PİRHA – Yönetmen Kurtuluş Baştimar, 1990’lı yılların hak ihlallerini ‘Dağlardan Başka Tanık Yok’ filmiyle beyaz perdeye aktardı. 3 Ekim’de vizyona girecek filme dair Baştimar, “Barışın, yüzleşmenin, kardeşçe yaşamın konuşulduğu bir dönemde bir araya gelip omuz omuza bu filmi izlemenin tam da zamanıdır. Çünkü bu film bir Türkiye yapımı. Yani yüzleşmeye davet eden bir film” dedi.
Yönetmen ve senaristliğini Kurtuluş Baştimar’ın yaptığı ‘Dağlardan Başka Tanık Yok’ adlı film, Diyarbakır ve İstanbul’da yapılan gala ardından 3 Ekim’de ülke genelinde vizyona girecek.
1990’lı yılların faili meçhul cinayetleri ve yasaklarına ışık tutan film, toplumsal bir sorunu, “Helin” karakteri üzerinden işliyor. Filmin bir özgünlüğü ise başrol oyuncularından ziyade figüranların; yani köy halkının dönemin asıl mağdurları olmaları.
Sinemacı kimliğinin yanı sıra aynı zamanda edebiyat ve hukuk alanında da çalışmaları olan Kurtuluş Baştimar ile ikinci uzun metraj çalışmasının detaylarını konuştuk.
PİRHA: Siz sinema sanatıyla birlikte hukuk mücadelesinde de beliren bir isimsiniz. Son süreçteki uğraşınız daha çok hangi yönde? Uğraşlarınızdan bahseder misiniz?
“İnsan hakları hukukçusuyum. Eğitimimi Hollanda’da Maastricht Üniversitesi’nde tamamladım. Daha çok uluslararası insan hakları hukuku alanında çalışmalar yürütüyorum. Yani dünyanın, özellikle Asya ülkeleri başta olmak üzere buradaki insan hakları aktivistlerini, yazarlarını, daha sonrasında düşünce suçlularını, hapsedilen insanların davalarını alıp Birleşmiş Milletler’de temsil ediyorum. Uluslararası insan hakları avukatı olarak çalışıyorum.
İNSAN HAKLARINI SİNEMA ÜZERİNDEN ANLATMAK!
-Sinemayla olan buluşmanız nasıl oldu? Avukatlıktan sinemaya geçiş sürecini anlatır mısınız?
“Aslında insan hakları savunuculuğu yaparken de yaptığımız şey insanların hikayesini daha görünür kılmaktan başka bir şey değildi. İnsanların hakkını savunurken bunun artık mahkeme salonlarına, adliye koridorlarına ya da uluslararası mahkemelere sığan bir şey olmadığını fark ettik. Ve bunun artık daha böyle geniş kitlelere ulaştırılabilecek bir yöntemle anlatılması gerektiğine karar verdim. O yüzden, insan haklarıyla sinemayı birleştirip, insan haklarını sinema üzerinden daha toplumsal, daha insan hakları odaklı filmler yaparak ama bu belgesel ya da kısa film değil; yani uzun metraj sinema filmleriyle bunu daha sanatsal, daha toplumsal bir tarzla anlatmak gerektiğine inandığımız için sinemayla artık devam etmek gibi bir karar aldım.”
“ANLATACAK HİKAYENİZ VARSA, İKTİDARIN DA ÖNÜNÜZDE DURMA İMKANI YOK”
-Sinema yapmak Türkiye’de başlı başına bir zahmet. Sektör, bir bütün sermayedarlar ve de iktidarların elinde. Böyle bir ‘baskı’ da varken kendinizde sinema yapma gücünü nasıl buldunuz? Hangi düşünce sonrasında ‘bu işe atılmalı’ fikri belirdi?
