Alevi Haber Ajansi

‘Diyanet artık kendisinin misyon dağıttığı bir yapıya evrildi’

PİRHA –Diyanet İşleri Başkanlığı’nın artık kendisine misyon atanan bir yapı olmaktan çıkıp, kendisinin misyon dağıttığı bir yapıya evrildiğini vurgulayan Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya, “DİB çoğunluk/çoğunlukçu olmadan önce üstün ve üstünlükçüdür. DİB sadece camiler eliyle aile hayatımıza, eğitimimize, çocuklarımıza, sosyal ilişkilerimize, sosyal ve gündelik alışkanlıklarımıza müdahale etmemekte, aynı zamanda kendinden gayrı tüm ağlara da özellikle personel sağlayan ana kaynaklardan biri olarak her yerde kendini var etmektedir. O yüzden Cengiz Holding’i de gündeme alsak, Alevi dedelerinin cezaevinde dileyeni görüp sormasını da; DİB karşımıza çıkacaktır” dedi.

Pir Haber Haber Ajansı (PİRHA) olarak dosya haber dizisiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nı masaya yatırıyoruz.
Türkiye’de halkın en güvenmediği ikinci kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı her geçen yıl artan bütçesi, genişleyen yetkileri, yaptığı açıklamalarla, verdiği fetvalarla toplumsal yaşamın her alanında gittikçe daha çok söz sahibi oldu. Din işlerinden sorumlu, devlete bağlı bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), kurulduğu 1924 yılından bu yana devlet içindeki varlığı, işlevleri, iktidar politikalarının hayata geçirilmesindeki etkin rolü, her geçen yıl artan bütçesi ve değişen siyasal konumu itibariyle her daim bir tartışma konusu oldu. Son yıllarda eğitim-öğretimde de etkin rol verilen Diyanet Milli Eğitim Bakanlığı ile çeşitli protokoller imzalayarak laiklik karşıtı eğitimin kalıcılaşması için çabalıyor.

“Bütçesi büyük, varlığı tartışmalı kurum olan Diyanet‘in tarihsel ve güncel görevini, toplumdaki yerini, laiklik karşıtlığını, kadınlara bakışını, Alevi toplumu üzerindeki etkisini Emekli Akademisyen Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya ile konuştuk.

“CUMHURİYET DİB’İ YALNIZCA SÜNNİ-HANEFİ-MATURİDİ DOKTRİN ÜZERİNE İNŞA ETMİŞTİR”

PİRHA: Diyanet’in kuruluş amacı nedir?

Prof. Dr. AYHAN YALÇINKAYA: Hukuksal ya da siyasal ifade ediliş biçimine bakılırsa Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB’in) kuruluş amacı bellidir: Müslümanların “ibadata ve itikadata” yönelik ihtiyaçlarını karşılamak. Ancak daha ister kendisine kaynaklık eden Osmanlı kurumsallaşmasını, ister Cumhuriyet’in bir ürünü olarak DİB’i ele alalım, bunun en baştan beri bir örtmece olduğu çok bellidir. Kendimizi Cumhuriyet’le (ve dolayısıyla DİB’le) sınırlandırmadan önce şu kadarını söyleyebiliriz: Hiçbir devletin umurunda değildir; herhangi bir dine inananların ihtiyaçları. DİB’in Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulduğu iddiası da öncelikle bu umursamazlık kapsamındadır ama daha özgül olarak, bu amacın sözdeliğini üç düzeyde rahatça görebiliyoruz. Nasıl? Eğer amaç buysa, bu amacı boşa düşürecek şekilde, DİB’e can veren Cumhuriyet’in öncelikle ayrım yapması gereken yerde yapmadığını, ikinci olarak ayrım yapmaması gereken yerde yaptığını ve nihayet kendini bir dinsel otorite olarak kurduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki her dinin pratik inançlılarıyla pratik olmayan inançlıları arasında ihtiyaç bakımından çok ciddi farklar vardır. Yani, örneğin ömründe camiye gitme/vakit namazı kılma ihtiyacı duymamış, bayramdan bayrama eşe dosta ayıp olmasın diye namaza gitmiş, parası varsa “hele görelim” diye Kabe’ye varmış, Kurban Bayramı’nda kendi şanı için çifter çifter kurban kesmiş, Ramazan’da oruç vakti oruç tutmuş ya da öyle görünmüş ama iftarda rakısını eksik etmemiş, demem o ki pratik olmayan bir Müslümanla vakit namazlarını kaçırmayıp Ramazan’a üç ay oruç daha eklemiş pratik Müslümanın dinsel ihtiyaçları arasında ayrım yapılmalıdır. İlkinin umurunda değildir; ne imamın, ne caminin varlığı. İhtiyacı yoktur ama Müslümandır.

İkinci olarak Cumhuriyet DİB’i yalnızca Sünni-Hanefi-Maturidi doktrin üzerine inşa etmiştir. Oysa yalnızca Sünnilikle bile sınırlı kalsak, bu ülkede çok ciddi bir Sünni-Şafii nüfus bulunmaktadır ve Cumhuriyet bu nüfusun farklı ihtiyaçları olabileceğini reddetmiştir. Nihayet, Cumhuriyet kendisini “İslam dairesinin kapsamını belirleyebilecek bir dinsel otorite olarak” konumlandırmış ve kimin Müslüman olup olmadığına karar vermiştir. Buna göre, Lozan görüşmeleri sırasında Müslüman olduğu ileri sürülen Alevi-Kızılbaş-Bektaşi topluluklar, söz konusu DİB ve Müslümanların ihtiyacı oldu mu, derhal Müslümanlık dışına atılıvermiştir. Sonuç olarak, Cumhuriyet DİB’i kurarken iddia ettiği gibi Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere harekete geçmemiş, tersine Müslüman sayma hakkının kendinde olduğuna iman ederek, kendince sahih bir Müslümanlık kabulüne uyan Müslümanların ihtiyaçlarını inşa etmek üzere yola çıkmıştır. Yani söz konusu olan ihtiyacı karşılamak değil, ihtiyacın ne olduğuna, ne olması gerektiğine karar vermektir ve DİB de Cumhuriyet’in bu alandaki en önemli aparatı olarak düşünülmüştür. Kuruluş mantığı gereği dinsel ihtiyacı karşılamak değil, tanımlamakla görevlidir DİB; ancak bugün başlangıçtaki amacını belirli kesimler için korusa da, artık bu amacın dayattığı görev sınırlarının çok çok aşıldığını biliyoruz.

“DİB ARTIK APAÇIK SİYASAL BİR MİSYONLA DONATILMIŞTIR”

-Tarihsel olarak Diyanetin faaliyetleri nasıl bir yol izledi? Sizce süreç içerisinde misyonunda bir değişiklik yaşandı mı?

