PİRHA- HTŞ’nin Alevilere ve inanç merkezlerine yönelik saldırılarını ‘zulüm politikası’ olarak değerlendiren Hatimoğulları, “HTŞ’nin Şam yönetimine gelir gelmez attığı adımlara bakalım. Alevilere dönük katliamlar, Dürzilere ve Hristiyanlara dönük saldırılar, yine Alevilerin ve Hristiyanların inanç merkezlerine yapılan saldırılar mevcuttur. Alevilere dönük orada gerçekleşen katliama karşı tüm dünya sessiz kalmaktadır. Aleviler, Suriye toplumunun kadim inançlarındandır ve hiç kimse inancından dolayı yargılanmamalıdır ve cezalandırılmamalıdır. İşkence ve zulüm görmemelidir. Bunun önüne geçmek için herkesin elini taşın altına koyması gerekir” dedi.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, yeni süreç tartışmaları kapsamında iktidar ve muhalefetin Kürt sorununun çözümüne dair tutumu ile birlikte Suriye’de halklara/ inançlara yönelik saldırılar ile bölgedeki gelişmeleri Mezopotamya Ajansı’na (MA) değerlendirdi.
Bazı kesimlerin Suriye’de bir ‘Alevi devleti’ algısı yürüttüğünü söyleyen DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, Esad dışındaki hükümetin neredeyse tamamının Sünnilerden oluştuğuna işaret etti.
Türkiye’deki ve Avrupa’daki Alevi hareketinin Suriye’deki saldırılara karşı önemli mesajlar verdiğini kaydeden Hatimoğulları, Alevilerin Suriye’de inancından dolayı yargılanmamaları ve cezalandırılmamaları gerektiğini söyleyerek, “Bunun önüne geçmek için herkesin elini taşın altına koyması gerekir” diye konuştu.
“BARIŞLA İLGİLİ YOL ALINACAKSA DİL DEĞİŞMELİ”
Hatimoğulları’nın değerlendirmelerinden başlıklar şöyle:
“Bu sürecin havuç-sopa denklemiyle götürülüyor olması çözüm tartışmalarını enfekte etme riskini doğurur. İktidar ve iktidara yakın medyanın DEM Parti, Kürt halkına ve değerlerine yönelik kullandığı tehdit dili oldukça rencide edici ve yıpratıcı. Kürt halkıyla ilgili kullandıkları dil, hakikaten kabul edilebilir bir dil değildir. Bir yandan Kürt sorunu yok deniyor, diğer yandan bir sorun çözülmeye çalışılıyor. Şimdi bir sorun çözülmeye çalışılıyorsa, o sorun var demektir. Dolayısıyla öncelikle mevcut olan iktidar ve devlet anlayışı şunu kabul etmelidir. Evet, bir Kürt sorunu vardır ve Kürt sorunu özellikle son iki yüzyıldan bu yana günceldir. Kürt sorunu bağlamı sadece Türkiye’de de değil, Irak’ta, Suriye’de, İran’da da vardır. Bu halk oralarda hem statü, dil ve kimlik sorunu yaşamaktadır hem de demokratik zeminde ortak yurttaş kabul edilmeleri ile ilgili kimi problemler vardır. Bunu kabul etmek gerekiyor.
1 Ekim’de Meclis’teki selamlaşma ile başlayan gelişmelerden bugüne kadar değerlendirdiğimizde, özetle süreci şöyle görüyoruz; Evet, Bahçeli’nin atmış olduğu adım önemli bir adımdır. Bugüne kadar bu adımın arkasında durduğunu her fırsatta ifade etti. Biz DEM Parti olarak bunu önemli ve kıymetli buluyoruz. Ancak öte yandan başta Erdoğan olmak üzere hükümetten ve bu ülkeyi yöneten iktidardan doğru henüz somut bir açıklama yapılmamıştır. Ne yapmak istediklerine dair bizde bir bilgi yoktur. Kürt sorununun çözümüyle ilgili kafalarından veya akıllarından geçen bir plan var mıdır? Bu plan nedir? Buna dair bizim ve kamuoyunun bir bilgisi yok.
