Alevi Haber Ajansi

‘Diyanetin varlığını sorgulamayan her laiklik tartışması yanlıştır; Diyanet vergilerle finanse edilmemeli’

PİRHA – Prof. Dr. Eser Karakaş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vergilerle finanse edilmeyen bir kamu kurumu olması gerektiğini belirterek, Türkiye’nin, Diyaneti yeterince tartışmadan ne laiklik ne de hukuk devleti ilkelerini evrensel standartlarda yaşama geçiremeyeceğini söyledi. Karakaş, ayrıca Türkiye’de Diyanet’in varlığını konu etmeyen, sorgulamayan her laiklik tartışmasının da yanlış olacağına vurgu yaptı.

Pir Haber Haber Ajansı (PİRHA) olarak yeni bir haber dizisi başlattık, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı masaya yatırıyoruz. Türkiye’de halkın en güvenmediği ikinci kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı her geçen yıl artan bütçesi, genişleyen yetkileri, yaptığı açıklamalarla, verdiği fetvalarla toplumsal yaşamın her alanında gittikçe daha çok söz sahibi oldu. Din işlerinden sorumlu, devlete bağlı bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), kurulduğu 1924 yılından bu yana devlet içindeki varlığı, işlevleri, iktidar politikalarının hayata geçirilmesindeki etkin rolü, her geçen yıl artan bütçesi ve değişen siyasal konumu itibariyle her zaman tartışma konusu oldu. Son yıllarda eğitim-öğretimde de etkin rol verilen Diyanet, Milli Eğitim Bakanlığı ile çeşitli protokoller imzalayarak laiklik karşıtı eğitimin kalıcılaşması için çabalıyor.

Diyanet‘in tarihsel ve güncel görevini, toplumdaki yerini, laiklik karşıtlığını, kadınlara bakışını, Alevi toplumu üzerindeki etkisini Prof. Dr. Eser Karakaş ile konuştuk.

“DİYANET’İN ÖDENEKLERİ MERKEZİ BÜTÇEDEN VE VERGİ GELİRLERİNDEN TAHSİS EDİLİYOR”

Artı Gerçek Yazarı, Prof. Dr. Eser Karakaş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kurumsal geçmişine değinerek, “Osmanlı dönemi Şeyhülislamlık Müessesinden 3 Mart 1924’e, oradan da günümüze kurumsal tarih serencamı. Tarihçi değilim, bu alana girmem, haddim değil. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurumsal kimliğine mündemiç dini konular; dini konular konusunda da muhtemelen söz söylemeye ehil kişilerden biri olmadığımdan, konunun tarihsel boyutunda olduğu gibi bu alanda da söz söylemem yine haddim değil. Gelelim, konuya ilişkin bir-kaç söz söylemeye kendimi yetkili gördüğüm alanlara. Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu Anayasanın 136. maddesinde ifadesini bulduğu, genel idare içinde bir kurum olduğu için meselenin bir anayasal-idari, hukuki boyutu var. Siyasi Partiler Kanunu’nun (SPK) 89. Maddesinde DİB’e yönelik ahlaki olarak değerlendirmenin olanaksız olduğu bir siyasi düzenleme mevcut. Ve kanımca en önemlisi, isterseniz Aşil’in topuğu da diyebilirsiniz, bir de meselenin kamu maliyesi cephesi var zira DİB ödenekleri merkezi bütçeden, vergi gelirlerinden tahsis ediliyor” dedi.

“BU DURUM SİYASİ ETİĞE AYKIRIDIR”

