PİRHA- Akademisyen ve siyasetçi Hişyar Özsoy, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Şam arasındaki müzakerelerin Aleviler, Dürziler ve Kürtler gibi selefi olmayan halklar ve inanç topluluklarının güvenliği için kritik olduğunu belirtti. Özsoy, ayrıca Türkiye’nin Suriye’deki politikasındaki değişim ihtiyacını ve muhalefetin Kürt siyasi aktörlerle temas eksikliğini eleştirdi.
video eklenecek…
Akademisyen ve siyasetçi Hişyar Özsoy, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Şam arasındaki müzakereleri, Türkiye’nin Suriye’deki politikasına ilişkin sorularımızı yanıtladı.
Yürütülen müzakerelerin Suriye’nin geleceğini şekillendireceğini ve özellikle Aleviler, Dürziler gibi toplulukların güvenliği için hayati önem taşıdığını vurguladı. Özsoy, Türkiye’nin Suriye’deki politikasının zamanla değişmeye mecbur olduğunu ve muhalefetin de Kürt siyasi hareketiyle temas kurması gerektiğini belirtti. Özsoy, Türkiye’nin Suriye’deki çözüm sürecinde oynayacağı rolün, bölgedeki halkların hakları ve temsil imkanları açısından belirleyici olacağını söyledi.
PİRHA: Son günlerde Suriye rejimi ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında bir tür “entegrasyon süreci” konuşuluyor. Bu gelişme Suriye’nin geleceği açısından halklar ve inanç toplulukları özellikle de soykırım tehdidi altında olan ve katliama uğrayan Aleviler ve Dürziler açısından ne anlam taşıyor?
Hişyar ÖZSOY: Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yeni Suriye rejimi arasında, ülkede nasıl bir siyasal sistem kurulacağına dair kapsamlı müzakereler yürütülüyor. Ancak tarafların süreçten beklentileri arasında oldukça geniş bir makas bulunuyor. Şam, merkeziyetçiliği artırmak, kendi gücünü pekiştirmek ve bu çerçevede Kürtlerin kazanımlarını mümkün olduğunca geriletmek isterken; Türkiye de bu sürece dışsal bir faktör olarak müdahil oluyor. SDG ile Şam arasındaki müzakerelerin içeriği, Suriye’nin geleceğini belirleyecek en kritik düğüm noktasıdır. Bu düğüm çözüldüğü takdirde yeni bir Suriye inşa edilebilir. SDG’nin bu süreçte kurucu bir rol üstlenmesi, kuşkusuz Dürziler ve Aleviler açısından da güven verici olacaktır. Zira Şam’daki mevcut yönetimin ideolojik yapısını, siyasetini ve kökten İslamcı karakterini biliyoruz; bu sene Alevilerin ve Dürzilerin yaşadığı korkunç katliamlara şahitlik ettik. Dolayısıyla SDG’nin yeni rejim içerisinde güçlü bir pozisyona sahip olması, başta can güvenliği olmak üzere, Sünni olmayan Müslüman toplulukları ve Arap olmayan kesimleri de güvence altına alabilir. Nitekim Alevilere dönük katliamların sürdüğü bir dönemde, SDG 10 Mart’ta Şam’la bir anlaşma imzalamış ve bu anlaşmanın temel koşullarından biri Alevilere yönelik saldırıların derhal durdurulması olmuştur. Ayrıca SDG’nin hem Alevilerle hem de Dürzilerle yoğun ilişkiler geliştirdiği bilinmektedir. Bu noktada yapılması gereken, Şam’daki merkezi yönetimle yürütülen müzakerelerde Aleviler, Dürziler, Kürtler ve SDG’nin kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan diğer halkların kendi aralarında çok daha güçlü bağlar kurabilmesidir. Ancak bu şekilde Suriye’nin geleceğinde herkese hem can güvenliği hem de siyasal tanınma ve temsiliyet imkânları sağlanabilir.
“TÜRKİYE KÜRTLERLE GÖRÜŞMEYE MECBUR KALACAK”
-Türkiye’nin Suriye politikasında bir değişiklik bekliyor musunuz?