Dinsel ihtiyacı tanımlayan devlet oldukça, devletin ihtiyaçlarının dinsel ihtiyaç olarak sunulacağı ve dinsel ihtiyaçla görevlendirilen DİB’in sorumluluk, görev, etki ve yetki alanının da buna koşut olarak değişeceği, en önemlisi genişleyeceği çok açıktır. Türkiye’de de bu yaşanmıştır. Kimi dönemleri kısaca işaretleyebiliriz. Cumhuriyet’in kuruluşundan 2. Dünya Savaşı’na kadar olan döneme birinci dönem dersek, bu dönemde DİB daha önce de belirttiğim gibi, “İslam sayılan için ihtiyacın tanımlanması”yla görevlidir ve bu görevi gereği de hem kimin müslüman olduğuna, hem müslümanın ihtiyacına karar verir. Örneğin Alevi-Kızılbaş topluluklar “batıl inançlı, cahil, İslam’ın yüceliğinden habersiz ama öz be öz Türk” topluluklardır; öyleyse onlara İslam dini götürülecektir; yani misyonerlik faaliyeti. Özellikle Şafii Kürt toplulukların devlet dışında kendi kurumsal dinsel yapılanmaları vardır ve bunların devlete bağlanması şarttır; yani dinsel ihtiyacı merkezileştirme faaliyeti. Benzer biçimde, Osmanlı’dan beri süregelen bir tarikat-cemaat örgütlenmesi gerçeği vardır; mümkünse bunların tasfiyesi ve yerine bir tür “akli İslam’ın geçirilmesi”, yani tasfiye ve irşat/aydınlatma faaliyeti. Daha da sayabiliriz ama gerek yok. Esasen bunların tümü dinsel değil, siyasal faaliyetlerdir.

İkinci dönem 2. Dünya Savaşı yıllarıdır ve Türkiye’de ciddi bir Nazizm/faşizm yanlılığı, buna bağlı olarak Türkçülük ve elbette Türk varlığının İslam tarihi içindeki rolünü parlatma ihtiyacı gündeme gelmiştir. Artık Türk “İslam’ın kılıcıdır.” Ama bu dönem Hitler faşizminin yenilgisiyle kısa sürer ve Türkçüler apar topar hapse tıkılır, çok uzun bir süreliğine olmasa da. Üçüncü dönem, 1960’a kadar sürecek olan savaş sonrası dönemdir ve bu dönemde sözüm ona çok partili rejime geçilmiş, NATO’ya girilmiş, ABD “yardımları” ülkeye sokulmuştur; SSCB korkusu ile parlatılan anti-komünizm devletin asıl ihtiyacıdır ve DİB de bununla görevli kılınmıştır. Böylece DİB’in görev ve sorumluluk alanını birden bire hiç olmadığı kadar genişlemiş, anti-komünizm uğruna, daha önce baskılanmaya ve kontrol edilmeye çalışılan tarikat/cemaat örgütlerinin önü açılmış ve en önemlisi DİB yavaş yavaş anti-komünist, doğru dini öğreten, yığınları camilerde örgütlemeye çalışan bir doktrin merkezi haline gelmeye başlamıştır. SSCB’ye karşı ABD bloğuna entegre olan Türkiye, aynı zamanda SSCB dinsizliğine karşı, en başta DİB eliyle olmak üzere ABD dindarlığına da entegre olmuştur. Dördüncü dönem, 1960-1980 arası dönemdir ve artık karşımızda anayasal bir kurum haline getirilmiş bir DİB vardır. Daha önce Anayasa’da yeri olmayan DİB’in, anayasal bir kurum olarak genel idare içinde pay sahibi olması, kendisine olan ihtiyacın hem genişlemesi, hem artışıyla ilgilidir. Ancak en baştaki “tanımlama hakkı” elden bırakılmamıştır. Bu dönemde DİB içinde bir “mezhepler masası kurulması ve Alevilerin, Caferilerin de burada temsil edilmesi” yönündeki girişimler sert bir tepkiyle karşılanmıştır.  DİB’in anayasal bir kurum haline gelmesi, malumun ilanı olsa da, anayasaların bir topluluğun siyasal bir topluluğa dönüşümünü ve dahası, nasıl bir siyasal topluluk olunması gereğine işaret eden metinler olduğu gözetildiğinde, DİB’in de artık apaçık siyasal bir kurum olarak varlığının itirafı, tescili ve topluluğun kuruluşunda asli pay sahibi olduğunun teslimi anlamına gelmektedir ve bundan sonrası zaten önce tufan, sonra afet olacaktır.

“PEKİ AMA BU ‘MİLLETİN’ KİM KARAR VERMEKTEDİR?”

Bu dönem DİB’in aynı zamanda yükselen sol hareketi, Kur’an çevirileriyle filan cehennemlik ilan ettiği dönemdir de. Tufan dönemi beşinci dönemdir ve 1980 askeri faşist darbesiyle 2002 AKP iktidarının başlangıcına kadar sürer. Bu dönemde DİB yeni anayasayla siyasal kurum olarak varlığını ve yerini pekiştirirken anayasa gereği yepyeni bir misyon edinir: 136. Madde gereği “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” Görüldüğü gibi, DİB artık apaçık siyasal bir misyonla donatılmıştır; “dayanışma ve bütünleşme” ama “milletçe.” Peki ama bu “millet”in kim olduğuna, kim karar vermektedir; kim “milletin” kapsamı içinde, kim dışındadır? Dayanışma ve bütünleşmenin ne gibi biçimleri vardır ve hangi biçimleri makbul, hangileri değildir? Tüm bu soruların siyasal sorular olduğu açıktır ama anayasa hükmü “siyasi görüş ve düşünüşlerin” dışını işaret etmektedir. Yani tıpkı başlangıçta DİB’in oturduğu temel nasıl büyük bir örtmece ise, bu dönemde edindiği yer de bir başka büyük örtmecedir. Dönem aynı zamanda Türk-İslam Sentezi’nin resmi ideoloji olarak benimsendiği dönemdir de; dolayısıyla ideolojinin İslam ayağını genişletmek, sağlamlaştırmak, “milleti” İslam etrafında kenetlemek görevi de en başta DİB’in üstündedir; generallerin din dersi zorunluluğunu getirmelerini vb. bir yana bıraksak bile. Bu dönemde öncelikle Kürt sorununun, dönemin sonuna doğru da Alevi sorununun devleti zora sokan ve bütün toplumu, bütün alanlarıyla çeşitli biçimlerde çeşitli krizlerle yüzleşmeye zorlayan temel sorunlar olduğu gözetildiğinde, DİB’in bu alanda da önemli bir misyonerliğe soyunacağı açıktır. 2002’den, yani AKP iktidarlarının başladığı günden bugüne, içinde olduğumuz dönem ise ayrıca ele alınması gerekiyor. Artık misyondan söz etmemeliyiz.