Karakaş, “Bir muhatabımın DİB’in anayasal statüsünü ve hatta merkezi bütçeden finansmanını savunmasını eleştiririm ama asla gayrimeşru görmem, ikna etmeye çalışırım, mevcut yapılanmayı değiştirmenin mücadelesini veririm ama başkalarının da benim bu konuda görüşlerime saygı duymasını isterim. Ancak, Siyasi Partiler Kanunu’nun (SPK) 89. maddesi siyasi etiğe uymayan bir maddedir, DİB’in mevcut yapısını savunanların dahi bu maddeye karşı çıkmalarını beklerim. SPK 89, siyasi partilere DİB’in genel idare dışına taşınmasını savunmalarını, parti kapatma müeyyidesi ile yasaklar. SPK 89 ile aslında Anayasa 136 da, Anayasanın ilk dört maddesi gibi, Anayasanın değiştirilmesi, farklı ve etik dışı bir yöntemle, teklif dahi edilemeyecek maddelerinden biri haline getirilmiştir, zira nihai analizde anayasaları siyasi parti grupları değiştirirler. Bu durum siyasi etiğe açıkça aykırıdır. DİB’in mevcut statüsünü savunanların, bu benim katılmadığım ama meşru bir pozisyondur, DİB başkanlarının SPK 89’un kaldırılması meselesini gündeme dahi getirmemelerini çok ayıplamışımdır, bugün de durum böyledir. Hülasa, SPK 89’u konuşmayan DİB yanlılarını, ahlaki nedenlerden muhatap almama eğilimindeyimdir” diye konuştu.

“DİYANET İŞLERİ VERGİLERLE FİNANSE EDİLMEYEN BİR KAMU KURUMU OLMALIDIR”

Eser Karakaş, DİB harcamalarının kamu gelirleriyle, vergilerle finanse edilmesi meselesine ilişkin de şunları kaydetti:

“Temel bir kamu maliyesi kuralı ile başlayalım: Kamu hizmetleri vergi gelirleriyle finanse edilir, vergi gelirleriyle finanse edilen mal ve hizmetler de kamu malı ve hizmetleridir. Oysa, DİB’in ürettiği hizmetin bir kamu hizmeti olduğuna ilişkin çok ciddi kuşkular vardır. Zira bu hizmetin her vatandaşa ulaşmadığı (Hristiyanlar, Museviler, Aleviler, ateistler, vs.) ve hiç ulaşmayacağı çok nettir, böyle bir kamu hizmeti tanımlanamaz kamu maliyesinde. Bu temel nedenden DİB’in merkezi bütçe gelirleriyle finansmanı çok sakıncalıdır, toplumun çeşitli kesimlerine ait vergi mükellefleri için devlet mevhumu üzerinde meşruiyet krizi anlamına gelebilir. Demokratik, laik bir hukuk devletinde DİB’in genel idare içinde ve anayasal (Madde 136) bir kurum olması asla şart değildir. DİB’in anayasal ve genel idare içinde bir kurum olmaktan çıkarılması da aynı zamanda DİB’in kaldırılması anlamına da gelmez. DİB yine bir kamu kuruluşu ama vergilerle finanse edilmeyen bir kamu kurumu olabilir. Fon sistemi bu amaç için uygun bir yöntemdir. Vergi ile fon arasında temel fark, fon gelirlerinin, vergilerin aksine, sadece belirli bir amaç için toplanması ve bu amaç doğrultusunda, mesela DİB için harcanmasıdır, fakir-fukara fonu gibi, toplu konut fonu gibi. Böylece Müslüman, Sünni Müslüman olmayan vatandaşlarımızın vergileriyle faydaları kendilerine dönmeyecek DİB harcamaları sakıncası ortadan kaldırılabilir.

“MESELE KURUMSAL VE VERGİSEL BİR KONUDUR”

Dünyada din hizmetlerine yönelik gelirlerin fon gelirleri olduğu, bu harcamaların meşruiyetine inanmayan kesimlerin dışarıda kalma özgürlüklerini kullanabildikleri çok sayıda ülke vardır. Almanya’da yaşayan ve Almanya vatandaşı olan Müslüman Türkler protestan kiliselerinin harcamalarına yönelik kamu gelirlerine katkı yapmamaktadırlar. Daha doğrusu böyle bir zorunlulukları yoktur. Oysa, bizde, isimleri Yani, Agop, Moşe ya da Ali Haydar olan vatandaşlarımız da zorunlu olarak Sünni İslama yönelik hizmet üreten DİB’e katkı yapmak zorundadırlar. Mesele kişilerle ilintili bir mesele değildir, mesele yine DİB’in daha etkin çalışması, daha fazla insanı kucaklaması, daha açılımcı olması da değildir. Mesele kurumsal ve vergisel bir konudur.