Türkiye’nin Suriye politikasında zorunlu olarak kısmi bir değişim yaşanıyor; yeni bir jeopolitik durum söz konusu. Esad’ın devrilmesiyle birlikte, bölgesel ve küresel güçlerin Suriye’deki konumlanması köklü biçimde değişti. Esad döneminde Türkiye, Astana süreci çerçevesinde İran ve Rusya ile çok yakın çalışıyordu. Hatta öyle ki, Rusya’ya bu kadar yaklaşarak NATO ve Batılı devletlerle ilişkilerini zedelemişti. S-400’leri almış, yaptırımlara uğramış ve ısrarla Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgelerine saldırılar düzenlemişti. Türkiye’nin bakış açısı şuydu: İran zaten Kürt karşıtı bir pozisyonda, dolayısıyla Astana üçlüsü (Türkiye, İran, Rusya) Esad’a belli bir sistemi kabul ettirecek ve bu sistem içerisinde Türkiye’nin temel hedefi olan Kürtlerin statü ve özerklik taleplerine hiçbir şekilde yer verilmeyecekti. Türkiye yaklaşık on yıl boyunca bu siyaseti izledi. Ancak Esad’ın devrilmesiyle birlikte Astana süreci çöktü, Rusya Suriye’de zayıfladı, İran ise sahadan çekilmek durumunda kaldı. Bu boşluğu İsrail ve Amerika doldurdu; bugün oyun kurucu konumundalar. Fransa ve İngiltere de sahada var, fakat koçbaşı, yani asıl öncü güç İsrail. İsrail, “güvenlik kaygıları” gerekçesiyle Suriye’yi ve genel olarak tüm bölgeyi yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Bu değişim, Suriye’nin jeopolitiğinde Kürtlerin siyasi ve askeri önemini daha da artırdı. Artık Kürtlerin Suriye’de yer bulmaması gibi bir ihtimal söz konusu değil. Türkiye de bunun farkında ve sahada İsrail, Amerika, İngiltere ve Fransa gibi güçlerle karşı karşıya. Dolayısıyla Kürtlerin varlığını ve Suriye’deki Kürt meselesini en azından belli bir düzeyde kabullenmek zorunda. Türkiye’nin şu anda yaptığı şey, bir yandan Ahmet El Şara’ya her türlü desteği sunarak Kürtlerin kazanımlarını geriletmeye çalışmak. Ne zaman Şam ile Kürtler arasında bir görüşme olsa, Türkiye müdahil oluyor ve sürekli Kürtlerin taleplerini geri itmeye çalışıyor. Bu noktada her türlü istihbarat, siyasi ve diplomatik desteği Şam’a sağlıyor.
Diğer taraftan, SDG ile de görüşüyor, çünkü artık Kürtlerle müzakere etmek bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Türkiye hala bir hatada ısrar ediyor. Tarihsel olarak Suriye’de hep yanlış müttefikler seçti. Ne olduğu belirsiz birçok silahlı gruba destek verdi; Kürt karşıtı olan kim varsa onlarla iş tuttu, hatta Kürt karşıtı olmayan grupları bile Kürtlere karşı bir pozisyona itmeye çalıştı. Bu grupları Kürtlere karşı kullandı. Bugün bu politikanın dozu azalsa da hâlâ El Şara’yı Kürtlere karşı konumlandırmaya çabalıyor. Oysa Türkiye’nin bu pozisyondan derhal vazgeçmesi gerekir. Türkiye’de de bir “süreç” yürütülüyor. Henüz “barış” ya da “çözüm süreci” diyemesek de, PKK ve Abdullah Öcalan’la bağlantılı görüşmeler söz konusu. Dolayısıyla Türkiye, Suriye’nin geleceğinde rol oynamak istiyorsa, çok hızlı ve radikal bir pozisyon değişikliğine gitmeli; SDG ile El Şara arasındaki müzakerelerde bozucu değil, yapıcı ve pozitif bir aktör haline gelmelidir. Çünkü herkes biliyor ki Suriye’nin geleceğinde Kürtlerin hem askeri hem siyasi olarak belirleyici bir nüfuzu olacak. Türkiye de bu gerçeklikle yüzleşmek ve pozisyonunu buna göre şekillendirmek zorundadır. Bunun kimi emarelerini sahada görmeye başladık.