“İşte tam da bu bahsettiğiniz sebeplerden dolayı da sinemaya girdik. Yani bu ülkede sinema sadece tırnak içerisinde ‘para babalarının’, sermayedarların ya da iktidarın yapabileceği bir şey değil. Öyle olmamalı da. Çünkü sinema dediğimiz şey, bir hikaye anlatma sanatı ve burada sizin hikayeyi nasıl işleyeceğiniz, nasıl anlatacağınız öne çıkıyor. Dünyada bunun o kadar çok örneği var ki çok fazla para gömülüp, halka ulaşmayan birçok yapım var. Ve bunun tersi de doğru. Yani İran sineması ya da 3. akım sinemaya baktığımızda çok düşük bütçelerle, hatta bütçesiz çok ciddi kitlelere ulaşan filmler yapmanın mümkün olduğunu gördük. Yani bu aşamada bizi yüreklendiren şeyler var. Yaşanmışlıklar var. Teknik olarak hikayeyi gölgelemeyecek şekilde başarabilirsek bunun mümkün olabileceğine inanıyoruz.
Çünkü Cafer Panahi’nin işte en son Altın Palmiye aldığı filmi, büyük kameralarla başlayıp, kendi ifadesidir; işte o baskı, denetleme, kopyaların ele geçirilme riski falan; oradan artık cep telefonlarıyla filmi tamamladılar. Yani bu bize şunu gösteriyor; anlatacak hikayeniz varsa, para babalarının ya da iktidarın ya da sermayenin çok da önünüzde durma ihtimali ve imkanı yok.”
“KÖYDEN BESLENİP BU HİKAYELERİ ANLATMAK İSTİYORUZ”
-Şu an Hollanda’da yaşıyorsunuz, peki önceki yaşantınıza dair neler paylaşırsınız?
“20 küsur yaşıma kadar Kars’ta, köyde yaşadım. Tarlada çalışıp, bütün köy işlerini de yaptık. Hâlâ daha yaşantımızın bir parçası köyde devam ediyor. Yani git gel yapıyoruz. Orada yaşanılan hikayeler bizim için önemli. Yani oradan beslenip bu hikayeleri anlatmak istiyoruz dünya sinemasına.”
“YAŞANAN HAK İHLALLERİ SİNEMAYA YANSIMALI”
-Filminizde anlattığınız hikayelerin örnekleri Kars’ta da yaşandı. Siz ya da aileniz, benzer bir insan hakkı ihlaliyle karşılaştınız mı?
“Hiç şüphesiz ki oldu. Amcamlar o dönem, bundan fazlasıyla nasibini alan insanlar arasındaydı. Yaşanan bu sıkıntılar, hak ihlalleri, problemler ve acılar, ister istemez sinemaya, sanata ve kültüre de yansıyor. Yansımalıdır da. Hatta 1990’lı yılları sinemadan önce ‘Hoşçakal Özgürlük’ adında bir romanım var, onunla anlatmaya çalıştım. Kitabım en son Türkiye’de çıktı. Avrupa’da ise 13 dile çevrildi. Yani dolayısıyla yaşanmışlıklar var, biz de bunları aktarmaya çalışıyoruz.
Bu benim ikinci uzun metraj sinema filmim. İlkini Kars’ta çekmiştik. Ermenistan-Kars sınırında bir köy okulunda geçiyordu. Yani nüfustan dolayı ya da bir politika sonucu o köy okulları artık kapatılıyor, öğretmen gönderilmiyor. Bunun çeşitli sebepleri lanse ediliyor ama orada eğitim almak isteyen çocukların da bir mücadelesi var. ‘Çiğdem’ adındaki ilk filmimizde bunu anlatmıştık.”
BEYAZ TOROSLAR, KÖY BOŞALTMALAR, DİL YASAĞI…
– Tarz olarak politik sinemayı benimsediniz. ‘Dağlardan başka tanık yok’ filmine dair neler paylaşırsınız?
