitimini orada sürdürürken müzisyen olan abileri ve kardeşleri ile birlikte müzikle uğraştı. Türkiye’de gelişen toplumsal olaylara destek sundu ve iki yıl hücre cezası aldı. Edebiyat ile uzun yıllar önce tanıştı. Birçok dergide köşe yazarlığı yaptı. ‘Git, eve dönmektir’, ‘Rabat’ ve en son Nehirde Bulut İzi adlı kitaplara imza attı.

Akın Yanardağ / DERSİM

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.