“KATI MERKEZİYETÇİLİKLE ESKİ HATALAR TEKRAR EDİLİR”
-Suriye genelinde yeni bir anayasa süreci gündeme geliyor. Kürtler, Aleviler, Dürziler, Süryaniler, Araplar Asuriler gibi halklar ve inançlar toplulukları açısından bu sürecin adil işlemesi için ne tür temel ilkeler garanti altına alınmalı? Özellikle öz yönetim ve yerel demokrasi açısından kırmızı çizgiler neler olmalıdır?
Suriye’deki halkların kendi geleceklerine dair karar vermeleri gerekiyor. Bu, yalnızca ne istediklerine değil, aynı zamanda ne kadar güç sahibi olduklarına ve bu güçleriyle ne ölçüde müzakere edebildiklerine bağlıdır. Suriye Demokratik Güçleri son on yılda bir model ortaya koydu. Bu model, farklı halkların, inanç gruplarının, dinlerin ve etnisitelerin bir arada yaşayabileceği; kültürel olarak kendilerini ifade edebilecekleri, siyaseten temsil bulabilecekleri ve ülkenin ekonomik kaynaklarından faydalanabilecekleri esnek bir modeli esas alıyor. Yerinden yönetim bu modelin temel unsurlarından biri. Eğer her şey Şam’da merkezileştirilir ve ülkenin geneline katı merkeziyetçi bir yapı dayatılırsa, Esad’ın yıllardır yaptığı hatalar tekrarlanmış olur. Bu, Türkiye’nin yüz yıldır kendi içinde uyguladığı yanlış politikaların, Saddam’ın Irak’ta işlediği hataların Suriye’de yeniden üretilmesinden başka bir şey olmayacaktır. Oysa Suriye, etnik, mezhepsel ve dinsel açıdan son derece karmaşık bir yapıya sahiptir. Burada yaşayan tüm insanlar, özgürce kendi kültürel kimliklerini yaşamak, eğitim ve kültür alanında belli bir özerkliğe sahip olmak ve aynı zamanda siyasal temsil görmek istiyorlar. Başka bir ifadeyle, öz yönetim talep ediyorlar. Bunun karşılığı ise esnek ve adem-i merkeziyetçi bir modeldir. Bugün Suriye’de iki modelin çatışması yaşanıyor: Birincisi, HTŞ, Şam merkezi ve Türkiye’nin desteklediği aşırı merkeziyetçi modeldir. Bu model yerellere neredeyse hiç yetki tanımıyor, temsiliyet vermiyor, her şeyi “Şam’dan yönetiriz” anlayışıyla yürütmek istiyor. İkincisi ise SDG’nin ortaya koyduğu modeldir. Bu modelde tüm topluluklar nüfusları oranında siyasal temsil, kültürel özgürlük, ekonomik kaynaklardan yararlanma, öz yönetim ve hatta öz savunma hakkına sahip olmaya çalışıyor. Bugün Şam’a hâkim olmayan Dürziler, Aleviler, Kürtler, Süryaniler, Êzidiler ve Ermeniler dağınık halde bulunuyor. Bu halkların Şam’la tek tek değil, ortak bir zemin üzerinden ve birlikte müzakere etmesi gerekir. Yan yana gelirlerse muazzam bir güç açığa çıkar. Bu nedenle Suriye’deki farklı toplulukların öncelikle kendi aralarındaki ilişkileri güçlendirmeleri, ardından da Şam’ı bu konuda ikna etmeye çalışmaları ve uluslararası-bölgesel dengeleri doğru okumaları gerekmektedir. Türkiye ise bu süreçte önemli bir faktör olacaktır. Ancak Türkiye’nin Suriye’de oyun kurucu bir vizyonu yok. Aksine, güçlü küresel ve bölgesel aktörlerin kurmaya çalıştıkları oyunları kendi çıkarlarına aykırı gördüğü için onları bozmaya odaklanıyor. Türkiye’nin bu pozisyondan çıkıp, Suriye halkları arasında yapılacak müzakereleri teşvik edici, yapıcı bir rol üstlenmesi gerekir.
“MUHALEFET DE KÜRT KARŞITLIĞINDA YARIŞ HALİNDE”
-Türkiye’de iktidar kadar muhalefetin de Suriye’deki Kürt siyasi aktörlerle temas kurmadığı, hatta dışlayıcı bir çizgi izlediği yönde eleştiriler var. Bu sessizliğin sebebini neye bağlıyorsunuz? Suriye’deki çözüm arayışlarında Türkiye muhalefetinin rolü olabilir mi?