“DİĞER MÜSLÜMAN TOPLULUKLAR AÇISINDAN BİR SORUN OLARAK ALGINLANMAYA BAŞLANDI”

Buraya kadar hızlıca özetlediğimiz dönemi gözeterek DİB’in misyonuna ilişkin genel bir sonuç çıkarmak gerekirse şunu söyleyebilirim: DİB’in başlangıcından 2002’ye kadar olan misyonu esasen 1924 Anayasasının ruhuna, 1921 Anayasası’nın rafa kaldırılmasıyla birlikte rafa kaldırılan “Cumhuriyetçi ideallerin” hilafına, çok uygundu. Her ne kadar ilk kez 1961 Anayasası’yla anayasal bir kurum olarak tanımlanmış ve 1982 Anayasası’yla misyonunu genişleterek vazgeçilemez hale getirilmişse de; bütün bu değişiklikler kuruluşundaki temel misyonunu açımlamak, geliştirmek, yaygınlaştırmak, yeniden ifade etmek ya da yeni koşullara uyarlamakla ilgiliydi. O da “ibadat ve itikadad”ın gereksindiği dinsel ihtiyaçları tanımlamak, tanımlanmış dinsel ihtiyaçları kontrol etmek ve yönlendirmek; tanımlanmış ihtiyaçları tasnifle merkezileştirmek ve rejimin gereksinimlerine en uygun yanıtları üretmekti. Ancak hukuksal-siyasal çerçevesini 12 Eylül askeri faşizminin kurduğu DİB’inin artık bununla sınırlı kalmayacağı çok açıktı; asıl misyon değişikliği afet zamanına, yani AKP iktidarına denk geldi. DİB’in nihayet yalnızca Alevilerin sorunu olmaktan çıkması ve diğer Müslüman topluluklar tarafından da giderek başlıca sorunlardan biri olarak algılanmaya başlaması da biraz bu yüzdendir. Örneğin 1961 Anayasası’na ve sürekli bir takım maddeleri değiştirilip durulan 1982 Anayasasına bakın, DİB ile ilgili maddelerde hiçbir değişiklik yoktur; neredeyse bütün maddeler “DEĞİŞİK” ibaresiyle işaretlenmişken. Bu da siyasal rejimin bütün taraflarında DİB’le ilgili az çok bir oydaşmanın olduğunu işaret eder. Yani DİB’e başlangıçtan beri atfedilen misyon “müesses nizamın taraflarınca” tartışma konusu bile yapılmaz.

SİYASİ PARTİLER KANUNU VE DİB

Bu oydaşmanın en korkunç bir diğer örneği de yine 12 Eylül faşizminin ürünü 1983 tarihli Siyasi Partiler Kanunu’dur. Bu kanun da yıllar içinde çeşitli değişikliklerle delik deşik edilmesine karşın DİB’le ilgili 89. maddesi hiçbir değişime uğramamıştır. Buna göre, siyasal sistemin en önemli unsurları olan siyasal partiler “laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmek durumunda olan Diyanet İşleri Başkanlığının, genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasanın 136 ncı maddesi hükmüne aykırı amaç güdemezler.” Yani DİB siyasal rejimin en önemli unsurlarından kaçırılarak bir koruma çemberine alınmıştır ve bu en başta kendi alanları kısıtlanan partiler olmak üzere, kimseyi rahatsız etmemişe benzemektedir. Demek ki bu çevrelerin DİB’in Cumhuriyet’ten beri tanımlanmış misyonuyla temel bir sorunları yoktur; yeter ki o misyon, kendi etki-yetki-güç alanını ne kadar genişletirse genişletsin, asli olarak korunsun! Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir! DİB, azmanlaştıkça en başta bu oydaşmayı sorun olarak önümüze koymuş bulunmaktadır ve bu parçalanmadıkça da herhangi bir değişiklik beklemek ham hayaldir.

“DİB ARTIK KENDİSİNİN MİSYON DAĞITTIĞI BİR YAPIYA EVRİLMİŞTİR”

– AKP’nin iktidar olduğu günden itibaren Diyanet’te nasıl bir değişim yaşandı?

Biraz önce söylediğim DİB üzerindeki oydaşma, AKP rejimiyle, DİB’in rolünün/işlevinin değişimiyle birlikte sarsılmaya başladı ama parçalanmadı. Örneğin CHP’nin ve kemalistlerin, Atatürkçülerin, ulusalcıların zihninde hala eski usül bir DİB hayaleti dolaşıyor ve DİB’in yeni halini görmemekte inat ediyorlar. Bu yeni hali biraz açalım; eskiden hareketle. 2017 Anayasa ya da rejim değişikliğinden önce, bir benzetme yaparsak, az çok kurumların varlığından söz edebilir haldeydik. Kurumların her birini birer kutu gibi düşünelim; kutuların arasında hava boşlukları var; siyaset kurumu, yönetim kurumu, eğitim kurumu, yargı kurumu vb. Kurumlar kendi kutuları içinde, kendi sınırlarına sahip çıkarak, icraatlarıyla oluşmuş tortul birikimlerine referansla iş görürler ve kutunun sınırlarını da o kurumun kendi birikimi ve gelenekleri oluşturur. Dolayısıyla bir kutudan diğerine müdahale olanaksız değildir ama zahmetlidir, meşakkatlidir ve kimileyin de olanaksızdır; çünkü her kutu kendi sınırlarına sıkı sıkıya sarılır. Böylece birbirlerini ve kendilerini de kontrol ederler zaten. Başkanlık diye pazarlanan yeni rejim ise kutulara da, sınırlarına da yani en başta her tür kurumsallığa bir saldırı anlamına geldi bu ülkede. Kurumların direnç mekanizmaları parçalandı, kurumların içinde biriken ve içinde tutulan her şey, herkese ve her şeye inanılmaz bir hızla sıvandı; DİB de buna dahil. Artık karşımızda kutulardan oluşan bir sistem yok. İrili ufaklı, uzamda her an yer değiştirebilir, her yana bulaşabilir, sınırlarını çizemeyeceğiniz, bir hücre çekirdeği gibi gördüğünüz şeyin bir anda kocaman bir organa evrildiği, organlardan oluşan organizmanın yeniden organlarına ayrıştığı, ez cümle sayısız ağdan oluşan ve her bir ağın başka ağlarla iç içe geçmeye her an meyyal olduğu bir ağ ya da network var karşımızda. Her mikro/makro ağ kendisini oluşturun mikro/makro iplikçikleri beslemek zorundadır. Her iplikçik de hayatiyetini sürdürmek için bağlı olduğu ağı beslemek zorunda. Şimdi tek adam rejimi diyoruz ya; aslında yanlış bir ifade sayabiliriz bunu. Çünkü tek adamı bize tek adam olarak sunan ya da göstermeyi başaran şey bu çoğul ağ düzeneği. Tek adamın içinde yer aldığı, çekirdek gibi görünen bir ağ var; bu ağın her iplikçiğinin de bağlı olduğu bir başka ağ; o bir başka ağın bağlandığı başka bir ağ, böyle gidiyor bu. Dolayısıyla nasıl ki ağın bir sinir ucuna dokunduğunuzda bütün ağlara ileti gidiyorsa, tersi de doğru: Yani her bir iplikçik ağ mantığı gereği, tek adam kendisi gibi davranma kapasitesine sahip ve onu durduracak, aynı ağa bağlı başka bir iplikçik ya da bir başka ağ olabilir ancak. Yani tek adam rejimi dediğimiz şey, “Tek adamlar rejimidir ya da tek adamlar rejimleri.”

