PİRHA-33 yılını cezaevinde geçiren, bu sürenin bir bölümünde İmralı Cezaevi’nde tutulan Çetin Arkaş, Dersim’de düzenlenen bir panel kapsamında kente geldi. Arkaş, bu ziyaret vesilesiyle PİRHA’ya konuşarak, İmralı’daki tecrit rejimini, Abdullah Öcalan’ın son çağrısıyla yeniden tartışılmaya başlanan barış sürecini ve bu sürecin toplumsal zeminde nasıl ele alınması gerektiğini kapsamlı biçimde değerlendirdi.
Arkaş’ın anlattıkları, yalnızca bir siyasi analiz değil; aynı zamanda uzun yıllara yayılan bir tutsaklık deneyiminin, barış arayışının ve hafızanın iç içe geçtiği güçlü bir tanıklık niteliği taşıyor.
“İMRALI CEZAEVİ BAŞTAN İTİBAREN ÖZEL OLARAK KURGULANDI”
İmralı Cezaevi’nin sıradan bir yüksek güvenlikli cezaevi olarak ele alınamayacağını vurgulayan Çetin Arkaş, adadaki rejimin 15 Şubat 1999’dan bu yana kesintisiz biçimde sürdürülen özel bir politika olduğunu söyledi. Kamuoyunda zaman zaman “görüşmeler başladı” şeklinde yansıtılan haberlerin gerçeği perdelediğini belirten Arkaş, şunları ifade etti:
“İmralı Cezaevi, Türkiye’deki yüzlerce cezaevinden bir tanesi ama nevi şahsına münhasır bir cezaevi. Çok özgün koşulları var. Oraya özgü bir politika uygulanıyor baştan beri. Dolayısıyla zaman zaman adada görüşmelerin yapılıyor olması orada tecritin ortadan kalktığı anlamına gelmez. İmralı adasında tecrit 15 Şubat 1999’dan bu yana süre gelen bir tecrittir.”
Arkaş’a göre İmralı’daki tecrit, dönemsel değil; devletin Kürt sorununu yönetme biçiminin merkezinde yer alan süreklilik arz eden bir uygulama.
“BİRÇOK CEZAEVİNDE KALDIM HİÇBİRİ İMRALI’YA BENZEMİYORDU”
Kendi cezaevi deneyimlerinden yola çıkarak konuşan Arkaş, Türkiye’de farklı tiplerde çok sayıda cezaevinde kaldığını ancak İmralı’nın bu deneyimlerin hiçbirine benzemediğini vurguladı:
“Birçok cezaevinde kaldım. Çeşitli harflerle tanımlanan cezaevleriydi bunların çoğu. İmralı Cezaevi hiçbirine benzemiyordu. Çok ağır koşulları olan, dışarıyla teması neredeyse sıfır olan bir cezaevi gerçekliği ile karşı karşıyayız.”
Arkaş, adadaki izolasyonun yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel ve toplumsal bir kopuş yaratacak şekilde tasarlandığını ifade etti.
İmralı’da uygulanan rejimin hukuki bir zemininin bulunmadığını söyleyen Arkaş, mevzuatta yer alan en temel tutanak haklarının dahi fiiliyatta işletilmediğine dikkat çekti:
“En temel tutanak hakları bile genelgelerde, yönetmeliklerde sıralanan tutanak hakları bile İmralı Cezaevi gerçekliğinde pratikleştirilememiştir.”
Bu durumun, tecridin bir güvenlik ya da cezaevi meselesi değil, açık bir siyasal tercih olduğunu gösterdiğini vurgulayan Arkaş, bu politikanın uluslararası boyutuna da işaret etti. Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getiriliş sürecinde rol oynayan uluslararası güçlerin, bugün de bu tecrit sisteminin sürdürülmesinde dolaylı sorumluluk taşıdığını dile getirdi.