Ama zaman zaman cumhurbaşkanı, zaman zaman AKP sözcüleri, zaman zaman yandaş medya tarafından tehdit ve bir zehirli dil kullanıldığı aşikâr. Kürt sorununu yok sayan, Kürt halkının siyasi öznelerine dönük kullanılan, en son Sayın Öcalan üzerinde itibar suikastı olarak niteleyebileceğimiz dili kabul etmek mümkün değildir. Bu dilin derhal değişmesi gerekir. Barışla ilgili bir yol alınacaksa eğer bu değişmelidir. Fikir ve zikir birliği denen bir şey vardır.
Mesele sadece dil midir? Tabii ki değildir. Aynı zamanda dikkat ederseniz, 1 Ekim’den bu yana çok sayıda kayyım atamaları gerçekleşti. En son Akdeniz Belediyesi eş başkanlarımız ve meclis üyelerimiz tutuklandı. Ardından belediyeye kayyım atandı. Bir yandan siz barış diyeceksiniz, öte yandan tutuklamalar, gözaltılar, kayyım atamaları yapacaksınız. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Bunları normal olarak kabul etmiyoruz ve etmeyiz de.
Hem sopa hem havuç gösteriyorlar. DEM Parti’ye ve Kürt siyasetine ‘Bizim kadife eldivenimizin içinde demir yumruk var’ mesajı verilmeye çalışılıyor. Bu barış sürecinin gelişmesine aykırı bir yaklaşımdır. Bunun tersine dönmesi gerekiyor. Önümüzdeki süreçte barışın inşa edilmesine ilişkin bir yol alınacaksa, gerçekten olması gereken en önemli noktalardan biri, kayyım atamasından vazgeçilmesidir. Kayyım atanmış bütün belediyelerimizde, belediye eş başkanlarımızın görevlerine hızla iade edilmesi gerekir. Aynı zamanda gözaltılar, tutuklamalar, hapishanelerdeki hasta tutsaklar ve cezaevi koşullarıyla ilgili çok ciddi iyileştirmeler yapılmalıdır. İnfazını tamamlamış birçok tutsak bırakılmıyor. Bu demokratik değildir, insani değildir. Anayasa çiğnenmektedir. Yine bununla ilgili çok hızlı iyileştirmelerin yapılması gerekiyor. Bu adımlar atıldığında, ben inanıyorum ki barışa giden yolun taşları daha sağlıklı ve ciddi bir biçimde döşenmiş olur.
Kürt sorununun çözümü, siyasi partilerce bir seçime kurban edilebilecek bir sorun değil. Özellikle son yüzyılda, özelde de son 50 yılda, Kürt sorununun Türkiye’de barışçıl ve demokratik yöntemle çözülmemiş olmasından kaynaklı neler çektiğimizi hepimiz biliyoruz. Ülkede çok ciddi antidemokratik uygulamalar devreye konuldu, bir rejim değişikliği oldu. Bu rejim değişikliğinde bir ‘terör’ parantezi oluşturularak, bütün muhalefet bu parantezin içine alındı. İşçilerin, emekçilerin boğazından kesilen lokmalar, silaha ve mermiye gitti. Biz bu kötü sürecin değişmesini istiyoruz. Analar ağlamasın istiyoruz. Bugün de ne bir gerilla annesi ne de bir asker annesi ağlamasın istiyoruz. Türk bir anneyle, Kürt bir annenin el ele tutuşarak, birbirinin gözünün içine bakarak empati kurmasını istiyoruz. Bu büyük bir değişimle mümkündür. Dolayısıyla başta ana muhalefet partisi olmak üzere bütün muhalefet partilerinin elbette kaygılarını anlamakla beraber, o kaygıları değiştirip dönüştürebileceği bir süreç olarak da değerlendirmemiz gerektiğini düşünmekteyim. Bu süreç demokratik bir zeminde ilerlerse ve ülkemizde barış inşa edilirse, emin olalım ki bunun en büyük kazananı muhalefet olacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Muhalefet de kazanacaktır, Türkiye toplumunun tamamı da kazanacaktır. Muhalefet, Türkiye toplumunun kazanımını kendi kazanımı olarak da görmelidir. CHP de daha ciddi bir plan ve programla bu sürece öncülük etmeli. Bu sürecin bir parçası olmalıdır. Bu süreç Türkiye’nin demokratikleşmesi ve dönüşmesi bakımından büyük katkı sağlayacaktır.