“DİB’İN KURUMSAL, ANAYASAL REFORMU ADETA İMKANSIZ BİR PROJE”

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki DİB’in kurumsal, anayasal reformu adeta imkansız bir proje. Zira ülkemizde en detay konuda bile birbirlerinin gözünü çıkaran, saç saça, baş başa kavga eden kesimler nedense konu DİB’e geldiğinde muazzam bir mutabakat sağlayabiliyorlar. Senelerce Genelkurmay, CHP, seküler kesimin çok büyük bölümü ile siyasal İslamcı kesimlerin tek çatışmadıkları konu DİB’in kurumsal, anayasal yapısı olmuştur. Çünkü, devletçilik bizde sanıldığından da köklü bir anlayıştır ve bu anlayışın en yerleşik noktası da maalesef laik bir hukuk devletinde en sivil alan olması gereken din alanıdır. Sözde sosyal demokratlar da, sözde muhafazakarlar da din alanında çok koyu devletçidirler.

“MUHAFAZAKARLARIN DİYANET’İ SAVUNMALARI STOCKHOLM SENDROMUDUR”

Amaçları din kurumunu kontrol etmek olan sosyal demokratları bir ölçüde anlamak mümkündür ama dindar muhafazakarların kendi inançlarını kontrol altında tutmak için kurulmuş DİB’i savunmalarını anlamak eşit ölçüde mümkün değildir, olsa olsa Stockholm sendromudur. Birileri din kurumunu kontrol (!!!) altında bulundurmak için DİB’in anayasal yapısından yanadır. Başkaları da, bugün olduğu gibi bu büyük bütçeyi kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullanabilmek için DİB’in mevcut statüsünü savunmaktadırlar. Meseleyi özgür bir toplum, laik bir hukuk devleti çerçevesinde görmek isteyen yok gibidir. Tekraren ifade ediyorum, birileri DİB’in anayasal bir kurum olmasını, genel idare içinde olmasını savunabilir, meşrudur, tartışırız. Ama biri çıkar da DİB’in genel idare dışına taşınmasını amaçlayan partiyi kapatırız derse (Siyasi Partiler Kanunu 89. madde), bu görüşü meşru, savunulabilir, hatta ahlaki bulmak da mümkün değildir.”

“DİN HİZMETİ, BİR KAMU HİZMETİ DEĞİLDİR”

Prof. Dr. Eser Karakaş, kamu parasının hangi alanlara tahsis edilmesi gerektiğinin netleşmesinin Türkiye’nin temel meselelerinden biri olduğunu vurgulayarak şunları dile getirdi:

Mesele DİB’in varlığı değil merkezi bütçeli bir kuruluş olması yani seksen milyonun vergileriyle finanse edilmesindedir. Tüm yurttaşların vergileriyle, kamu parasıyla finanse edilen DİB’in ürettiği hizmetlerden hangi geniş kesimlerin hizmet alamadığı artık herkesin malumudur, bu konuya girmeye bile gerek yok, böyle kamu hizmeti olamaz. Kamu parasının gerçek mahiyetinin anlaşılamıyor olmasının sonuçları ülkemizde çok vahimdir. Sadece bu kavramın gerçek anlamını kavrayıp gereğini yerine getirsek ülkemiz çok önemli bir mesafe alır. Temel denklem şudur: Kamu parası kamu hizmeti üretimi içindir ve kamu parası ile finanse edilen hizmetler kamu hizmeti olmak zorundadır. Din hizmeti ise çok temel ve çok önemli bir hizmettir ama bir kamu hizmeti değildir; anayasal ilkelere dayalı bir biçimde devlet dışında üretilmelidir ve her inanç grubu kendi hizmetini özgürce üretebilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’na adeta görev olarak verilmiş olan “doğru din bilgisi” üretmek diye bir kavram da yoktur, sadece şiddet, nefret dili içermeyen farklı inançların birlikte yaşayabilme durumu vardır ve devlet de sadece bu “birlikte yaşayabilmenin” garantörüdür.