“DİB’İN ELİNDEKİ KILIÇ KİMİN KILICI VE KİME ÇEKİLİYOR?”

DİB’i bu soyutlama üzerinden düşündüğümüzde, DİB ağını oluşturan her bir iplikçiğin her yana yayıldığını, her yandan beslendiğini ve çok yönlü olarak da beslediğini görürüz. DİB’in bütçeden aldığı aslan payını düşünmeyelim yalnızca; bir de vakfı var artık ve bu vakıf hem devasa gelirleriyle her bir iplikçiği besliyor, hem de faaliyetleriyle her alana dal kol atıyor. Düşünün, bugün DİB eğitimin, savunmanın, sağlığın, iç güvenliğin, yargının yani eskiden kurumsal varlığı söz konusu edilen her şeyin içinde ve dahası, en önemlisi üstünde! Cumhurbaşkanına bağlanması yalnızca protokoler bir değişiklik değil; bu sayede DİB yargı yılını açıyor, kreşlere kadar iniyor, orduyu peygamber ocağı olarak kutsuyor ve nihayet DİB eline kılıcı alıp minbere çıkıyor! Harp okulu geleneği imiş, biz de böylece öğrendik, kılıç çatan yeni mezunlara “siz o kılıcı kime çekiyorsunuz?” diye soranlar, DİB’in çektiği kılıcın kime çekildiğini sorma lütfunu göstermiyor! DİB’in elindeki kılıç kimin kılıcı ve kime çekiliyor? DİB din kurumunun idari bir aygıtı olmanın çok ötesine geçtiği ölçüde din kurumu tarafından da kontrol edilemiyor artık. Kurumun dayatabileceği referanslar, sınırlar, gelenekler, tutarlılık ihtiyacı…tümüyle ortadan kalkmış halde. O yüzden kolayca rejimin ihtiyaç duyduğu fetvalar üretilebilir hale geldi. Öyle ki yıllarca faizi haram sayan zihniyet, söz konusu olan TOKİ oldu mu faiz lehine fetva veriyor ya da başımıza gelen ekonomik ya da siyasal musibetleri, dönüp yine bize, bizim ahlaksızlığımıza bağlayıveriyor. Aynı şekilde lüks mersedesler, eğitim adı altında yapılan lüks yurt dışı gezileri…vs. kolayca meşrulaştırılıyor, herhangi bir dinsel referansa bile ihtiyaç duyulmuyor artık çünkü kurumsal din, her an DİB için ayak bağı anlamına gelebilir. Bu yalnızca üst düzey DİB bürokrasisi için geçerli değil; DİB’in irili ufaklı bütün iplikçikleri çeşitli biçimlerde, çeşitli paylarla buradan besleniyor. Bu durumda örneğin DİB’in kaldırılması demek, bir örgütü ortadan kaldırmak anlamına gelmez; bürokratik yapısını tasfiye etseniz bile bu ağ sürdükçe kendisine yeni beslenme kanalları bulur.

“DİB’İN İSTEDİĞİ TARZDA MÜSLÜMAN OLMAYANIN VAY HALİNE!”

Sözü daha fazla uzatmadan özetleyeyim. Biraz önce DİB’in artık bir misyonu yoktur demiştim. Yoktur çünkü DİB artık kendisine misyon atanan bir yapı olmaktan çıkmış, kendisinin misyon dağıttığı bir yapıya evrilmiştir. DİB artık içinde hareket ettiği ağ gereği her gün, her an, bağlı olduğu makro ağ düzeneği gereği misyon yaratmakta, yarattığı misyonları dağıtıp paylaştırmakta, bunları takip edecek, üstlenecek misyonerleri belirlemekte ya da üretmektedir. Böylesi bir yapının misyonu varsa eğer, onun misyonu, “misyon üretme” misyonudur. Bu temel misyonu gereği de, eski tasnifler üzerinden konuşursak, yargıya misyon biçmekte, idareye akıl vermekte, eğitimi şekillendirmekte, sağlığı kontrol etmekte, dış politikada önemli bir rol üstlenmekte ve en önemlisi büyük bir sermayeyi yönetmektedir. Kontrol ettiği sermaye sayesinde de DİB ağının iplik ve iplikçikleri her yerde karşımıza çıkmakta ve bunlar diğer ağlara bağlanıp yayılmaktadır. Öyle ki AKP döneminde açılan binlerce yeni caminin de katkılarıyla camiler artık şehrin kalbi sayılmaktadır. Şehrin kalbi cami ise, dindar olmayanın, dinsiz olanın, Müslüman olmayanın, DİB’in istediği tarzda Müslüman olmayanın vay haline! Dikkat edelim: DİB, kendini ne kadar çoğunluğa dayanan/çoğunlukçu gösterirse göstersin, aslında büyük çoğunluğun vay haline! Çünkü DİB çoğunluk/çoğunlukçu olmadan önce üstün ve üstünlükçüdür. DİB sadece camiler eliyle aile hayatımıza, eğitimimize, çocuklarımıza, sosyal ilişkilerimize, sosyal ve gündelik alışkanlıklarımıza müdahale etmemekte, aynı zamanda kendinden gayrı tüm ağlara da özellikle personel sağlayan ana kaynaklardan biri olarak her yerde kendini var etmektedir. O yüzden Cengiz Holding’i de gündeme alsak, Alevi dedelerinin cezaevinde dileyeni görüp sormasını da; DİB karşımıza çıkacaktır. Cengiz Holding ipi herhangi bir siyasal partiye, onun ipi bir mafya örgütüne, onun ipi şu ya da bu yargı mensubuna, onun ipi diyelim bir ordu mensubuna, onun ipi de DİB’e bağlanabilir kolayca. Çünkü her ip, kendi iplikçiklerini yaratarak ip olmakta, her iplikçik de yine kendi iplikçilerini yaratarak ipe dönüşmektedir. Çok mu karamsar konuşuyorum? Öyleyse ekleyeyim: Her ağın hem en güçlü, hem de en zayıf yanıdır bu. Bu da başka bir tartışma konusu olarak kalsın burada.

