PİRHA- Aşık Hüdai’nin Hakk’a yürümesinin üzerinden 19 yıl geçti. Gezmeyi âşıklığın bir gereği olarak gören Hüdâi, sık sık Anadolu gezilerine çıkarak ve usta âşıkların meclisinde bulunarak kendisini yetiştirdi. Hüdai, bir söyleşide “Şiir, müzik, resim bir yerde Tanrı sanatıdır, yeteneğidir. İnsanın Tanrılaşması demektir bu. Dünya bir ağaçtır, insan onun meyvesidir. Sözü de çekirdektir. Çekirdek, yine meyve oluyor, ağaç oluyor. Önemli olan çekirdektir” diyor.
Bugün Aşık Hüdai’nin Hakk’a yürümesinin 19. yılı.
Bütün evren semah döner / Aslına ermektir hüner” dedi Ozan Aşık Hüdai. Halk ozanlığı geleneğini sürdüren en önemli ozanlardan biriydi.
Asıl adı Sabri Orak olan Âşık Hüdâi, 1940 yılında Maraş’ın Göksun ilçesine bağlı Yoğunoluk köyünde doğdu.
Henüz dokuz yaşındayken babası Hakk’a yürüdü. Hüdâi 11 yaşındayken ailesi, Göksun’dan Adana’nın Kadirli ilçesine göç etti. Hüdâi, çalışmak zorunda olduğu için okula gidemedi, bu süre içerisinde çobanlık ve ırgatlık yaptı. O, okuma yazmayı askerdeyken öğrendi. Âşık Hüdâi, sonra İstanbul’a göç etti ve hayatının 25 yılını İstanbul’da geçirdi. Bu dönemde saz çalarak geçimini sağlamaya çalıştı. Gezmeyi âşıklığın bir gereği olarak gören Hüdâi, sık sık Anadolu gezilerine çıkarak ve usta âşıkların meclisinde bulunarak kendisini yetiştirdi.
Kısa bir süre İstanbul Büyükşehir Belediyesinde çalışan Hüdâi, 1990’lı yılların başında buradan ayrılarak, Ankara’ya göç etti. Ankara’da Çankaya Belediyesi’nde işe giren Hüdâi, Park ve Bahçeler Müdürlüğünde işçi olarak çalıştı.
“Âşık ne gurbeti sever, ne de ondan vazgeçer” diyen Hüdâi’nin şiirlerinde bu yüzden gurbet, ayrılık, hasret, yokluk ve yoksulluk temalarının ağırlıklı olarak yer alır.
1995 yılında Asiye Hanım’la evlilik yapan Hûdai’nin 1996 yılında bir oğlu dünyaya geldi ve adını Ali Kerem koydu. Âşık Hüdâi şeker hastalığı nedeniyle Ankara’da 23 Kasım 2001 tarihinde 61 yaşında Hakk’a yürüdü. Hüdai Ankara’da toprağa sırlandı.
Yazar Ayhan Aydın’ın, Cem dergisi için Ekim 1998 yılında yaptığı röportajda Aşık Hüdai yaşamına dair sorulara yanıtlar veriyor.
“Benim çocukluğum zorluklarla geçti. Okuma olanağı bulamadım. Yokluk, bir ıslak yorgan gibi hiç üzerimden kalkmadı. Islak yorgan biliyorsun, hem ağırdır, hem insanı her zaman üşütür. Bana hayatı öğreten çile oldu. Ama sevda hiç başımızdan eksik olmadı. Dağ dumansız olmaz imiş. İnsanın okuması değil, kendisini yetiştirebilmesi önemli. İçinden gelen duyguları yönlendirebilmesi önemli.
Peki, bir Alevi-Bektaşi ortamından mı geliyorsunuz? Pir Sultanlar, Yunuslar desek?
Benim yaşamım bir Kerem gibi geçti. Bütün ozanlar benim ustam oldu. Geçmiş, yaşamış tüm ozanlar benim ustam oldu. Onları dinleyerek büyüdüm, yetiştim.
Derin bir duygusallık var şiirlerinizde; “Yavrusun yitirmiş bülbül misali / Konar daldan dala öterim böyle / Sineme ayrılık ateşi düştü düşeli / Yanar ince ince tüterim böyle” diyorsunuz. Gurbet, sılada olma, yalnızlık teması var şiirlerinizde. Nedir sizi ve diğer ozanlarımızı alıp götüren çaresizlik duygusu?
Bu kendini aramaktır. Mesela, Veysel’de de bu var. “53 yıl kendi kendimi aradım hiçbir türlü bulamadım ben beni.” Yaz yağmurunu düşünün, dereler oluşur, derelerden çaylara, çaylardan ırmaklara, ırmaklardan denizlere kendini ulaştırır yağmur damlaları. Ozan da buna benzer. Ozan da kendi ruhuna kendisi ulaşana kadar epey çile çeker. “Bulamadım” isimli şiirim var. “30 yıldır saz taşırım, bir gün olsun çalamadım / 40 sene sınıfta kaldım, diplomamı alamadım” şiirimde bunu işledim ben de. Kendime ulaşma mücadelesi verdim. Kendimden kendime gittim.