“LAİK BİR DEVLETTE DİYANET BUGÜNKÜ FİNANSMAN BİÇİMİYLE OLAMAZ”

Kamu parasının hangi alanlara tahsis edilmesi gerektiğinin netleşmesi ülkemizin temel meselesidir. Bu bağlamda laiklik, laik devlet ilkesinin türevi olarak imam-hatip liseleri, İlahiyat fakülteleri meseleleri gözden geçirilmelidir. CHP gibi partilerin “Biz iktidara geldiğimizde bu kurumlar gerektiği gibi işleyecek” gerekçesi de havada kalan, kalmaya teoride ve pratikte mahkum bir gerekçedir. Bizim milletin kavramlarla sorunu malum. Bunların en başında da laiklik geliyor. Laiklik kavramını dilinden düşürmeyenlere bile sorun, ciddiye alınabilecek bir tanım veremeyeceklerdir. Orta mektep bilgileri ile “din ve devlet işlerinin ayrışmasıdır” diyen çok çıkacaktır ama “peki Diyanet’i bu tanımın neresine koyacaksınız?” diye sorarsanız, çoğu da Diyanet’ten yanadırlar, cevap yine yoktur ya da ilk verdikleri tanımın tam tersi bir noktaya hemen geliverirler. Yukarıda da ifade ettim, diyanet ilginç bir müessesedir, siyasal İslamcılarla darbecileri, otoriter yönetim yanlılarını hemen aynı noktada buluşturuverir. Özgürlükçü bir laiklik tanımı kanımca çok basittir, kamu kaynaklarından inanç eksenli bir oluşuma bir kuruş bile tahsis edilmesinin yasaklanması ve kamu erkinin kullanımında dinsel bir referansın olmamasıdır. Yani, laik bir devlette Diyanet İşleri Başkanlığı, bugünkü finansman biçimiyle olamaz. Çok yakın geçmişte basına yansıyan bir haberde HDP Milletvekili Osman Baydemir hakkında, Diyarbakır Belediye Başkanlığı dönemindeki bir uygulaması nedeniyle, savcılık tarafından fezleke hazırlandığını öğrendik.

Haber özetle şöyle: “HDP Sözcüsü Osman Baydemir hakkında Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 2012 yılında belediye tarafından Diyarbakır’da inşa edilen binanın Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ne (PSAKD) cemevi için tahsis edilmesine ilişkin imzaladığı protokolde “görevi kötüye kullanma” iddiasıyla fezleke düzenlendi. Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin “Laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu açıkça belirtildiği ifade edilen fezlekede, protokolde yer alan “Taraflar arasında çıkacak uyuşmazlıkların çözümünde Alevilik inancı gereği önce ceme gidilecektir” şeklindeki hükmün, laik devlet anlayışı ve Anayasa’da belirtilen “Devletin nitelikleri” başlığıyla ile bağdaşmadığı kaydedildi.”

“CEME YARGISAL BİR YETKİ TANINAMAZ”

Bir kamu görevlisinin, mesela bir Büyükşehir Belediye Başkanının, imzaladığı bir protokolde anayasanın laiklik ilkesine aykırı bir düzenleme yapmasının karşısında idari yargı kurumu, Danıştay, mutlaka devreye girmeli ve bu düzenlemeyi iptal etmelidir, bence hiç kuşku yok ama bu düzenlemenin cezai bir karşılığı olmalı mıdır, emin değilim doğrusu. Ben de, “Taraflar arasında çıkacak uyuşmazlıkların çözümünde Alevilik inancı gereği önce ceme gidilecektir” ifadesinin laik devlet ilkesi ile bağdaşmadığını, idari yargı tarafından iptalinin gerektiğini düşünenlerdenim ama bu nedenle protokolün tarafı olan Baydemir hakkında cezai işlemi anlamakta zorlanırım.
Laik devlet ciddi bir meseledir ve devletin bir parçası, yerel ayağı olan (nedense bazıları böyle düşünmez) bir belediye yaptığı bir protokolde böyle bir ifade kullanamaz, bir inanç, bir kültür kurumu olan ceme yargısal bir yetki tanınamaz. Mesele bu kadar basit gibi duruyor ama fezlekenin basına yansıyan kısmında başka gariplikler de mevcut. Haberlere göre fezlekede, “Laik devlet sisteminde ‘din’ kamu hizmeti olarak kabul edilmez” ifadesi kullanıldı.” İşte, kanımca zurnanın zırt dediği yer de tam da bu cümle. Ben de bu cümlenin içeriğine tümüyle katılıyorum, laik bir devlette din hizmeti bir kamu hizmeti olarak algılanamaz. Fezlekede de bu belirtiliyor. Ama başka temel bilimsel ilkeler de var. Temel kamu maliyesi ilkesi kamu hizmetinin vergilerle finanse edilmesi zorunluğudur ama tersi de geçerlidir. Yani, bir hizmet vergilerle finanse ediliyorsa bu hizmet kamu hizmeti olmak durumundadır.