“Bir coğrafyadan yükselen bir ses bu film. Yaşanmışlıkları, acıları, beyaz torosları, köy boşaltmalarını, dil yasaklamalarını yaşamış bir halkın, o coğrafya boyunca sıkıntıya, bunca acıya rağmen yükselen bir çığlığıdır… Biz de bunu sinema diliyle ve böylesine barışın konuşulduğu, silahların bırakıldığı bir dönemde sinemayı bir tanıklık olarak aktarmak istedik. Tabii filme başladığımızda bu süreç yoktu ama bu yaşanılan, gölgede kalmış bu acıyı yaşamış ama bunu onurlu bir şekilde taşıyan insanların dertlerini, sıkıntılarını aktarmak istedik.”
-Film, Van’ın Bahçesaray ilçesinin Sanpas Köyünde geçiyor. Mekan seçimindeki tercihinizde neleri göz önünde bulundurdunuz?
“O köy, konunun anlatıldığı senaryonun görsel olarak çok iyi tamamlayıcısıydı. O yüzden orayı seçtik. Sonrasında bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu aslında anladık. Çünkü orada, hak ihlallerinden, filme konu olan meselelerden muzdarip çok insan olduğunu, yani bunları çok yaşamış, bu sıkıntılarla birebir yüzleşmiş insanların da olduğunu gördük. O yüzden çok doğru bir seçimdi bizim için.
Oyuncular içerisinde köylüler de var. Ancak onların hikayelerinin çok arka planına giremedik. Köyden seçtiğimiz oyuncu arkadaşlarımızdan benzer hikayeleri çok dinledik.”
“OMUZ OMUZA BU FİLMİ İZLEMENİN TAM DA ZAMANI”
-Karanlık bir döneme ışık tutuyorsunuz. Hafızayı diri tutmak, hakikatin ortaya çıkarılması adına bir mücadele ayrıca sizinki. Tam da buna denk bir süreç yaşıyoruz. Hükümet sahiplerine, bu filmi izlemeleri konusunda bir çağrınız var mı?
“Tabii ki var. Barışın, yüzleşmenin, kardeşçe yaşamın konuşulduğu bir dönemde bir araya gelip omuz omuza bu filmi izlemenin tam da zamanıdır. Çünkü bu film bir Türkiye yapımı. Yani yüzleşmeye davet eden bir film. Tanıklığa, tanıkların dinlenmesine, onların sesine; yani acıdan ve bu kadar sıkıntıdan yorulmuş bir halkın, Kürt halkının bunca yorgunluğa, bunca sıkıntısına rağmen halen ‘barış’ diyebilme sesine kulak verme davetidir. O yüzden bütün iktidar, muhalefet demeden herkesi davet ediyoruz filme.
ÇEKİM ESNASINDA ÇIĞ DÜŞTÜ, YOLLAR KAPANDI!
-Zorlu coğrafya sebebiyle filmi çekerken yaşadığınız fiziki ve teknik anlamda bir sorun oldu mu?
“Tabii ki Türkiye’de sinema yapmak çok zor bir iş. İşte finansal açıdan zorluklar var… Çoğaltabiliriz listeyi ama bu film gerçekten dayanışmayla çekildi. Oradaki insanlar profesyonel iş yaptılar. Oyuncu kadrosundan bahsediyorum ama bunun çok ötesinde yaşanan şeyler oldu. Çekimler sırasında mesela çığ düştü. İlçeyle köy arasındaki yol tamamen kapandı. Çekimleri o köyde, kapalı yolların ardında tamamladık. Oradaki halk, evlerini açtılar. Ekip olarak haftalarca köyde kaldık. Film, bir dayanışma ruhuyla çekildi. Sete yemek yapıp gönderen anneler vardı mesela. Özellikle vurgulamak istiyorum; o köydeki çocuklar, gençler, filmdeki sahneler için çok ciddi destek oldular. O yüzden ayrıca bir teşekkür etmek istiyorum.”
Eren GÜVEN/İSTANBUL
Yoruma kapalı.