Biraz tasavvuftan bahsedelim. İnsan kendisini tanımak için bir yolculuğa çıkıyor. Nasıl bir yolculuk bu?
Bu insanın kendinden kendine giden bir yolculuk. Senden sana giden yolculuk. En zor yolculuk budur. İnsan tüm hayatı boyunca bu yolculuk içinde olabilir ama ulaşamaz kendine.
“Gönül çalamazsın aşkın sazını / Ne perdeye dokun ne teli incit / Eğer çekemezsen gülün nazını / Ne güle dokun ne dikeni incit.”
Burada da tasavvufun etkisi var. İncinmemek, incitmemek veya sevgili peşinde incinmek.
Ampulle ışık birdir. Bir aradadır. İnsana haksızlık yaptığı bir başkasının hesap sorması gerekmez, insanın kendi vicdanı ona hesap sorar. Istırap duymamak için incitmemek lazım.
Bu okulun sırrı nerede?
Bir başkasının da insan olduğunu unutmamak. İnsan olmak, insan olduğumuzu bir dakika bile unutmamak. Haklıyı haksızı seçeceğiz. Kendimiz gibi olmayanı da görmemiz lazım.
Aşık, sevgi konularında başka neler söylersiniz?
İnsanların hepsi olgunlaşmamıştır. İnsan-ı kamil olmak oldukça zordur. İnsan kendini bilirse aslında olgunlaşması, insan-ı kamil olması çok da zor değil. “Sen seni bilirsen badı Hüda’sın / Sen seni bilmezsen halktan cüdasın.” İnsan su gibi diri. Suyun bulanığı vardır. Düz akar, ama bulanık akar, içilmez. İnsan da damıtılmış olmalı ki her şeye akabilsin, kullanılabilsin. Deniz suyu içilmiyor, mesela. Arıtılmış, durulmuş olması lazım. Ben insanı suya benzetiyorum.
Birçok şiirinizde, erenler, ozanlar, dedeler var. “Erenler zehir getirin / balınan öldürmen beni / Bağrıma diken batırın gülünen öldürmen beni” diyorsunuz.
Erenler, ermiş, olgunlaşmış, ham kalmamış insanlar. Sen kaç kuruşluk adamsın derler. Mal ve dil en öldüresi şeydir. Malın değeri yoktur.
Ozanlar insanların iç dünyalarını yansıtırlar, duygularını yansıtırlar, kamil olunmasının yollarını gösteriyorlar. Toplumsal bir görevi de yerine mi getirmiş oluyorlar?
Tüm insanlar kendi becerileri, yetenekleri doğrultusunda tüm insanlara yararlı olabilirler. Bir diş doktorunun, mühendisin, öğretmenin yararları ölçülemez. Herkes gerçek bir emek vererek, çok şeyler yaratabilir. İnsanlara, insanlığa yararlı olmuş olur. Ozanlar ince bir dilden konuşurlar, ince bir dilden konuşması gerekir. Cahil bir insanın bir başkasına zararı olabilir. Bir mezar taşı yerinde dururken, hiç kimseye bir zararı dokunmaz. Bilinçsiz cahil bir insanın her zaman zararı olur.
Bir aşk alemindesiniz, “Bütün evren semah döner / Aşkından güneşler yanar” diyorsunuz. Çok derin manalar içeren bir şiir bu. Bütün evren semah dönüyor, öyle bir aşk ki güneşler yanıyor…
Okudunuz. Siz söylüyorsunuz. İşte ancak bunu şiirle ifade edebiliyoruz. Konuşmayla olmuyor. Şiir, müzik, resim bir yerde Tanrı sanatıdır, yeteneğidir. İnsanın Tanrılaşması demektir bu. Dünya bir ağaçtır, insan onun meyvesidir. Sözü de çekirdektir. Çekirdek, yine meyve oluyor, ağaç oluyor. Önemli olan çekirdektir.
Şiir size nasıl geliyor? Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya sormuştum; “Şiir sizin camınızı, kapınızı mı çalıyor da geliyor” diye. Öyle bir şey olmuyor, demişti. Sizde nasıl oluyor, şiirin doğması?
Evet kapımı zorluyor. Şiir beni sıkıştırıyor. Şiir geliyor, yaz, diyor. Camı pencereyi zorluyor. İnsan beyniyle doğum yapıyor. Şimdiye kadar ki şiirlerim böyle doğdu.
Yeni şiirler var mı?
Kitap yeni deyişlerle genişledi. Ben çok yazmam. Olgunlaşmayanı yazmam. Bir rüzgar esmeyince dal uyanmaz, damla düşmeyince sel uyanır mı? Hiç belli olmaz ne zaman geleceği şiirimin.
Günümüzdeki diğer ozanlarla ilişkileriniz nasıl? Kimlerle dostsunuz?
Herkesin rengi ayrı ayrıdır. İpliği, rengi ayrı ayrıdır. Ben şiirin duygu telini örüyorum.
Halk ozanlarının sorunları nelerdir?
Ozanların sorunları çoktur. Bence önemli bir sorun iç dünyasıdır.
PİRHA/ İSTANBUL
Yoruma kapalı.