Peki bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nı nereye koyacağız? Diyanet’e içkin mezhep tartışmalarını bile bir kenara koyabiliriz, sadece bir mezhebe yönelik din hizmeti ürettiğini unutabiliriz ama bu yalan unutma, Diyanet’in tüm inanç gruplarına hizmet ürettiği doğru olmayan varsayımını bile kabul etsek, DİB’in özünde din hizmeti ürettiği temel gerçeğini değiştirmiyor. Ama Diyanet (DİB) de vergilerle finanse edilen, merkezi bütçe içinde bir kuruluş. Peki Osman Baydemir için fezleke hazırlayan ve bu fezlekede “laik devlette din kamu hizmeti olamaz” diyen Sayın Savcı bu durum hakkında ne düşünmektedir acaba? Mahkemeler bu durumu def’i yöntemiyle Anayasa Mahkemesi’ne de soramıyorlar zira bu yöntem sadece kanunların anayasaya aykırılık iddiası için kullanılabiliyor. Peki, bizzat Anayasanın kendisi (madde 136, DİB) temel laiklik ilkesi olan “din hizmetinin kamu hizmeti olamayacağı” ilkesi ile çelişiyor ise ne olacak?”

“DİYANET YETERİNCE TARTIŞILMADAN NE LAİKLİK NE DE HUKUK DEVLETİ İLKELERİ YAŞAMA GEÇİRİLİR”

Karakaş, Türkiye’nin, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu yeterince tartışmadan ne laiklik ne de hukuk devleti ilkelerini evrensel standartlarda yerine getiremeyeceğini de ifade ederek şöyle devam etti:

“Geldik, Cumhuriyet’in en temel meselesine. DİB’in yeniden düzenlenmesi, Şeyhülislamlık kurumundan (vakıflarla finansman) vergilerle finanse edilen Diyanet’e dönüşümü Mart 1924’dür. Laiklik ilkesinin anayasal nitelik kazanması ise 1937. Din hizmetinin kamu hizmeti olamayacağı ilkesi ise evrensel, zaman ve mekandan bağımsız temel bir laiklik ilkesi. Şekilde görüldüğü gibi savcılarımız daha uzun süre anayasaya (136) aykırı temel ve doğru ilkeleri nasıl savunacaklar? Yaşananlar laiklik komedileridir sadece. Türkiye, Diyanet kurumunu yeterince tartışmadan ne laiklik ne de hukuk devleti ilkelerini gereğince, evrensel standartlarda yaşama geçiremeyecektir. Bir savcının din hizmetinin kamu hizmeti sayılamayacağını bir hukuk belgesine (fezleke) geçirmiş olması bile önemli bir adımdır. Gerisi, anayasayı temel evrensel bilimsel ilkelere uyarlama ise anayasa koyucunun görevidir. Diyanet’in hukuk devleti sınırlarına çekilmesi muhtemelen de ruhunu bürokratik rantlara kiralamamış gerçek inananlar için önemli, hatta hayatidir.

“DEVLETİN GERÇEKTEN RESMİ BİR DİNİ VAR DEMEKTİR”