“BARIŞ VE EŞİTLİK GÜVEN ÜZERİNE KURULUR”
Barış süreçlerinin dünyadaki örneklerine değinen Arkaş, güvenin ve eşitliğin olmazsa olmaz olduğunu söyledi. Mandela örneğini hatırlatan Arkaş, şunları aktardı:
“İstihbarat başkanı Mandela ile ilk önce tutsaklık koşullarında görüşmüştür. Ancak bunun silahların eşitliği ilkesine aykırı olduğunu fark etmiş ve Mandela’yı cezaevi müdürünün evinde konuk etmeye başlamıştır.”
Bu örneğin, müzakerenin koşullarının barışın kaderini belirlediğini açıkça gösterdiğini ifade eden Arkaş, Abdullah Öcalan’ın da artık tecrit altında değil, özgür çalışma koşullarında sürece katkı sunabilmesi gerektiğini vurguladı.
Arkaş’a göre, son süreçte devletin Abdullah Öcalan’ı fiilen muhatap aldığı açık. Ancak bunun toplum nezdinde güven yaratacak biçimde somutlaşmadığını ifade eden Arkaş, şöyle konuştu:
“Kürt tarafının tartışılmaz muhatabı, lideri, baş müzakerecisi Sayın Öcalan’dır.”
Bu gerçekliğin artık gizlenmeden kabul edilmesi ve buna uygun adımların atılması gerektiğini söyleyen Arkaş, aksi halde sürecin yeniden tıkanacağını belirtti.
Barışın yalnızca siyasi adımlarla değil, kullanılan dille de inşa edileceğini vurgulayan Arkaş, devlet dilinin halen eski refleksleri taşıdığına dikkat çekti:
“Dil incitici, kırıcı, eski jargonların tekrarına dayalı olmamalı. Dil barışa göre evrilmeli.”
Toplumu ikna edecek olanın da tam olarak bu zihinsel dönüşüm olduğunu ifade etti.
“DERSİM’E İLK KEZ GELİYORUM AMA BU TOPRAKLAR BANA YABANCI DEĞİL”
Konuşmasının önemli bir bölümünü Dersim’e ayıran Çetin Arkaş, kente ilk kez geldiğini ancak Dersim’in tarihinin, inancının ve direncinin kendisine çok tanıdık geldiğini söyledi. Cezaevine 20 yaşında girip 54 yaşında çıktığını hatırlatan Arkaş, yıllar boyunca memleketi yalnızca uzaktan izleyebildiğini ifade etti.
“Neredeyse gittiğim her şehre ilk kez gidiyorum. Dersim’de birebir olmak, Dersim halkıyla yan yana olmak benim için çok mutluluk verici.”
“DERSİM’İN ÖZGÜNLÜĞÜ TARİH BİLİNCİNDEDİR”
Dersim’in yaşadığı büyük kırılmalarla yüzleşme gücüne sahip olduğunu belirten Arkaş, bu yüzleşmenin ancak köklerle bağ kurarak mümkün olacağını vurguladı. Seyit Rıza’dan Dersim 1938’e uzanan hafızaya işaret eden Arkaş, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Dersim halkının bir özgünlüğü var; inançsal anlamda bir özgünlüğü var. Tarihle yüzleşme anlamında bir özgünlüğü var. Yaşadığı acılar var. Kendi kendini sağaltması için tarih bilincini güçlü kılması gerekiyor.”
Dersim’in kendi kimliğinden koparılmasına yönelik politikalara karşı çıkan Arkaş, sözlerini şu metaforla tamamladı:
“Her kuş kendi sürüsüyle, her ağaç kendi köküyle güzeldir.”
Aleviliği “Reha Hak inancı, yani doğru yol inancı” olarak tanımlayan Arkaş, bu inancın yalnızca Dersim için değil, tüm coğrafya için bir toplumsal onarım imkânı sunduğunu söyledi. Dersim’in kendi kökleriyle yeniden buluşmasının, barış arayışına da güç katacağını ifade etti.
Nuray ATMACA-Cem EKİNCİ/DERSİM

Yoruma kapalı.