“DİYANET VE EĞİTİM İŞLERİ BAKANLIĞI KURULSA, NE KAYBEDERİZ?”

-Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın iç içe geçen faaliyetlerini nasıl okumak gerekir?

Eğitim ya da ulusal eğitim dediğimiz şey neyle ilgilidir diye soralım kendimize. Hani dillere pelesenk olduğu üzere “eğitim bir ulusun geleceğidir” ya da hepimizin geleceğidir diyelim. Elbette özellikle ulus devletin tarih sahnesine çıkışıyla gündeme gelen demokratik eğitimden söz ediyoruz. Ancak demokratik derken lütfen içeriğinin, biçiminin, yöntemlerinin demokratik oluşunu anlamayalım. Eğitimin herkese açılması, yayılmasını ve hatta nihayet zorunlu kılınmasını anlayalım sadece. Peki ama geleceğimiz dediğimiz şey kimin geleceği? Burjuva, karşılıksız gölgesinde bile oturtmaz insanı. Öyleyse burjuvazinin derdi nedir; herkesi zorunlu olarak eğitmekteki? Geleceğimizle ilgili olduğu söylenen eğitim, öncelikle burjuvazi için (ve daha geniş olarak bizler için de) aslında mirasla ilgili bir meseledir. Hadi abartalım: Medeni kanundaki miras haklarını ve bununla ilgili tüm düzenlemeleri ilga edelim, handiyse kapitalizm çöker! Ancak burjuvaziyi ayakta tutan şey salt hukuk değil; hukukun güvence altına aldığı varlığının, varlığına düşman olan/olabilecek kesimlerce onaylanması/vazgeçilmez kabul edilmesi ve (içinde en başta buna uygun her türlü ideolojinin, dünya görüşünün ve elbette dinlerin bulunduğu) değerler sisteminin sürekli olarak onaylanması, yani onayın sürekliliği ve bu değerlerin yeniden/yenilenerek üretimidir. Ancak sadece bir sınıf olarak burjuvazi değil, üretim araçlarına sahip olmayan biz, sıradan faniler de aslında eğitim dedi mi mirasımızı anlarız ve o miras her neyse, onun bizden soy sürenlere aktarılmasını. Buna ister aile değerlerimiz deyin, ister ulusal değerlerimiz, ne derseniz deyin. Ez cümle, en alttaki sıradan bir yurttaştan, topyekun bir rejime kadar eğitim meselesi miras meselesidir ve miras meselesi olduğu içindir ki “eğitim geleceğimizdir” diyoruz ve geleceğe bugünden ipotek koymaya, gelecek olanı bize borçlu kılmaya, kendimizi gelecekte de var etmeye çalışıyoruz. Çünkü bizler de kapitalizmin ürünüyüz ve hiçbir üretim aracımız olmasa da çocuklarımız da (bu bahiste patriyarkal cinsiyet ilişkilerini saymıyorum bile) bizim “üretim araçlarımız” ve biz de minik minik burjuvalar olmaktan öte değiliz!

Bugün DİB’in MEB’le iç içe geçmiş faaliyetlerini bu gözle okuyorum ve aslında pek de şaşırıyor değilim. Bugün geldiğimiz noktada, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Milli Eğitim Bakanlığı kapatılsa ve DİB’le birleştirilerek, yeni bir bakanlık, Diyanet ve Eğitim İşleri Bakanlığı kurulsa, ne kaybederiz? Hiçbir şey. Çünkü zaten tüm MEB okulları ve hatta üniversiteler ve çeşitli akademik kuruluşlar neredeyse tümüyle DİB’in, din öğretmenlerinin, okullara sokulan imamların, mescitlerin, camilerin kontrolü altında. Öyleyse ayrıca bir MEB bütçesine ne gerek var? Hatta DİB’in bütçesi daha da katlanır ve belki de “temizlik imandandır” diye en azından okullara temizlik personeli alınır. Fena mı olur? Hani abartı bir yana, bugün DİB’le MEB’in ilişkisini az da olsa “tarihselleştirmekten” yanayım. Bu şu demek: İlk elde, bu ilişki biraz önce sözünü ettiğim ağ tipi model içinde karşılıklı olarak düşünülmeli ve ikinci olarak da dönüp azıcık geriye bakmalı: Siz eğer ulusun dini olarak Sünni-Hanefi doktrini seçmiş, seçmekle yetinmemiş dayatmış, dayatmakla yetinmemiş yeniden tanımlayıp inşa etmişseniz, geleceğe aktarmak istediğinizin bu olduğu da açıktır; eğer ulusun geleceğinden söz ediyorsak.

ULUS-DEVLETLER VE İSTERLERİ

Cumhuriyet’in bu seçimi gözetildiğinde, tarihselleştirmeye halel getirme pahasına, başlangıçtan bugüne düz bir çizgi çizebiliriz. Bugün yaşananlar o gün yapılan seçimin açımlanmış, yeni koşullara uyarlanmış, mantıksal tüm içerimleri nihayet serimlenmiş halidir; elbette araçlar değişmiş, işlevler ve roller belki farklılaşmış, vurgu yerini bir başka vurguya bırakmıştır. Öyleyse belki DİB ve MEB ilişkisinin bugünkü “olgunluk” seviyesini başka bir yerden tartışma gündemine almalıyız; belki de bu mevcut ağ yapılanması ilham verici olabilir. Eğitimin demokratikleşmesinden söz ettiğimizde, ana dilde eğitim bir yana, ders kitaplarının içeriğinin bilimselliğini tartışmadan önce merkezi bir devlet aygıtının, özellikle de Türkiye’de tanımlandığı haliyle “ulus”un isterlerine bağımlı olup olmamasını tartışmalıyız; eğitimin demokratikleşmesi öğretmen yetiştiren kurumların, ardından öğretmen örgütlerinin demokratikleştirilmesinin, ardından birinci basamaktan en yükseğe kadar eğitim yönetiminin demokratikleştirilmesinden…

Ez cümle öncelikle ulus devletin isterlerinden özerkleşmesini gündeme almayı zorunlu kılmaz mı? Bugün MEB ve DİB işbirliği çocuk olmaklıklarıyla hiçbir dinsel ihtiyacı olmayanlar için dinsel ihtiyaç üreterek geleceğe el koymanın, şimdiki zamanın kendini geleceğe aktarmasının bir ifadesinden başka bir şey değildir.

“ALEVİLER DIŞINDA, KİMSE DİB’İN VARLIĞINDAN RAHATSIZ OLMAMIŞ”

-Diyanet ve laiklik bir arada olabilir mi?