Diyanet İşleri Başkanlığı gibi anti-demokrasi, anti-hukuk devleti bir kurum anayasal pozisyonunu koruyor ve AKP’liler yine demokrasiye çağ atlattıklarını söyleyebiliyorlar. Einstein çok haklı, uzayın bile bir sonu var muhtemelen ama cehaletin olmayabiliyor. AKP’liler laikliği “din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması” diye tanımlamak istiyorlar ama hiç alakası yoktur. “Din ve vicdan özgürlüğü” konusu çok temel, çok önemli, üzerine, ifade özgürlüğü gibi titrenmesi gereken bir alan ama bu alan laiklikle alakalı bir alan değildir, temel hak ve özgürlüklerle ilgili bir alandır. Laiklik demek, ciddi bir çerçeve çizmek istiyorsak, kamu parasının yani vergi ve benzeri mükellefiyet gelirlerinin bir kuruşunun dahi bir inanç doğrultusunda kullanılmaması, harcanmaması demek ve sadece de bu demektir. Türkiye’de ise, Anayasa 136 ile anayasal-kurumsal kimlik kazandırılmış Diyanet İşleri Başkanlığı kamu kaynaklarıyla yani vergilerle faaliyet gösteren muazzam bir merkezi bütçeli kuruluştur, bu muazzam kamu kaynağını ise sadece bir inanç grubu, bir mezhep için kullanmaktadır ve aynı anayasal maddede bu kurum laikliğin gereği (!!!) olarak gösterilebilmektedir, zaten 21. yüzyıl dünyasında bir kamu kuruluşunun tüm inançlara ve felsefi görüşlere hizmet götürmesi de tanımsız bir faaliyettir. Devlet kurumları, Diyanet ya da bir mahkeme ‘dinin doğru yorumu’ kararı alabiliyorlar ise, bu devletin gerçekten resmî bir dini var demektir.

“DİYANET’E NEŞTER ATMADAN ALEVİLİK MESLESİNDE MESAFE ALAMAYIZ”

Laiklik devlete ilişkin bir niteliktir, toplumlar ve yurttaşlar için kullanımı en azından teorik açıdan sakıncalıdır. Laikliğin ya da kanımca daha doğru bir ifade ile laik devlet yapısının temel özelliği bu yapının, kamu düzenini olumsuz etkilemedikleri sürece, tüm inanç ve pratiklerine kör olmasıdır, devlet bir inanca, toplumda ağırlığı ne olursa olsun, ayrıcalık tanıyamaz, kamu kaynağı aktaramaz, aynı devlet ya da bu devletin anayasal, yasal bir kurumu “dinin doğru yorumunu” yapamaz, kimsenin böyle bir tekele sahip olması haddi değildir, devletin din kurumu ile ilişkisi sadece, kamu düzenine tehdit oluşturmadığı sürece, bu kurumun farklı dalları ile arasında eşit mesafeyi korumaktır. Türkiye devleti vatandaşını Sünnilik ve Türklük üzerinden tanımlamaktan vazgeçmediği sürece bu topraklarda kalıcı bir huzur pek mümkün değildir. Çok seneler geçti, Alevi meselesinde bir iyileşme yok, muhtemelen durum Alevi yurttaşlarımız için daha da kötüye gidiyor. AKP de 22 senelik iktidarından sonra utanmadan, sıkılmadan “Alevilik konusunda iki (belki de üç) çalıştay yaptık, başka ne yapacaktık?” falan diyebiliyor. Alevi meselesini sağlıklı tartışabilmek için her şeyden önce devletin laiklik vasfını iyi oturtmak gerekiyor; bireyler, toplum değil, devlet laik olacak ve her türlü inanç, felsefe karşısında eşit mesafede durmayacak. Bu çok yanlış bir ifadedir, kamu düzeninin evrensel standartlarda ihlali dışında, kör olacak. Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) büyük problemini tartışmadan, laik devlet ilkesi doğrultusunda bu soruna neşter atmadan Alevilik meselesinde mesafe almak mümkün değildir, bu nokta iyi anlaşılmalıdır.

“DİYANETİN VARLIĞINI SORGULAMAYAN HER LAİKLİK TARTIŞMASI YANLIŞTIR”