Maalesef Türkiye’nin Suriye’deki Kürt politikası konusunda DEM Parti dışında pek bir muhalefet yok. Neredeyse tüm partiler, milliyetçi ve devletçi reflekslerle hareket ettikleri için adeta “daha az yapıyorsunuz” diyerek hükümeti eleştiriyorlar. Televizyon ekranlarında sürekli çığırtkanlık yapıyorlar. Her biri, “Kürtler orada devlet kurdu, bölgesel yönetim ilan etti; hükümet neden karşı çıkmıyor, neden daha fazla saldırmıyor?” diye savaş borazanlığı yapıyor. Hatta hükümeti, yeterince “devlet olamamakla” suçluyorlar. Türkiye’de mesele Kürtlerin Ortadoğu’daki hak ve kazanımları olduğunda –iyi niyetli bazı şahsiyetleri istisna tutarsak– partiler arasında ciddi bir fark yok. Aksine, kim daha fazla Kürt karşıtı, kim daha fazla milliyetçi diye birbirleriyle yarışıyorlar. Örneğin Colani Kürtlere saldırdığında kimsenin ondan bir şikâyeti olmuyor. Ana akım muhalefetin büyük bir kısmı, Şam Kürtlere saldırdığında neredeyse zil takıp oynayacak noktadaydı. Suriye siyaseti konusunda yalnızca AKP ve MHP değil, CHP de sınıfta kalmıştır. Çünkü ne söz üretebiliyorlar ne de siyaset geliştirebiliyorlar. Suriye’nin daha farklı, çoğulcu ve demokratik bir biçimde inşa edilmesi için herhangi bir önerileri ya da çabaları yok.
Genel olarak muhalefet, Erdoğan’ın Suriye politikasına yalnızca göçmenler meselesi üzerinden ve utangaç bir şekilde “mezhepçilik yapılıyor” diyerek yüzeysel eleştirilerde bulunmakla yetiniyor. Öyle ki, Türkiye’de muhalefet birçok konuda hükümetten bile daha geri bir noktada duruyor. Türkiye’de CHP dahil anaakım muhalefetin önemli bir kesimi seküler Türklerden oluşuyor. Ancak onlar da bazen açık bazen örtük bir şekilde “İslamcı” El Şara’yı seküler ve demokrat Kürtlere tercih ediyorlar. Bu tutumu, ırkçılık ve milliyetçilik dışında açıklayabilecek başka bir argüman bulmak zor. Suriye’deki Kürtler, kendilerine bu kadar sert saldırılar yapan AKP ve MHP ile bile görüşmeye ve sorunlarını müzakere etmeye açık olduklarını söylerken, muhalefetin bu konuda herhangi bir rol üstlendiğini ya da üstlenmek istediğini görmedik. Tam tersine, Kürtlerin kazanımlarını geriletmek söz konusu olduğunda AKP-MHP ittifakına her türlü desteği sunuyorlar.
“ŞAM ÇOĞULCULUĞU TANIMAZSA ÇATIŞMA DEVAM EDER”
-Suriye’nin geleceğine dair konuşulan “normalleşme” ve “bölgesel istikrar” başlıklarında, yerel halkların katılımı olmadan kurulan masa ve mutabakatların ne kadar kalıcı olabileceğini düşünüyorsunuz? Sizce halk iradesi bu süreçlerde nasıl güçlenebilir?
Suriye’deki çoğulluğu görmezden gelir, tanımaz, anayasaya yansıtmazsanız; çoğulluğun siyaseten eşitliğini sağlayamaz ve halkların ülkenin ekonomik kaynaklarından faydalanabileceği bir sistem, bir düzen kurmazsanız çelişkiler ve çatışmalar devam eder. Bu nedenle mesele, doğrudan doğruya nasıl bir sistem kurulacağıyla ilgilidir. Şam’daki yönetimin ideolojik karakterine, bugüne kadar yaptıklarına, mezhepçiliğine ve merkeziyetçiliğine bakıldığında, insan ister istemez karamsarlaşıyor. Ancak diğer taraftan, tüm bunlara rağmen devam eden süreçler ve müzakereler de var. Bu çerçevede hem Suriye Demokratik Güçleri hem Dürziler hem Aleviler hem de diğer halklar, başka bir Suriye’nin mümkün olabileceğini; belli bir dengede farklı halkların nefes alabilecekleri imkânların üretilebileceğini dile getiriyorlar. Bu halkların iradelerinin güçlenmesinin tek yolu, güç birliği yapmaları, birlikte hareket ederek hem yeni Şam yönetimiyle hem de bölgeye dâhil olan aktörlerle çok taraflı müzakereler yürütmeleridir.