Bu soruya Diyanet ve laiklikten neyi anladığımız ya da anlamadığımız gözetilirse birbirinden farklı yanıtlar verilebilir ve zaten verilmektedir de. Örneğin Diyanet dediğimizde mevcut, bugünkü, dönüştüğü haliyle DİB’i anlıyorsak, sanırım DİB ağından doğrudan ya da dolaylı olarak beslenenler dışında kimse, “evet, neden olmasın; olabilir” demeyecektir. Bu yanıyla bir oydaşma var denilebilir. Ancak bu oydaşmanın, bir başka oydaşma tarafından yerinden edildiğini de söyleyebiliriz. Örneğin diyelim Menderes dönemine değin olan DİB’i anlasak Diyanet dediğimizde; yukarıdaki oydaşmanın bir anda yerini başka bir oydaşmaya bıraktığı görülür. “Evet, DİB’i Cumhuriyet kurmuştu ama…” deyip bir yığın gerekçe sıralanır ve DİB’in varlığı bir anda onaylanarak meşrulaştırılır. Yani, ilk oydaşma bugünkü haliyle DİB’i laikliğe aykırı sayarken, kurucu dönemdeki varlığıyla DİB’i laikliğe aykırı saymamakta, hatta o günden bugüne bu zihniyet sürdüğüne göre, DİB’in varlığını Cumhuriyet ve dahi laikliğin bir güvencesi saymaktadır. “DİB olmasa, meydan tarikatlara kalır; DİB olmasa ortalığı hurafeciler sarar; DİB olmasa cenazemizi kim, nereden kaldırır?; DİB olmasa, DİB olmasa…” Demek ki aslında asıl büyük oydaşma, devletin şu ya da bu araçla, şu ya da bu biçimde dini kontrol etmesi gerektiği üzerindedir.

Ancak nüansı gözden kaçırmayalım: Din, laikliği seçmiş olsun ya da olmasın, nihayetinde her devlet için kolayca bir tehdit unsuru olarak okunabilir çünkü “doğası gereği” devletin hükümranlığından başka bir hükümranlığın varlığını ya da söz konusu olan ulus devletse devletin kendisiyle koşullu ilelebetliği ve yine kaynağını kendisinde bulan ya da yarattığıyla temellendiği egemenlik dışında bir beka ve hakimiyet kaynağını işaret eder. Devlet ve özellikle kurumsal dinlerin, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren gerilimli bir ilişkisinin olduğu çok açıktır. Din, yine “doğası gereği” farklılaştırıcı, ayrıştırıcı, tasnif edicidir. İnsanların kendilerini diğerlerinden farklı ve hatta üstün/seçilmiş olduğuna inandıramazsa işlevselleşemez. Dinin bu farklılaştırıcı/ayrıştırıcı rolü özellikle ulus devlet formunun bütünlükçü iddialarıyla çelişmeye başlarsa ya da başlamasa bile, devlet bunu potansiyel bir tehdit olarak okuyorsa, çeşitli biçimlerde dine müdahale eder ve buna dönük araçlar geliştirir. Dolayısıyla devletin dine hiç müdahale etmediği, çeşitli önlemler almadığı, dini tümüyle kendi kaderine terk ettiği herhangi bir dönem kaydedilmemiştir. O halde nüans şudur: Mesele devletin dine müdahalesi ya da onu kontrol etmesi meselesi değildir. O halde DİB’in bizatihi varlığı, toplumsal-siyasal yaşamdan bağımsız olarak laikliğe aykırı ya da uygun denilemez. Adı ne olursa olsun böylesi bir kurumun varlığı, hatta daha da ileri gitsek, resmi bir dinin varlığı bile laiklikle uzlaştırılabilir. Şuradan doğru da örnekleyebiliriz: Örneğin neredeyse 1980 askeri faşist darbesinden sonraki dönüşüme kadar bu ülkede, Aleviler dışında, kimse DİB’in varlığından rahatsız olmamış ve bunu laikliğe aykırı addetmemiştir. Bu sadece ulusalcılar, Kemalistler için geçerli değil; her soydan liberal ve dahi sosyalist olarak kabul edilenler için de geçerlidir. Öyle ki sosyalist bazı ünlü isimler, yaptıkları miting sırasında ezan okunursa, “Ezan-ı Muhammedi”ye saygı gereği, ezan bitene kadar susmayı önerip kitleyi bekletmişlerdir. Dahası, AKP ve DİB rejiminde dahi hala birileri bu ülkenin laik olduğunu, laik kalacağını, ülkenin İran ya da Arabistan olmayacağını ileri sürebildiğine göre, demek ki bizatihi DİB’in varlığı laikliğin varlığı ya da yokluğu için ölçü olamaz.

Biraz hinlik edip soruyu şöyle zenginleştirirsek mesele biraz daha aydınlanır: Bugünkü MEB ile laiklik bir arada olabilir mi? Bugünkü üniversitelerle laiklik bir arada yaşayabilir mi? Bugünkü öğrenci yurtlarıyla laiklik birlikte olabilir mi? Bugünkü sağlık sistemiyle, bugünkü hukuk düzeniyle? Daha da abartalım: Cengiz Holding’in varlığı laikliğe aykırı mı, değil mi? Uzatmadan, eğer laiklik mücadelesinde, öncelikli hedef ya da istemin DİB’in kaldırılması olduğu saptanmış, yolun ancak bundan sonra yürünebileceği düşünülerek bir aykırılık tespiti yapılmışsa, bu çok anlaşılır bir şeydir. Örneğin, bugün Alevi hareketinin başat gündem maddesi ve asla vazgeçmemesi gereken temel talep budur ve laikliğe aykırılık vurgusu burada yerindedir, üstelik Aleviler nevzuhur bir biçimde DİB’e karşı çıkmamaktadır. Cumhuriyet tarihi boyunca DİB Aleviler için bir sorun kaynağıdır. Aleviler bir yana, bugün kadın hareketinin de başlıca taleplerinden birinin de bu olması gerektiği düşünülebilir; mevcut DİB’in kapitalist patriyarkanın en önemli üretim kaynaklarından biri olduğu kabul edilirse. Ancak laikliğe aykırılık sorusu, siyasal bir istemin öncelikliliğinden kaynaklanmıyorsa, geriye dönüp kolayca şunu söyleyebiliriz: Bugün üniversitelerin hali de laikliğe aykırıdır! Bu temel eğitimle, bu üniversiter yapılarla laiklikten söz etmek gülünçtür.