KÜRT SORUNUNU ÇÖZMÜŞ BİR TÜRKİYE’NİN İÇ SİYASETTE YAŞAYACAĞI DÖNÜŞÜM ÖNEMLİDİR
Kürt sorununun çözümünün Türkiye’ye sağlayacağı çok önemli katkılar var. Hem Türkiye halklarına hem de bölge halklarına büyük katkılar sağlayacaktır. Öncelikle Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’nin Ortadoğu, Suriye, Lübnan ve Filistin konularındaki barış çağrılarının daha somut bir karşılığı olur. Çünkü kendi pratiğiyle ilgili bir sorunu çözmüş olan bir ülkenin çağrılarının karşılığı çok daha somut olacaktır.
Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’nin iç siyasette atacağı adımlar ve yaşayacağı dönüşüm önemlidir. Türkiye, demokratikleşmenin kapılarını ardına kadar açmış olur. Demokratik cumhuriyet tezi çok daha güçlenmiş olur. Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözümü sağlandıktan sonra, bugüne kadar Kürt sorunuyla ilgili devletin özel güvenlikçi politikalarına ve özel harp yöntemlerine ayırdığı bütçe, silaha, mermiye, İHA’lara ve SİHA’lara ayırdığı bütçe, Türkiye’deki işçilere, emekçilere ve asgari ücretlilere pozitif olarak dönecektir. Bu devasa bir bütçedir. Mesela çetelere aktarılan devasa paralar, maaşlar bizlerin cebinden gitmektedir.
Dolayısıyla bu bütçenin tamamı işçilerin, emekçilerin ve asgari ücretlilerin yaşam standartlarını yükseltmek için kullanılabilir. Bu bakımdan da Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’yi önemsemekteyiz. Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’de ne Kürt annesi ne de Türk annesi ağlayacak, gözyaşı dökmeyecek. Artık birbirlerinin gözlerine daha çok bakacak, daha çok el ele tutuşacak ve daha çok empati kuracaklardır.
Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye, demokratikleşme ile ilgili yaşanan sorunları daha somut bir şekilde, “terör parantezi”ne almadan tartışabilecektir. Burada kastettiğim şudur; işçilerin ve emekçilerin yaşadığı sorunlar, örgütlenme problemleri, kadın cinayetleri, kadına karşı işlenen suçlar, kadına yönelik şiddetle mücadele ve ekolojik kırıma karşı güçlü bir mücadelenin önü çok daha güçlü bir biçimde açılacaktır.
Özellikle bu sürecin, sol ve sosyalistlerin daha doğru bir biçimde okumaları gerektiğine de işaret etmek isterim. Kürt sorununu çözmüş Türkiye’de, bu sorunlarla birlikte diğer toplumsal sorunların da gündemleşmesi ve çözüm odaklı bir mücadelenin yürütülmesi ciddi bir biçimde mümkün olacaktır.
HTŞ’NİN ATTIĞI ADIMLARA BAKIN; ALEVİLERE DÖNÜK KATLİAMLAR…
HTŞ’nin geldiği odakları hepimiz biliyoruz. Nasıl bir tarihe sahip olduğunu çok iyi biliyoruz. Bugün Şam’da bir hükümet kurmaya çalışıyorlar ancak henüz ciddi bir kurumsallaşma yaşanmış değil. Çünkü orada, çözüm bekleyen çok önemli sorunlar bulunuyor. Birincisi, Rojava bölgesinin durumu ve statüsünün ne olacağı, ortada duran en temel sorulardan biridir. Bu soruya sağlıklı bir yanıt üretilmesi halinde gerçekten Suriye’de bir düzen sağlanabilir.