“YENİ SURİYE İÇİN HERKES MASADA AMA ÇIKARLAR ÇATIŞIYOR”
-2025 sonbaharı itibariyle Suriye’de çözüm için gerçekçi ve kalıcı bir yol haritası var mı? Siz bir siyasetçi olarak hangi başlıkların artık konuşulması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Genel tablo çok umut verici görünmüyor. Ancak çoğu zaman kimsenin büyük beklenti içine girmediği anlarda çözüm ihtimali doğabiliyor. Yani bazen umutların tamamen tükendiği, dibe vurduğu noktalarda ilginç gelişmeler yaşanabiliyor. Bu genel bir tespit; fakat Suriye’ye baktığımızda reel olarak sahada pek çok bölgesel ve küresel gücün bulunduğunu ve yeni bir Suriye’nin bir an önce kurulması için yoğun bir mesai harcandığını görüyoruz. Amerika, İngiltere, Fransa, Türkiye ve İsrail sahada aktif durumda. Şam yönetimi ise tüm bu dış baskıları bir yandan dengelemek, bir yandan da rejimin devamını sağlamak, para ve diplomatik destek bulmak zorunda. Kısmen de olsa meşruiyet krizini aşmış durumda; yaptırımların kaldırılması gündemde. Bugün birçok güç, yeni bir Suriye’nin kurulması için çabalıyor. Yeni düzen, ancak bu güçlerin çıkarlarının kesiştiği bir dengede inşa edilebilecek. Herkes kendi gücü ölçüsünde sürece yön vermeye çalışıyor. Ancak çıkarların farklılığı, bu çıkarlar arasındaki mücadelenin sürmesine yol açıyor ve bu durum Suriye’deki halkların kendi meselelerini müzakere edip ortak bir noktada buluşmasını engelliyor.
Türkiye’nin yeni sistemin oluşumunda kritik bir rolü olabilir. Ankara, Şam’ı manipüle ediyor ve üzerinde baskı kuruyor. Oysa gerçekten herkesin kendini güvende hissedebileceği, Kürtlerin, Alevilerin, Dürzilerin ve diğer halkların özgürce yaşayabileceği kapsayıcı bir sistemin kurulmasına katkı sunarsa, süreç çok daha hızlı sonuçlanabilir. Nihayetinde Suriye’de yaşamın sürdürülebilir olmasının yolunu oradaki halkların kendileri bulmak zorunda. Uluslararası güçlerin de bu konuda teşvik edici ve zorlayıcı baskıları söz konusu. Türkiye’nin pozisyonu değişmezse de siyasal süreç ilerleyecektir, ancak istenildiği kadar kapsayıcı ve hızlı olmayabilir. Bu nedenle güçlü bir iyimserlikten söz etmek mümkün değil. Yine de mevcut jeopolitik tablo, Suriye’nin yavaş yavaş toparlanması ve meselenin bir noktada dengeye kavuşarak çözüme ulaşması konusunda genel bir mutabakat bulunduğunu gösteriyor. Bugün için kalıcı, hatta geçici bir yol haritası dahi bulunmuyor. Dolayısıyla hangi başlıkların ele alınacağı şimdilik soyut bir soru olarak kalıyor. Ancak en önemli başlık, yeni bir ülke kurulacağı için anayasa yapımı ve bu anayasada siyasal sistemin tanımlanması ile ülkede yaşayan farklı halkların siyasal statü ve temsiliyet meselesidir. Bunun yanı sıra güvenlik düzenlemeleri, yerlerinden edilen insanların dönüşü, ekonomik yeniden inşa ve adalet mekanizmaları da ilk akla gelen öncelikli konular arasında yer alıyor.
Fatoş SARIKAYA-Ulaş Cihan BERK
Yoruma kapalı.