Alevilerin, hukuka saygılı, hukuk devleti talep eden yurttaşların talebi DİB’in genel idare dışına taşınması ve genel vergilerle finansmanına son verilmesi olmalıdır; çözüm belki serbest iradeye dayalı fonlarla finansman ya da vakıf sistemidir, bu konu tartışmaya açılmalıdır. Ancak mesele DİB meselesinden de daha büyüktür çünkü laik devleti temsil eden en üst kişi ve kurumlar bizim ülkemizde din üzerine ahkâm kesmeyi, inançları tanımlamayı, kimin nasıl olması gerektiğine, kimin ne olduğu konusunda karar vermeyi kendilerine vazife edinebilmektedirler. Türkiye’nin iki önemli meselesi, başkalarının yanında, Alevi ve Kürt meselesidirler. Bu iki farklı görünümlü meselenin de ortak paydası bizim devletin inançlar ve etnik kimlikler konusunda kör olmasıdır. Devlet, sadece bir davranış kodu olarak değil, anayasal olarak bile vatandaşını Sünni ve Türk varsaymaktadır; Anayasa madde 136 yani DİB maddesi Sünni vatandaşın, 66. madde de Türk vatandaşın tanımıdır bir açıdan. Türkiye devleti vatandaşını Sünnilik ve Türklük üzerinden tanımlamaktan vazgeçmediği sürece bu topraklarda kalıcı bir huzur pek mümkün değildir. Anayasal vatandaşlık yani vatandaşının dini inancına ya da inançsızlığına, etnik kökenine kör bir devlet bu kadar mı zordur? Türkiye’de Diyanet’in mevcudiyetini konu etmeyen, sorgulamayan her laiklik tartışması yanlıştır, yanlıştan öte, saçma sapandır.

“CHP BİLE BU MUTABAKATIN İÇİNDEDİR”

Kanımca zaten, vergi meselesini içermeyen bir laiklik tanımı anlamsızdır. Yine kanımca yapılmış en iyi sekülerlik tanımı ABD Anayasasının o ünlü birinci ekidir (1791). Yarı şaka bir saptamada bulunacağım, bizdeki galiba en doğru laiklik tanımı ilkokulda öğrendiğimiz tanımmış: “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması.” Mevcut durum, 130 milyar TL bütçesi, vergilerle maaşlarını alan 140 bin imamı, çalışanıyla, verilen inanılmaz fetvalarıyla Diyanet bu doğru tanımın içine girmiyor galiba. İşin özü şu galiba: Türkiye’de Diyanet’in mevcudiyetini konu etmeyen, sorgulamayan her laiklik tartışması yanlıştır, yanlıştan öte, saçma sapandır.

Gelelim siyasi İslamcılara; yaşımız maalesef AKP iktidarlarının öncesinde, çok öncesinde bu kesimin Diyanet hakkında ne düşündüklerini hatırlayacak, bilecek kadar ileri. Bu siyasi İslamcı kesim, bence bugünküne oranla birazcık daha tutarlı bir yaklaşımla, o tarihlerde Diyanet kurumunun kendilerine devletçi dini empoze eden bir baskı kurumu olduğunu ileri sürüyorlardı. Sonra, AKP geldi, Diyanet’in başına ilginç ilahiyat profesörleri atandı, dokuz yaşında kızların evlendirilebileceği fetvaları ortalara saçıldı, bu siyasi İslamcı kesim de eski çekincelerini attılar, adeta yekpare bir biçimde başımıza Diyanetçi kesildiler. Diyanet kurumu bana çok ilginç gelmiştir eskilerden beri; adeta birbirlerinin gözlerini çıkaracak kadar bağdaşmaz görüşlere sahip sözde sekülerler ile siyasi İslamcılar arasında Diyanet konusunda bir örtük mutabakat vardır, farklı gerekçelerle de olsa bu kurumun bir devlet kurumu olarak muhafazasını şiddetle savunurlar. Maalesef CHP bile bu mutabakatın içindedir.”

Devrim FINDIK/İSTANBUL

İLGİLİ HABERLER
‘Bir fetih ideolojisi geliştiren Diyanet kurumu ile karşı karşıyayız’-VİDEO
‘Diyanet artık bir devlet kurumu olmaktan çok tarikatların merkezi haline gelmiş durumda’-VİDEO
‘Türkiye’de dini radikal olarak politikanın dışına çıkarmak gerekiyor’-VİDEO

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.

Web sitemiz, deneyiminizi daha iyi hale getirmek amacıyla çerezler kullanmaktadır. Bu durumda herhangi bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünüyoruz, ancak isterseniz çerezleri devre dışı bırakma seçeneğiniz her zaman mevcuttur. Kabul ediyorum devre dışı bırak