“LAİKLİĞİN ÖLÇÜSÜ DİNSİZİN ÖZGÜRLÜĞÜ VE DİN SAHİBİ OLANLA-OLMAYANIN EŞİTLİĞİYLE İLGİLİDİR”

Sözü daha fazla dolandırmadan, DİB’in varlığı ya da yokluğu bir yana, benim için laikliğin belli başlı ölçütleri var. Devlet, bir dinin ibadet ve itikadını düzenleyici; bir dinin nasıl olması gerektiğine ilişkin tanımlayıcı; bir dinin din olup olmadığıyla ilgili karar verici; ayrım gözetmeksizin tüm kamu kaynaklarının paylaşımında bir dini/dinleri fonlayıcı bir fail ise; birlikte yaşamayı mümkün kılan toplumsal/kültürel/ahlaki/estetik değerlerin dağıtım ve paylaşımında; yasal, yargısal, yönetsel tüm faaliyetlerinde ve karar süreçleriyle bunların temellendirilmesi ve meşrulaştırılmasında; gündelik toplumsal yaşamın  deveranında herhangi bir dini köken, kaynak ya da referans olarak kabul ediyorsa o devlet laik değildir. Kuşkusuz her tanım gibi bu tanım da olabildiğince şeyi kapsamaya çalışan bir tanımdır. Ancak şu ya da bu laik olduğu kabul edilen bir devletin kimi özellikle sembolik performanslarında dinsel atıflar ya da simgeleştirmeler görülebilir. Bu, tek başına o devletin laik karakterine halel getirmeyebilir. Ama bu halel getirici sayılmayan simgeleştirmeler ya da performansların eleştiriye kapatılması, bu kapatmanın ilgili dinselliğe referansla temellendirilmesi laik vasfını zan altında bırakacaktır. Tam burada laiklik, esasen temel haklar ve özgürlüklerle bitişir; onlarla doğrudan ilgili hale gelir. Yani demem o ki kestirmeden laiklik, benim için dinlerin özgürlüğünü ancak dinsizliğin özgürlüğüyle güvence altına alır. Laikliğin ölçüsü dinlerin özgürlüğü ya da birbirine göre eşitliği olmaktan çok, dinsizliğin özgürlüğü ve din sahibi olanlarla din sahibi olmayanların eşitliğiyle ilgilidir.

CUMHURİYET HİÇBİR DÖNEMİNDE LAİK OLAMAMIŞTIR

Buradan doğru bakıldığında Cumhuriyet hiçbir döneminde laik olamamıştır. Laikliği bir hedef olarak önüne koyduğu anayasalarından bellidir ama ne yazık ki bu hedef doğrultusunda, Selçuklu’dan beri taşıyıp geldiği mirasından vazgeçememiştir: Bu miras öyle ağır bir mirastır ki gemi benzetmesine başvurursak, Cumhuriyet’in kuruluş evresinden çok partili rejime kadar gemi laikliğe doğru demir tarayarak ilerlemiş; ne demir alabilmiş, ne yükünü hafifletebilmiştir. Bu anlamda da bu topraklarda devlet geleneği, dini yüzleşmesi gereken bir şey olarak kabul etmek yerine, çoğunlukçu dinsellikle yüzleşenleri de baskılayıp yok etmeye (Aleviler ve Alevilik bunun tipik örneğidir) ve çoğunlukçu dinselliği de kendisi seçip, tanımlayıp kurumsallaştırarak sürekli kendi bağrında tutmayı tercih etmiştir. Bu haliyle devlet dinin direği olagelmiştir; ama geldiğimiz aşamada devlet dinin direğiyken, artık din de devletin direğine dönüşmüştür. Ama hangisi, hangisi olursa olsun, dikkat edilirse daima belirleyici olan devletin isterleri, ihtiyaçları ve öncelikleridir; ister dinin direği olan kudretli bir devletten söz edelim; ister dinin payandaladığı bir devletten.

“LAİK BİR DEVLETTE YAŞAMA HERKESİN HAKKIDIR”

-Laik, demokratik ülkelerde devlet destekli dini kurumlar yok, bizim ülkemizde var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yukarıda verdiğim yanıtın üstüne bu sorunun denk gelmesi hoş oldu; demek ki laiklik bakımından mesele yalnızca DİB’in varlığı yokluğu meselesi değilmiş. Çünkü DİB, devletin dine müdahale araçlarından yalnızca birisidir; aynı şekilde dinin, özellikle çoğunlukçu ve üstünlükçü dinlerin, bizde müteşerri müslümanlığın da siyasal alana müdahalesinin çeşitli araçları, formları vardır. Bu topraklarda yaygınca adlandırıldığı üzere, bir tarikat/cemaat gerçeği var; bu gerçeği kabul etmeliyiz. Devlet de, özel olarak DİB de siyasal ve özel olarak dinsel alanı düzenlemek, kontrol etmek için tarikat/cemaat örgütlenmelerini kullanıyor ve bu kullanım, tahmin edileceği gibi, çift taraflı. Yani tarikat/cemaatler de devleti ve DİB’i kullanıyor, nüfuz, etki ve çıkar alanlarını genişletmek üzere. Yalnız bir uyarı notu düşmeliyiz: DİB nasıl yalnızca bir müdahale/düzenleme aparatı değil, aynı zamanda büyük bir sermayeyi kontrol eden bir ağ ise, tarikat/cemaat yapılanmaları da dinin şu ya da bu vasfını öne çıkararak var olan yapılanmalar olmanın ötesinde, aynı zamanda büyük bir sermaye örgütlenmesi. Kendi arazileri, arsaları, hastaneleri, üniversiteleri, okulları, çok sayıda çok farklı düzeyde yurtları, mağazaları, gelir getiren menkul/gayrımenkul servetleri var. Aynı zamanda bir sermaye örgütlenmesi oldukları ölçüde bunları da birer mikro/makro ağ gibi düşünebiliriz ama yalnızca sermaye örgütü olmadıkları da hesaba katıldığında, eski usül bir kurumsallığa da dayanıyor bu yapılar; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya inip çıkan geleneksel bir örgüt modeline sahipler. Bu modelde ayrıcalıklı kesimler çelik çekirdek olarak varlığını daim kılarken, sermaye hareketleri bakımından ağ gibi davranıyor ve bu sayede de DİB’in ve devletin hemen tüm etkinliklerinde, kararlarında, faaliyetlerinde ve en önemlisi örgütlerinde karşımıza çıkabiliyorlar. Herkesin bildiği sır; bugün diyelim Sağlık Bakanlığı bir tarikatın, İçişleri Bakanlığı bir başka tarikatın, Milli Eğitim Bakanlığı ise diyelim birden çok tarikatın kadro ve faaliyet alanı durumunda. Bu listeye devletin hemen her kurumunu ekleyebilirsiniz. Örneğin yıllar yıllardır Alevi hakim/savcı adayları nedense sınavları kazanamıyorlar! Es kaza yazılı sınavlarda çok yüksek puanlarla başarılı olsalar bile, kayıt alınmayan sözlü sınavlarda hemen eleniyorlar. Aynı şeyi İçişleri Bakanlığı için de söyleyebiliriz ya da başka kurumlar için de. Tıpkı DİB gibi, bu tarikat/cemaatler de vakıflar üzerinden örgütleniyor ve mevcut başkanlık rejimi içinde DİB’e ve onun vakfına açılan tüm alanlar bu tarikat vakıflarına da açılmış durumda. Bunun en bilindik örneği de Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullar ve elbette üniversiter yapılar. Buralar DİB’le el ele, kol kola tarikat/cemaat vakıflarının “oyun kurucu olduğu” alanlar.  Devlet, DİB eliyle yarattığı ve yeniden ürettiği negatif ayrımcılığı, tarikat örgütlenmeleri eliyle sosyo-kültürel düzeyde derinleştiriyor. Bu örgütlenmelere hem birçok pozitif ayrımcı imkan sağlanıp alan açılıyor, hem de aynı zamanda devlet, belli alanlardan geri çekilerek negatif araçlarla yeni yeni olanaklar sunuyor.