İkinci sorun, Lazkiye, Hama ve Humus çevresinde, Halep ve Şam’da bir kesimin yaşadığı Arap Alevilerinin durumudur. Bütün bunlar elbette Suriye’nin geleceğini ve kaderini belirleyecek çok önemli etmenlerdir. HTŞ’nin Şam yönetimine gelir gelmez attığı adımlara bakalım. Burada farklı halklardan ve inançlardan olan kesimlere yönelik bir baskı ve zulüm politikası var. Alevilere dönük katliamlar, Dürzilere ve Hristiyanlara dönük saldırılar, yine Alevilerin ve Hristiyanların inanç merkezlerine yapılan saldırılar mevcuttur. Bunlar tüm dünya kamuoyunun gözü önünde gerçekleşiyor. Aynı şekilde kadınların kılık kıyafetlerine müdahale edilmesi ve yeni kılık kıyafet yönetmelikleri yayınlanması gibi bir durum da söz konusudur. Hatta en son yanılmıyorsam 2 kadının apaçık bir şekilde (geçmişe ait), herkesin gözünün önünde ve yeni atanan Adalet Bakanının nezaretinde alenen katledildiği görüntüler ortaya çıktı.
ESAD DIŞINDAKİ HÜKÜMETİN TAMAMI SÜNNİ; ALEVİ YÖNETİMİ DEĞİL BAAS REJİMİ VARDI
Hatay Samandağ’a bir heyetle gittik ve oradaki kanaat önderlerinden birisi gelişmeleri çok iyi özetleyerek şunu söyledi: “Suriye’de herkes yanılgılı bir analiz içindedir. Orada Baas rejimi vardı, bir Alevi yönetimi yoktu. Esad dışındaki hükümetin neredeyse tamamı Sünnilerden oluşmaktaydı. Bu herkesçe bilinen ve bilinmesi gereken bir gerçekliktir. Fakat bazı kesimler orada bir Alevi devleti ve yönetimi varmış gibi bir algı yaratmak istiyor. Oysa Aleviler Suriye’deki nüfusun yüzde 15’ini oluşturmaktadır. Geriye kalan nüfus ise ağırlıklı olarak Sünni Araplar, Kürtler ve diğer halklar ve inançlardan oluşmaktadır.”
Bir kere bu bilginin tüm Türkiye ve dünya kamuoyunca düzeltilmesi gerekiyor. Hatta aynı kanaat önderi şunu da söyledi: “İnsanlara ‘Sen rejim yanlısı mısın?’ diye sormuyorlar, ‘Alevi misin?’ diye sorup ona göre zulmediyorlar’ dedi. ‘Bu katliamlar ve zulümler, rejim taraftarlarına yönelik değil, Alevilere yöneliktir’ diye ekledi. Bu vurgular gerçekten çok önemliydi. Ben de burada sizler aracılığıyla bunları yeniden duyurmak isterim.
ALEVİLER SURİYE’DE İNANACINDAN DOLAYI CEZALANDIRILMAMALIDIR
İkinci bir husus ise, Alevilere dönük orada gerçekleşen katliama karşı tüm dünyanın sessiz kalmasıdır. Türkiye’deki ve Avrupa’daki Alevi hareketi bu konuda çok önemli mesajlar verdi, bu çok kıymetliydi. Hep birlikte, orada yaşanan insanlık dramına, katliamlara, zulme ve alenen yapılan işkencelere karşı hem Türkiye’deki demokrasi güçlerinin hem Türkiye’nin hem de uluslararası güçlerin çok güçlü bir ses çıkarması gerektiğini düşünüyorum. Aleviler, Suriye toplumunun kadim inançlarındandır ve hiç kimse inancından dolayı yargılanmamalıdır ve cezalandırılmamalıdır. İşkence ve zulüm görmemelidir. Bunun önüne geçmek için herkesin elini taşın altına koyması gerekir.”
(HABER MERKEZİ)
Yoruma kapalı.