“SİVİL DİNSELLİK ARANACAKSA HEM DEVLET, HEMDE DİN GELENEĞİNİN DIŞINDAKİ BİÇİMLERİNE BAKMALIYIZ”

Biraz önce hatırlarsanız kudretli, güçlü bir devletin dinin direği oluşundan, devamında da dinin devletin direği haline gelişinden söz etmiştim. İkisinin arasındaki terim “kudret” terimi. Yani ikinci durumda kudret yer değiştiriyor; önceden devletten dine doğru akıyorken güç; dinden devlete doğru değil; kudretli olan artık din haline geldikçe dinden devlete doğru akıyor; dini payandalayan devlet olmaktan çıkıp devleti payandalayan din haline geliyor. Kudretli devlet dini beslerken, bu kez tersine, kudret kazanmış din olmaksızın devlet zayıf düşüyor. Bir ara not düşmeme izin verin; modası geçtiği iddia edilebilecek bir siyaset bilimci gibi konuşayım: Diyelim ki bir devleti güçlü/kudretli kılan şeylerin başında güçlü bir ordu, güçlü bir para ve güçlü bir din gelir. Bu üçünün içinde en önemlisi bence dindir. Çünkü insanları pek de doğrudan taraf olmadıkları ve doğrudan bir fayda elde edemeyecekleri, başkalarının amaçları ya da idealleri uğruna ölmeye/öldürmeye; kendileri açlık, yoksulluk içinde kıvranırken bir eli yağda, bir eli balda yaşayanların bunu kendi yetenekleri, becerileri, hatta emekleriyle elde ettiklerine ve kendileri yoksulsa bunun suçunun kendilerinde olduğuna inandırmaya; nihayet bu dünyada başa gelen musibetlerin kendi suçlarımız/günahlarımızla ilgili olduğundan başlayarak, çektiğimiz eziyetlerin inanılan bir yaratıcı tarafından görüldüğü ve bu dünyada olmasa bile karşılığının mutlaka alınacağına ikna etmek kolay değildir. İşte din, bu hiç de kolay olmayan şeyi başarır! Bu yüzden en önemlisi dindir ve bu yüzden “devlet olan hiçbir devlet” dinden vazgeçemez ve çeşitli ilişkilenme biçimlerini daima korur. Bu soyut kabullerden, yeniden bize dönersek; Tek Adam Rejimi olarak sayılagelen rejimin aslında Çok Adam Rejimi olduğunu da söylemiştim. Bu Tek Adam Rejiminin zayıf karnıdır da; gücünü buna borçlu olmakla birlikte. Tek Adam Rejimi, kendi bekası uğruna devleti devlet kılan tüm payandaları ya yıktığı, ya inanılmaz ölçüde aşındırdığı için, en güçlü göründüğü anda hızla zayıf düştüğü için, ayakta kalabilmek için tüm alanları dine açmaktan başka koz kalmıyor elinde. İşte bu yüzdendir ki bugün DİB rejimin en önemli, stratejik karar alma mercii iken, tarikat/cemaatler de en önemli icra aygıtlarına dönüşüyor. O yüzden artık okullarımızı, hastanelerimizi, ibadethaneleri, vb. tarikat/cemaatler yönetiyor. Yani “sivil toplum” mu yönetiyor? Elbette hayır. Ama buna girmeyeyim şimdi. Şu kadarını söylemekle yetineyim: Türk devlet geleneği içinde, devletin dinle ilişkilenme biçimlerinin; aynı şekilde Sünni-ortodoks dinselliklerin devletle ilişkilenme biçimlerinin geçmişi/bugünü düşünüldüğünde merkezde duranın her iki taraf için de devlet olduğu görülür; asla din değil. “Sivil bir dinsellik” aranacaksa hem bu devlet, hem bu din geleneğinin dışındaki dinsel biçimlere bakmalıyız.

Şimdi en baştaki soruya geri dönüp bitirebiliriz: Türkiye’de laiklik mi? “Hadi canım sende!” Ama özellikle bugün neredeyse bütün dünyanın hızla sağa ve hatta aşırı sağa “çektiği” koşullarda laiklik artık belirli bir durumu, mahiyeti, niteliği işaretlemek için kullanılacak bir terim olmaktan çıktı; laiklik, belki de hep ve her zaman olduğu gibi, yeniden tüm dünya için bir mücadele alanı, her seferinde yeniden kazanılması gereken bir mücadele alanı olacağa benziyor. Bir mücadeleden söz ediliyorsa, haklardan, özgürlüklerden de söz edilecektir mutlaka. Mülkiyeli hocalarımızdan Prof. Dr. Cem Eroğlu’nun (yanlış hatırlamıyorsam eğer) kulaklarını çınlatarak bağlayayım sözü: En başta tam da pratik dindarlar ve tam karşı kutbundaymış gibi takdim edilen dinsizler gelmek üzere, laik bir devlette yaşama hakkı herkesin hakkıdır. Hiç kimse bu hakkını ileri sürmekten vazgeçmemelidir.

Ersin ÖZGÜL/İZMİR

İLGİLİ HABERLER
‘Diyanetin varlığını sorgulamayan her laiklik tartışması yanlıştır; Diyanet vergilerle finanse edilmemeli’
‘Bir fetih ideolojisi geliştiren Diyanet kurumu ile karşı karşıyayız’-VİDEO
‘Diyanet artık bir devlet kurumu olmaktan çok tarikatların merkezi haline gelmiş durumda’-VİDEO
‘Türkiye’de dini radikal olarak politikanın dışına çıkarmak gerekiyor’-VİDEO
‘Fetihçi iktidarın, böyle bir din ulemasına ihtiyacı vardı, Diyaneti bu amaçla kullanıyor’-VİDEO
‘Diyanet şiddetin devam etmesine zemin hazırlıyor; bütçesinde çok büyük haram var’ – VİDEO
‘Diyanet’in bu kadar ileri gitmesi laik cumhuriyete büyük bir hançerdir’- VİDEO
‘Diyanet, askeri darbe sonrası devletin resmi ideolojisinin merkezi önemdeki bir aygıtı haline geldi’
‘Diyanetin sözü, devleti yönetenlerden daha fazla geçiyor!’-VİDEO

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak